KAPAK

A. ALTAY ÜNALTAY

 

Kitlesiz
Siyaset

 
Cumhuriyet ancak kendi vatandaşlarına ve yerli güçlerine
dayanarak güçlükleri göğüsleyebilir.
Bu ülkenin
ayırdedilmeksizin tüm yerli-milli
güçlerinin, birbirine karşı değil
birlikte, cumhuriyet için sahneye çıkma zamanı gelmiştir. 

“Elbette HAYIR! Cumhuriyet yıkılmayacak; insanlar kendilerine gelecektir. İlerleme, bağımsızlık ve barış, özgürlükle birlikte bugünün galipleri olacaktır. Yaşasın Cumhuriyet! Yaşasın Fransa!” 

30 Mayıs 1968’de büyük karışıklıkların ortasında General de Gaulle radyo - TV’den yaptığı bu ateşli konuşmasında Fransızları cumhuriyetlerini korumak için eyleme çağırıyordu. 500.000 kişi o akşam sokaklara döküldü ve gösteri yaptılar.

Yıllardan 1968 aylardan Mayıs’tı. Ünlü 68 baharının Mayısı. Gençler ve işçiler birçok ülkede olduğu gibi Fransa’da da sokaklara dökülmüştü ve “de Gaulle’e, devlete, kapitalizme, çalışmaya, bezginliğe, Tanrı’ya ...” kısacası herşeye karşı ayaklanıyorlardı. Ve 5. Cumhuriyet’in banisi, gençleri anlamaktan uzak olmakla suçlanan “dinozor” de Gaulle Fransız devletini sarsan sokak eylemlerine karşı cumhuriyeti savunmak için yine halkı sokağa çağırıyordu.

Bu Fransa’nın uzun yıllardan beri karşılaştığı ilk siyasal güçlük değildi; daha 10 yıl önce yine 1958 Mayısı’nda neredeyse askeri darbeyle sonuçlanacak (hatta kimilerine göre sonuçlanmış!) olaylar dizisi kimsenin zihninden silinmiş değildi. Cezayir Savaşı batağa saplanmıştı. Cezayir’de savaşan “sağcı” ordu Paris’te bir “solcu” korkaklar - hainler sürüsünün hükümet ettiğini ve kendilerine yeterince destek vermediğini düşünüyordu. Cezayir’den gelen Fransız paraşütçü birliklerinin Paris’e bir indirme harekatı yaparak hükümeti devireceği artık herkesin bildiği ve beklediği bir tehlike idi. Derken Cumhurbaşkanı Rene Coty tarafından vatan görevine davet edilen 2. Dünya Savaşı kahramanı General Charles de Gaulle 6 aylığına tüm yetkileri üstüne alarak yeni bir anayasa hazırlattı ve 5. Cumhuriyet doğdu.

1789 Devrimi’nden beri Fransa’nın toplumsal bilinç dışı devrimci şiddetin yara izlerini taşır: Fransa’da da aralarındaki siyasi ilişkiler gerilimli olan bir sağ ve sol segmentten bahsedebiliriz Sağ segmentinin zihni arka planında hala kutsal kiliseyi, 16. Louis’nin acısını ve Napolyon’un zaferlerini taşıdığı, sol segmentinin zihni arka planı ise devrimin giyotinleri ile yerleştirilen cumhuriyetin tavizsiz laikliğinden başlayarak sosyalizme, oradan da Troçkist Partisi ile tüm dünya proleter devrimine kadar uzanan Fransa’da sağ ve sol segment arasındaki siyasi ilişkiler pek az ülkede (mesela Türkiye) örneği görülebilecek derecede gerilimli bir tarihe sahiptir. İşte bu nedenle Fransız siyasi hayatı Türk siyasi hayatı ile çarpıcı benzerlikler taşır.

İşte böyle bir ülkede kimilerinin diktatörlükle suçladığı General de Gaulle sokak gösterilerine karşı sokak gösterilerini göreve çağırmış; devlet otoritesini korumak için Fransız halkına müracaat etmekten çekinmemiştir. Şimdi bu örnek muvacehesinde oturup düşünmemiz gerekiyor.

Yıllarca önce kendisine yapılan suikastten sonra dönemin başbakanı Turgut Özal bir TV söyleşisinde “siyasete giren kişinin herşeye hazırlıklı olması gerektiğini” söylemiş ve şöyle devam etmişti: “Siyasi, makam alınca iki gömlek hazırlar: Biri bayramlık biri idamlıktır.” Bu örnek muvacehesinde de oturup düşünmemiz gerekiyor.

Bir tarafta düzeni protesto eden yurttaşlara karşı yine yurttaşları göreve çağıran cumhuriyetçi coşku; bir yanda ise yurttaşların yeralmadığı steril bir siyasi ortamda yalnızlık ve çaresizliğin ifadesi.

Turgut Özal uzun yıllardan beri görülmemiş kitle desteğine sahip bir siyasi liderdi. Etrafında topladığı desteğin farklı siyasi kesimlerden gelmesi de örneğimiz açısından ilginçtir. Buna rağmen yukarıdaki sözlerin yansıttığı yalnızlık ve çaresizlik “Türk devlet tarzı” açısından Hoca Nasrettin döneminden beri pek bir yol almamış olduğumuzu gösteriyor. Hoca Nasrettin’in ünlü fıkrasıdır, bilirsiniz:

Timur birgün Akşehir’e ordusundaki fillerden birini getirtir ve Akşehirlilere “bunu siz besleyeceksiniz,” der. Ancak filin tükettiği ot ve yem Akşehirlilere ağır gelir ve söylenmeye başlarlar. Hoca birgün pazar yerinden geçerken bu konuyu konuşan birkaç kişiye rastgelir. Topluluk ona da bu dertten yakınır. “Öyleyse toplanın, Timur’a gidip bu şikayetinizi bildirelim,” der Hoca. Ve arkasındaki kalabalıkla Timur’un ordugahına yürürler. Ama yol boyunca her köşeyi döndüklerinde arkadan iki-üç kişi kaçar ve kalabalık böylece eksile eksile Timur’un ordugahına gelindiğinde Hoca’nın arkasında kimse kalmaz. Hoca durumun farkında değildir. Timur’un çadırının önünde nöbet bekleyen nöbetçilere gür sesle “yol verin geçelim; hakanla görüşeceğiz,” der. Şaşkın askerler bu tuhaf ihtiyarın böyle gür sesle konuşmasından etkilenir ve izin verirler. Hoca aynı hızla Timur’un önüne çıkar ve söze başlar: “Ben ve ardımdaki Akşehirliler deriz ki, ...” - “Seni anladım da ardındaki Akşehirliler de kim?” der Timur. Hoca o zaman arkasına döner ve ardında kimsenin olmadığını görür. Gerisi malum, “ben ve Akşehirliler deriz ki, bu fil tek başına yalnızlık çeker; hakanım bunun dişisini de yanına getir; biz Akşehir halkı olarak ikisine de bakalım,” der. Kimbilir Hoca bunu Akşehirlilere kızgınlığından mı yoksa Timur’dan çekindiğinden mi böyle demiştir; ama Turgut Özal merhum herhalde bu fıkrayı biliyordu.

1968 olayları ve ondan sonraki Fransa’nın 12 yılı ile aynı olaylar sonrası Türkiye’nin 12 yılı karşılaştırıldığında farklılıklar daha da ilginçleşir. Her iki ülke de terör olayları ile sarsılmış olmasına rağmen Fransa bu dönemi minimum kayıp ile atlatabilmiş; Türkiye’nin 1968’den sonraki dönemi ise ağır can kaybı veya son yılların moda tabirini izlersek “düşük yoğunluklu iç savaş” ile geçmiştir.

Ve sonuç olarak Fransa bugün politize olmuş gençlik kitlelerinin yok edilmesine seyirci kalmak yerine korumuş ve onların toplumsal enerjisini ülke faydasına seferber etmiş bir ülke olarak dünya ulusları arasındaki gururlu yerini alırken Türkiye politize gençlik kitlelerinin birbirlerini yok etmesine göz yummuş ve böylelikle toplumsal politik enerjiyi siyaset alanından geri kovmuş bir ülke olarak sorunları ile boğuşuyor.

Bir yandan Fransız toplumunun politik “diriliği” son cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Le Pen’e karşı başlatılan seçmen kampanyası ile bir kez daha kendini ispatlarken, öte yandan 1980’lerden sonra ülkemizde giderek yayılan apolitikleşme ve “kafanı kullan, köşeyi dön” anlayışının 1980 öncesini yaşayanların hatırlayabildiği “bu ülke için bir şey yapmak” anlayışıyla kıyaslanması ne hazin bir farkı göstermektedir.

Ancak yanlış anlaşılmasın: 1980 öncesi (ve sonrası) bu ülkede olanlar faciadır. Genç eylemcilerin yaptıkları hiçbir şekilde tasvip edilemezdi. Ama sağda da solda da gençler bu ülke için, Cemil Meriç’in tabiriyle “düğüne gider gibi ölüme gittiler.” Kendini feda etmek, sevmek ve sahiplenmenin zirvesidir.

Süreç Türkiye’ye en fedakarların yok oluşu ve “kendi için daha dikkatlilerin” hayatta kalışı şeklinde bir negatif seleksiyon yaşattı. Hayatta kalan “dava erlerinin” bir kısmı bir müddet bu ülkede herşeyin birbirine karışmasına, hayatlarının ve kafalarının karmakarışık olmasına direnmeye çalıştıktan sonra bu ülkeden ayrıldılar; kiminin Afganistan’da, kiminin Çeçenistan’da, kiminin Bosna-Hersek’te, hatta Eritre’de ve Güney Afrika’da “şehit düştüğü” haberleri fraksiyon dergi ve gazetelerinde yayınlandı. Kalanlar de böylece negatif seleksiyona uğrar iken, bu dönemlerde yaşananlar değerlendirilmedi; doğru olan ve yanlış olan birbirinden ayıklanmadı; ölenlerin yası tutulmadı; romanları yazılmadı, filmleri çekilmedi, hayatları tartışılmadı; herşey unutuldu; öylesine unutuldu ki, hatırlanmak bile istenmiyor. Böyle olunca da koca bir ülke yaşadıklarından dersler çıkaramadı. Ve normal olmayan bir toplumsal psikolojiyi devraldık; çünkü toplumumuzun yaşadıklarını bu bastırma hali ile küçük yaşta cinsel şiddete maruz kalmış kimi kurbanların kişisel psikolojileri arasında çarpıcı bir benzerlik var. Onlar da bu olayları zorlayarak hafızalarından çıkarırlar ve bir müddet sonra hiç hatırlamazlar. Ama bilinç düzeyinden kovulan bu korkunç hatıralar bilinç altındadır ve bir seri davranış bozukluğu ve nevroz şeklinde tezahür ederler. Bu kurbanlar ancak derin hipnoz seansları ile unuttukları şeyleri hatırlarlar ve tedavileri de olayların kendi kadar zorludur: Kendilerine hipnoz sırasında hatırladıkları bu acı gerçekler anlatılır ve böylece bilinç seviyesine çıkarılan bu acı hatıralarla yüzleşmeleri sağlanır. Bu sinir tüketici bir süreçtir onlar için; terapi sırasında terapi uzmanlamarının kurbanlarla birlikte ağladıkları çok görülmüştür; ama bugün için başka türlü bir tedavi yolu yoktur. Toplumda siyasete karşı yaygın ilgisizliğe, az sayıda siyasetle ilgilenenin gösterdiği garip siyasal reflekslere ve çarpık siyasi hayata bakın; toplum olarak bizim de böyle bir tedaviye ihtiyacımız olduğunu söylemek olayları abartmak mıdır?

Türk Devleti Le Pen benzeri bir tehdit yaşadığı takdirde bunu bertaraf etmek için seçmen uyanıklığına ne derece güvenir? Eğer güvenemiyorsa bu bir cumhuriyet açısından ciddi bir sorun değil midir? Türkiye’de hangi siyaset ya da devlet adamı bir siyasi bunalım sırasında kitleleri cumhuriyeti sahiplenmek için göreve çağırmayı düşünür? Yoksa “ayakları baş, başları ayak mı edeceğiz; bir baldırı çıplak takımı mı devlete sahip çıkacak?” diye düşünür. Halbuki Fransa’da kitleleri göreve çağıran General de Gaulle serseri ruhlu bir maceracı değildi; bir asker ve savaş kahramanıydı. İşgal altında bir ülkede tek güvenilir güç olarak milleti gören ve tabir caizse “ayaklardan baş çıkartan” Mustafa Kemal gibi.

Ancak bu hal çabuk unutuldu ve milletten kopuk steril siyaset geri döndü. Osmanlı Devleti’nin son yıllarında görmeye alışık olduğumuz her siyasi aktörün bir yabancı konsoloslukla ilişkili olması ve siyaset sahnesinde kalabilmek için dışarıdan destekli güç oyunlarına yaslanması vakıasının benzerlerini bir yüzyıl sonra hala yaşadığımızı söylemek olayları abartmak mıdır?

1920’lerde başlayan Cumhuriyet tecrübesi, her şeye kadir bir devletin kanatları altında tebaa olarak yaşamaya alışmış ve iktidarı soru sormaksızın kabullenmiş bir cemaatten modern bir cumhuriyetin vatandaşlarını türetmek çabasıdır. Vatandaş olmak tebaa olmak gibi doğuşla kazanılan bir ünvan değildir; görev ve sorumluluklarını bilmek, haklarını yerli yerince ve yeterince kullanmak, ülke sevgisi, cumhuriyeti benimseme, onu kendinin ve kendini onun sayma gibi hasletler gerektirir. Ve ancak böyle vatandaşlardan oluşan bir cumhuriyet sağlıklı olabilir.

Bugün ülkemiz bir taraftan esen globalizasyon rüzgarlarının dayattığı değişim, öte yandan bir türlü sağlıklı zeminde yürütülemeyen Avrupa Topluluğu ile ilişkiler tartışması, bağımsızlığın kaybedilmesi endişeleri, gelişim isteği ve bunun karşılığı bir belirsizlik atmosferi içinde kendine bir yol tutmaya çalışıyor.

Böyle bir fırtınanın içinden “güce karşı başka güce dayanan” denge politikaları ile sıyrılmanın imkanı yoktur. Eğer tabir caizse hiçbir “kitlesiz cumhuriyetin” de böyle bir fırtınayı atlattığı görülmedi. Cumhuriyet ancak kendi vatandaşlarına ve yerli güçlerine dayanarak güçlükleri göğüsleyebilir. Bu ülkenin ayırdedilmeksizin tüm yerli-milli güçlerinin, birbirine karşı değil birlikte, cumhuriyet için sahneye çıkma zamanı gelmiştir. İşte siyasi hüner bu mekanizmayı kurmak, bu organizasyonu sağlamak, bu güçleri eşgüdüm halinde seferber etmektedir. Önümüzdeki on yılın siyasi yükseliş ya da sönüşünü bunun ne derece başarılabileceği belirleyecektir. 

KAYNAKLAR:

http://www.charles-de-gaulle.org/degaulle/discours/d300568.htm

http://www.lib.sfu.ca/news/specolex/story.htm

 

yazikonusu-KAPAK
 
BU YAZIYA GÖRÜŞ BİLDİR


   


Yarın imzalı yazılar dergiyi diğer yazılar yazarlarını bağlar.
Kaynak gösterilmeden alıntı yapılamaz. Dergimiz basın ahlak ilkelerine uymayı taahüt eder. Yarın 2002 ©