|
- Bir
öneriyi, çözümü,
fikri ve fiili ‘dini’ kılan
şey, başına bir ayet veya hadis
yerleştirmek değildir. Muttaki
bir bilinç,
temiz bir vicdandan
gelen her öneri, çözüm, fikir
ve fiil, dinîdir.
|
|
|
Bugün İslâm dünyasındaki
düşünce hayatında birbirinden ayrı üç Kur’ân
tasavvuru bulunmaktadır. Aşağıda bu üç tasavvuru
yer yer meteforlara da başvurarak izah etmeye çalışacağım.
I – Birinci
tasavvur, tarih boyu İslâm dünyasında egemen olmuş
sünni tasavvurdur. Bu tasavvura göre Kur’ân
kutsal bir kitaptır. Mutlak olan Allah’ın
mutlak kelâmıdır. O’nun zatı ile kaim ezeli sıfatları
olan ilim, irade ve kelâm
sıfatlarının bir tecellisidir. Bundan
dolayı “Kelâm-ı Kadîm”dir. Yaratılmamıştır.
“Kelâm-ı Nefî” olarak yani mana olarak Allah ile
birlikte zelidir. “Kelâm-ı Lafzi” olarak yani Arapça
olarak Hz. Muhammed’e 7. yüzyılda indirilmiştir.
Hitabı ve hükümleri evrenseldir. Yani bütün
insanlaradır. Hükümleri itibariyle tarih üstü,
toplum dışı sabit ve mutlaktır. Tanrı nihaî
hakikati söylemiştir. Bu inanç giderek bütün
hakikati söylemiştir kanaatine dönüşmüştür. Teşbihde
hata olmaz. Onun taşı toprağı (harekesi-harfi cerri)
altındır. İbarelerin, ifadelerin, cümlelerin altında
binlerce anlam gizlidir. Her çağa göre manalar çıkarılabilir.
O evrensel bir akide ve evrensel bir şeriattir. Vahiy,
aklın alternatifidir (akıl-nakil). Aralarında derece farkı değil; mahiyet farkı vardır.
Vahiy (Kur’ân), tabir yerindeyse Allah’ın aklının
bir ürünüdür.
Kur’ân’ın içerdiği
dini ruh, şeriatı da
beden metaforlarıyla karşılayacak olursak;
onun ruhu da bedeni de kıyamete kadar bakidir, değişmez
ve evrenseldir. Bu Kur’ân anlayışını ‘Ay’
meteforuyla da izah edebiliriz. Ayın sınırları
bellidir. Sönmüştür, ancak sürekli ışık verir.
Ayın ışık kaynağı Güneştir. Kur’ân da
sabittir. (Mevrid-i nassda içtihata mesağ yoktur).
Ancak, Ayetlerden her zaman yeni manalar çıkarılabilir.
O manaları ayetin altına Allah depolamıştır.
Böylesine
mutlak-kutsal-sabit bir Kur’ân anlayışı doğal
olarak Hz. Muhamet ve onun hadislerine de sirayet etmiştir.
‘Sahih-i Buhari’nin veya ‘Kütüb-i Sitte’nin
neredeyse Kur’ân’a denk epistemolojik
otoritesi buradan gelir. Mutlaklık veya kutsallık
anlayışı mıknatıs gibi yakınında duran şeyleri
kendine çeker ve onları ‘yerden’ kaldırır. Hz.
Muhammed’in “Nur-i Muhammedi” kavramıyla varlığın
ontolojik kaynağı haline gelmesi veya “levlake levlâk,
Lema halaktu’l-Eflâk = sen olmasaydın evreni
yaratmazdım” anlayışı buradan çıkar. Artık Hz.
Muhammed “Arpa ekmeği yiyen Arap bir kadının
oğlu, içimizden birisi değil, “fahr-i
kainat”tır. Bu kutsallık ve mutlaklık Hz. Muhammed
ve hadislerden geçerek Sahabeye, tabiun’a ve mezhep
imamlarına sirayet etmiştir. Özetle, mutlak, kutsal
ve sabit olan “merkez” etrafını, çevresini de
kendine benzetmiştir.
II- İkinci Kur’ân
tasavvuru, İslâm dünyasının ve düşüncesinin çöküşüyle
beraber pozitivist bilim felsefesinin etkisinde kalan
laik Müslüman aydınlarda oluşan tasavvurdur. Onlara
göre Kur’ân, sönmüş bir yıldız gibidir. Zayıf
bir parlaması vardır o kadar. Aklın ‘aydınlama’sından
sonra ona bir ihtiyacımız yoktur. Biz ilhamımızı gökten
değil akıldan almalıyız. Hayatta en hakiki mürşit
ilimdir. Bilim ve akıl sadece “Nasıl?” sorusunun
cevabını vermez. “Niçin?” sorusunun cevabını da
verir. Kur’ânın ruhu da bedeni de tarihseldir. Ortaçağın
mistik aklının ürünüdür. Onun şeriatı “çöl
kanunu”dur. Kur’ân kendi döneminde fevkalade
ileri-devrimci adımlar atmıştır, fakat o adımların
bugün için bir örnekliği veya kılavuzluğu söz
konusu değildir. Halkın dini inancının kaynağı
olması hasebiyle dolaylı bir saygınlığı vardır.
III – Üçüncü
tasavvur yeni oluşmaktadır. M.İkbal, Fazlurrahman, H.
Hanefi, M. Abid el-Cabiri, R.Garaudy, Ali Şeriatî,
Abdulkerim Suruş, Mehmed S.Aydın, Mehmet Hatiboğlu
gibi Müslüman entelektüeller
tarafından savunulmaktadır. Bu tasavvurun ortak
paydasını şöyle özetleyebiliriz: Mu’tezile’nin
savunduğu gibi Kur’ân Allah’ın fiil sıfatlarından
olan irade ve kelâm sıfatının ürünüdür. Yani
ezeli değildir, yaratılmıştır. Mutlak olan Allah rölatif
olan varlıkla ilişkiye girdiği zaman, çıkan ürün
rölatiftir, mutlak değildir. Çünkü, Kur’ân’ı
oluşturan dil (Arapça), Hz. Muhammed (insan) ve Arap
toplumu rölatiftir. Vahiy ilişkisi bir zamanda (7.yüzyıl)
ve bir mekanda (Arap yarımadası) vuku bulmuştur.
Kur’ân, Lahûtî (ilahi) olduğu kadar nasûtîdir(insanidir).
Allah insan aklı ve insan diliyle insana hitap etmiştir.
Vahiy ile insan aklı arasında mahiyet farkı değil,
derece farkı vardır. Vahyin fikri muhtevası Arap kültürünün
ve Arap zihin dünyasının içindedir. Tevrattan, İncilden
dini fikirler içerdiği
gibi, Arap cahiliye
döneminin doğru fikir
ve fillerini de içerir. Başta Hz. Ömer olmak
üzere Hz. Muhammed ve arkadaşlarının doğru görüp
uyguladıkları fikir ve fiiller vahiy tarafından onanır.
(Muvafakat-ı Ömer). Bundan dolayı Musa Carullah, bazı
farzların temelinin sünnet olduğunu savunur. Bu bakış
açısına göre vahyin bir dudağı gökte, bir dudağı
da yerdedir. Yukarı aşağıyı belirler, aşağı da
yukarıyı. Kur’ân sadece gökten inmemiştir, aynı
zamanda yerden bitmiştir. Yerle gök arasında diyalektik
bir ilişki söz konusudur. Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya
insanın hakkı insana verilmiştir.(Esbab-ı Nuzul,
Nesih-Mensuh, Mekki-Medeni.) Allah, Araplara hitap etmiştir.
Arapça ile bütün insanlığa hitap etmemiştir. O günkü
iletişim imkânlarını ve yabancı dil bilme oranını
göz önünde tutarsak bu son derece doğaldır.
Aksi, abes olurdu. Allah dini Arap olmayanlara
yayma sorumluluğunu (şahidlik.2/143) Araplara yüklemiştir.
Kur’ânda tekrar
hatırlatılan (tezkire) ‘ed-Din’ Hz. Ademden beri
peygamberlerin tebliğ ettikleri dindir. Yani İslâmdır.
Ruh –beden metaforuna tekrar başvurursak, bu
tasavvura göre Kur’ânın ruhu Hz. Ademden kıyamete
kadar sabittir. Bunlar da Tevhid, MEAD (ahiret), ibadet
(tapınma) ve Adalettir (salih amel/ahlak). Kur’ânın
bedeni ise (şeriat) tarihseldir. Yani Kur’ândaki
sosyal ve siyasi hükümler (muamelât) Arap toplumunun
maslahatları göz önünde tutularak oluşturulmuştur.
Çünkü, sabit olan ed-Din, indiği toplumun yapısına
göre ‘tedeyyûn’ eder. Etini ve elbisesini tarihten ve toplumdan giyer. Vahyi
ve ilahî (semavî) anlamda din tektir. Şeriatler ise
muhteliftir. Son şeriatın (Kur’ân ve Sünnet) ismi
de ‘Şeriat-i Muhammedi’dir. Ortaçağda ‘islâmi
İlimler’i tedvin
eden Müslüman
alimler, Arapların ihtiyacını karşılayan ‘Şeriat-ı
Muhammedi’ (Kur’ân-Sünnet) den ümmetin bütününün
ihtiyaçlarını karşılayacak ‘islâm şeriatı’nı
(İslâm medeniyetini) inşa ettiler. Geleneğin katılığı
ve taklidin yaygınlığı nedeniyle yeniçağa geçerken
bu ortaçağ şeriatı aşılamadı. İslâm dünyasının
her alanda yaşadığı krizin anlamı budur. Bugün ‘şeriat’
denince herkesin şuuruna üşüşenler bunun kanıtıdır.
Bu tasavvura göre
Kur’ân güneşe benzer. Güneş sıcaktır,
dinamiktir varlık olarak sınırları belli olsa da
ışıma yoluyla görülmez. Işıma yoluyla kendinden
bir şeyler kaybeder. Kur’ân’ın ışıması Müslüman
entelektüelin kalbi
(aklı ve sezgisi) vasıtasıyla olur. Kur’ân’ı
okuyan mümin entelektüel, ondan kimliğini, kişiliğini,
benliğini, karakterini ve bilincini oluşturur ve dünyevi
olgular, olaylar, fenomenler dünyasına dalar ve sorun
çözer. Kur’ân’ı tefsir etmez. Olayları tevîl
eder (aslına, hakikatine icra eder, çözer). Bundan
dolayı peygamber “Ma raahu’l-muminune hasenen
fehuva intallahi hesanun= müminlerin iyi gördüğü,
Allah indinde de iyidir” demiştir. Bu durumda hata da
yapılsa bir sevap alınır. Hz. Ömer böyle bir şahsiyet
idi.
Bu tasavvura
‘fenomenolojik’ tasavvur ismi verilebilir. Olguların
özüne bakar. Kur’ân bütünüyle ‘ölçü’ değildir.
Örnektir. Örneği kavrayan, Allah’ın karakterini ve
insanlardan ne istediğini anlayan mümin, Allah gibi
sorun çözer, kitap yazar, hüküm koyar. Çünkü
‘her dönemin ayrı bir hükmü vardır’(13/98).
Kitabı şerhetmez. Bulunduğu epistemolojik zemin
yorumsamacıdır. hermenötiktir. Rölativizm ile mutlak
hakikat iddiasının arasında, dinlemeyi bilen,
hakikatin bulunabileceğine inanan,
delile dayanan, iknai bir yoldur bu.
Bu tasavvuru bir başka
metaforla da açıklayabiliriz. Bu tasavvurun Kur’an
kavrayışı ‘yağmur’a benzer. Yağmur rahmettir.
Yağmuru oluşturan su yeryüzünden gökyüzüne çıkar
‘bulut’ olur yoğunlaşır ve yere ‘yağar’.
Vahyin, Kur’ân’ın fikri malzemesi de yerden alınır.
Vahyin bütün verileri yeryüzüne aittir. Olgular,
niyetler, duruşlar, fiiller Allah tarafından Semadan
dinlenir ve Vahiy pasajları (ayetler) olarak
‘inzal’ edilir. Vahiy, Kur’ân’da rahmettir(7/203). Yağmur humuslu topraklarda
berekete dönüşür. Vahiy de kalbi ‘yumuşak’ olan
insanlarda hidayete dönüşür.
Bu bakış açısında
merkez dinamik olduğu için çevre ve etraf da
dinamiktir. Hz. Muhammed ve Sünneti de ölçü değil,
örnektir (usce). Kur’ân ile sünnet arasındaki fark
Allah ile Hz. Muhammed (halik-mahluk) arasındaki
fark kadar büyük değildir. Hz. Muhammed’in
yanılabilirliği oranında azdır. İnsanların en hayırlıları
Sahabe, sonra tabiun, sonra etba-ı tebiun değildir. İnsanlar
bir tarağın dişleri gibi eşittir. En hayırlıları
en muttaki olanlarıdır.
Üçüncü
tasavvura göre din, salt bir takım kutsal kişiler
(peygamber, sahabe, veli, şeyh, imam, ilahiyatçı,vs.)
kutsal mekanlar (Kâbe, Mescid-i aksa, cami,vs.), kutsal
zamanlar (Ramazan, Cuma, Kadir gecesi vs.), kutsal
nesneler (Kur’ân, zemzem, tesbih, seccade, sarık, cübbe,
vs.) değildir. Din salt
ahiret için (köşk, şarap, huri) yapılan bir
takım özel ibadetler (hacc, oruç, namaz, Kur’ân
okuma vs.) de değildir. Din, Tevhid inancı ile
birlikte (iman) bunun zorunlu yansıması olan adalettir
(salih amel). Din, dünya içindir, dünya da ahiret içindir.
Din, gün boyu iyiliği, adaleti hakkaniyeti ayakta
tutmaktır, bunları ikâme etmektir. Kötülüğü,
haksızlığı, zulmü engellemektir (emr-ibil ma’ruf
ve nahye ani’l-munker). Sosyal ve siyasal günah işlememektir.
Çünkü bunlar büyük günahlardır. İnsan hakları
ihlalleri büyük günahlardır. Ahlâki her davranış,
gün boyu işlenen daimi sevaptır, ibadettir. Bir öneriyi,
çözümü, fikri ve fiili ‘dini’ kılan şey, başına
bir ayet veya hadis yerleştirmek değildir. Muttaki bir
bilinç, temiz bir vicdandan gelen her öneri, çözüm,
fikir ve fiil, dinîdir.
|