ANALİZ
 

ASKER VE SİYASET:

TEORİK TARTIŞMALAR VE SAPLANTILAR

 
1960'dan bu yana ordunun siyasetle ilişkilerinde yaşanan birtakım zigzaglar son zamanlarda büyük ölçüde ortadan kalkmıştır. TSK'nın siyasetle münasebetlerinde kendi bünyesinde cuntalaşmaya izin vermemesi büyük bir başarıdır. 

Askerin siyasetteki rolünün ne olduğu ve demokrasinin asker-siyaset ilişkileri çerçevesinde nasıl şekillenmesi gerektiği konusu Türkiye’de uzunca bir zamandır tartışılıyor. Yapılan tartışmalarda ilk göze çarpan husus, bunların teorik nitelikte olması. Bu tartışmaların, Avrupa Birliği gibi aslında milli devlet yapısını ortadan kaldırmak isteyen bir entegrasyon modeli çerçevesinde sürdürülmesi ise bir talihsizlik. Çünkü, milli devlet fikrine hiç mi hiç sıcak bakmayan, ciddiye alınacak düzeyde silahlı kuvvetleri olmayan, bu yüzden de dış politikasının icra edilmesinde silahlı kuvvetleri kullanma gibi bir seçeneği ve ihtiyacı bulunmayan AB’nin, hem Türkiye’deki demokrasiye bakış açısı hem de TSK’nın bu yapı içerisindeki yerine dair düşünceleri olabilecek en uç düşüncelerden meydana geliyor. Fakat buna rağmen, Türk aydınının önemli bir kısmı tarafından, AB’nin bu konulardaki talepleri aslında Batı demokrasisinin tabii uygulamaları ve talepleri zannediliyor.

Oysa durum hiç de öyle olmayabilir. Mesela, çok ciddi büyüklükte silahlı kuvvetleri olan ve bunu dış politikasında bir araç olarak kullanma durumuyla sık sık karşı karşıya gelen ABD ile AB arasında bu konulara bakış açısı itibariyle nüanslar olduğu farkediliyor. Bu nüansların 11 Eylül olaylarından bu yana giderek önemli farklılıklar haline gelmekte olduğu gözleniyor. AB ile arasında bu türden farklılıklar oluşuyor diye, hiç kimse Amerika’da demokrasi olmadığı iddiasını ortaya atamaz. Atarsa da, ciddiye alınmaz. Aynı şekilde, İsrail gibi, silahlı kuvvetlerine her zaman ihtiyaç duyan bir ülkenin asker ve siyaset ilişkilerine bakış açısının AB ile paralellikler arzetmemesi gayet normaldir. Bu durum İsrail’in demokrasisinin yeterli olmadığı iddiasına dönüştürülemez. Başka örnekler de bulmak her halde mümkündür; ama özetle vurgulanması gereken konu şudur: AB, bütün detaylarıyla demokrasi açısından tek referans noktası değildir. Dolayısıyla Türkiye’deki demokrasi ve asker-siyaset tartışmalarına AB penceresinden yaklaşmak her zaman sağlıklı neticeler vermeyebilir.

Mesele, Türkiye’de askerin nasıl ve hangi şartlarda siyaset içerisindeki rolünün istenmeyen derecelerde arttığının tesbit edilmesiyle doğrudan alakalıdır. Ayrıca Türkiye’deki askerin siyaset içerisindeki rolünü üçüncü dünya ülkeleriyle paralellikler kurarak izah etmeye çalışmak da anlamlı olmayabilir; zira, Türkiye’deki asker, üçüncü dünya ülkelerindeki örnekleriyle mukayese edilemeyecek oranda mesleki profesyonelliğe sahiptir. Hatta denilebilir ki, Türkiye’deki askerin profesyonellik sayısı Avrupa’daki orduların da oldukça ilerisine geçmiştir. Son yıllarda NATO ve/veya BM şemsiyesi altında gerçekleştirilen başta Bosna ve Kosova hava harekatları olmak üzere Türk Silahlı Kuvvetleri’nin katıldığı bütün operasyonlarda bu profesyonel seviye, defalarca uluslararası teste tabi tutulmuş ve Avupa ortalamasının epeyce üzerinde olduğu görülmüştür. Dolayısıyla TSK’ni üçüncü dünya ülkelerindeki profesyonel olmayan ve olmadığı için de siyasetle günü birlik meşgul olmayı alışkanlık haline getirmiş bulunan ordularla mukayese etmek doğru olamaz.

Türkiye’deki asker-siyaset ilişkisinin kendine ait bir tarihi çerçevesi olduğunu unutmamak gerekir. Özellikle İttihat ve Terakki döneminden başlatabileceğimiz ve ordunun kendisini devleti koruyan bir temel güç olarak görmeye başlaması hadisesi bazı değişikliklere uğrayarak, Atatürk ve daha sonraki dönemlerde iyice şekillenmiş ve bugünkü halini almıştır. Bu çizginin içerisinde kendine has epeyce unsur olduğu ilk bakışta farkedilir. Mesela Atatürk ve İnönü dönemlerinde orduyu ve ordu mensuplarını siyasetin dışına çekme çabaları kendine has bazı taktiksel adımlar olarak görülse de, temelde İttihat ve Terakki döneminde yaşanan acı tecrübelerin de bir sonucudur. Ve o acı tecrübeler üzerine inşa edilmiş bulunan, orduyu siyasetin dışında tutma çabaları, ordu içerisinde kalın bir çizgi halinde o günden bugünlere gelmiş durumdadır.

Tersine bir takım iddilar ortaya atılabilse de, aslında meseleye ordunun kendi penceresinden baktığımız zaman, TSK gündelik siyasetin dışında kalmayı başarmıştır. Üstelik 28 Şubat döneminde bunun aksini gösterebilecek pek çok tavır ve görüntü ortaya çıkmış olmasına rağmen, ordunun bu çizgisi devam etmektedir. Ordunun MGK’da gündeme getirdiği konuların iç ve dış güvenliği doğrudan ilgilendiren meseleler olduğu düşünülecek olursa, ordunun günübirlik politikaya karıştığı iddiası yeterince inandırıcı olamaz.

Bazı dönemlerde ve özellikle de 28 Şubat uygulamaları sırasında Genelkurmay karargahı adına ve çoğu zaman ‘yüksek rütbeli bir komutana’ atfen yazılan günübirlik sansasyonel haberler bu hassas çizgiyi zorlamıştı. Ayrıca, yeterince tarif edilmemiş ve içi somut unsurlarla doldurulmamış bir ‘irtica’ kavramıyla mücadele edilirken kullanılan psikolojik harp yöntemleri bazen bu hassas çizginin öte tarafına geçildiği intibaını yaratmıştı. Ancak bu tavırlar yapısal olmaktan ziyade konjonktürel özellikler arzediyordu ve zaten kendine has özellikleri olan 28 Şubat döneminin sona ermesiyle ortadan kalktı. Mesela 1998 Ağustos’undan bu yana ‘Genelkurmay Karargahında görevli çok üst düzey bir generale’ atfen sansasyonel haberler yapılmasına izin verilmemesi sistemin kendi içindeki kontrol mekanizmalarının eseridir. Aynı tarihten bu yana nitelikleri tarif edilmemiş ‘irtica’ kavramı ile mücadele adına fazlaca bir hareketlilik görülmemesi de belki 28 Şubat döneminde yapılan bazı taktiksel yanlışlardan geri adım atılması olarak yorumlanabilir. Hatta, bu noktada bir adım daha ileri gidilmek suretiyle 28 Şubat döneminin ikinci kısmının kendine ait bir gündem üzerinde döndüğü dahi iddia edilebilir. Bu ikinci iddiayı doğrulayacak fısıltı gazetesi bilgileri doğru olmasa bile, söz konusu dönemde yapılan taktiksel hatalardan geri adım atıldığı, toplumun önemli bir kısmını karşısına alma riski taşıyan taktiklerden geri dönüldüğü, bunun yerine, mücadelenin örgütlü İslamcılık anlayışı üzerine oturtulduğu ve Türk muhafazakarlığına has İslami unsurların giderek bu kavramın dışına çıkarıldığı gözlemlenebiliyor. Özellikle de ortalama muhafazakar insanı rahatsız edebilecek açıklama ve davranışlardan olabildiğince uzak durulmaya çalışıldığı farkediliyor.

Ancak bütün bunlar TSK’nın ‘irtica’ kavramı ile mücadeleden vazgeçtiği anlamına gelmez. İrtica ile yürütülen mücadelenin devam ettiğine hiç şüphe yok. Ancak bunun kavram ve somut anlamı konusunda değişiklikler meydana geldiğine de hiç şüphe yok. Ayrıca anayasal platform olan MGK çerçevesi dışında ve bilhassa basın yoluyla bir psikolojik harp yürütülmekte olduğuna dair en ufak bir işaret göze çarpmıyor. Dolayısıyla 28 Şubat’tan bugünlere konsept açısından olmasa da, kavramın tarifi ve yürütülecek mücadelenin stratejisi itibariyle bazı farklılıklar ve bazen da nüanslar oluştuğu iddia edilebilir. Bu açıdan bakıldığında Türkiye’deki muhafazakar çevreler ve bilhassa ortalama muhafazakar insan adına konuşan grupların ve yazarların 28 Şubat’a saplanıp kalmaları ve ordu-siyaset ilişkileri konusunda her zaman o dönemde yapılan bir takım aşırılıkları örnek vermeleri ilginç ve dinamik olmayan bir kafa yapısını yansıtıyor.

Bu noktada sık sık verilen bir örnek üzerinde de durmak faydalı olabilir. Ordu’dan disiplinsizlik nedeniyle ‘İslamcı’ personelin atılması…Bu konuda muhafazakar çevrelerde yapılan propaganda maalesef yapıcı olmayan bir kafa yapısını dışa vuruyor. Çünkü, Ordu, her halukarda hiç bir personelinin kışla dışında siyasetle meşgul olmasını ve/veya orgütsel faaliyet içerisinde bulunmasını istemez. Bu da hem özellikle İttihat ve Terakki döneminde yaşanan tecrübeler açısından hem de geleneksel ordu hiyerarşisinin ve emir-komuta sisteminin erozyona uğramaması açısından önemli bir kavramdır. Çünkü Ordu personeli bir siyasi örgütlenmeye kışla dışında dahil olduğu zaman, o yapılanma içerisindeki hiyerarşik düzenleme, ordunun kendi emir-komuta yapısına aykırı durumlar meydana getirecektir. Mesela dışarıdaki örgütlenmede bir yüzbaşı bir albaydan hiyerarşik olarak ön plana çıkabilir. Aynı yapının ordu bünyesindeki emir-komuta ilişkilerine yansıması kaçınılmaz olur ve bunun sonucunda da emir-komuta sistemi kurumsallaşamaz. Emir-komutanın kurumsallaşamadığı bir düzende ordu kavramı gerçek manasıyla oturmaz. Dolayısıyla, son yıllarda Ordu’dan disiplinsizlik nedeniyle atılanlar içerisinde ‘İslamcılar’ büyük bir yekun oluştursalar da, bu eylemi sadece onlara yönelik özel bir tavır olarak algılamak yanlış olabilir. Muhtemeldir ki, TSK kendi bünyesinde veya kışla dışında örgütsel davranışlar içerisine girilmesine, bu ilişkilerin dayanağı başka fikirler olsa da müsaade etmeyecektir.

Sonuç itibariyle şu hususların altının çizilmesi konunun daha iyi anlaşılması açısından faydalı olacaktır. 1960’dan bu yana Ordu’nun siyasetle ilişkilerinde yaşanan bir takım zikzaklar son zamanlarda büyük ölçüde ortadan kalkmıştır. TSK’nin, siyasetle münasebetlerinde kendi bünyesinde cuntalaşmaya izin vermemesi büyük bir başarıdır. Bu bile tek başına Türkiye’deki ordunun siyasetle ilişkilerinin başka orduların kendi ülkelerindeki siyasetle münasebetlerine benzemediğini gösteren ipuçlarından biridir. Mesela, Yunanistan dahil etrafımızdaki her ülkede silahlı kuvvetler iç siyasete defalarca müdahale etmişler; bu müdahalelerin bir kısmında ordu içerisinden bir general veya bir grup ön plana çıkmış ve çoğu zaman da bir başka darbeyle yıkılıncaya kadar iktidarda kalacak diktatörlükler kurmuşlardır. Oysa, belki de paradoksal bir biçimde TSK, her defasında, Türkiye’de duvara toslayan demokratik hayatı rayına oturtmak gayesiyle müdahale etme ihtiyacı hissetmiştir. Özellikle 1980 müdahalesi ve 28 Şubat adıyla anılan girişimler (eğer bu da bir müdahale olarak değerlendirilecek olursa) ya siyasetin liderler sultası yüzünden ülke sorunlarına cevap veremez hale gelmiş olması ve/veya 28 Şubat örneğinde olduğu gibi, aslında demokratik ideallere saygısı olmadığı varsayılan ve Cumhuriyetin temel prensipleriyle uyumlu olmayan bir kafa yapısının siyasi uzantısının önünü kesmek gayesiyle yapılmıştır. Ve her defasında ülke bir kaos ortamına sürüklenmişken, bu tür müdahaleler yapıldığı dikkate alınacak olursa, TSK’nin siyasetle ilişkisindeki belirleyici etkenin ülkenin iyi yönetilip yönetilmediği sorusuyla yakından ilgili olduğu daha iyi anlaşılacaktır.

Örneğin, Özal döneminde olduğu gibi, askerin bazı konularda anlaşmazlık içerisinde bulunduğu bir iktidara karşı ne bir yıpratma girişimi yapılmış ne de siyasi iktidarın atacağı adımları zorlaştıracak işlere tevessül edilmiştir. Çünkü bu dönemde ülke genel hatlarıyla oldukça iyi yönetilmiş ve kalkındırılmıştır. Hatta bir adım daha ileri giderek iddia edilebilir ki, ülke çok iyi yönetilmediği zamanlarda ve hem dış hem de güvenlik politikalarının tanzim ve değişikliğine dair asker ile hükümet arasında ciddi görüş ayrılıklarının yaşandığı şu anda bile, askerin gündelik siyasete müdahale ettiğini doğrulayacak hemen hemen hiç bir girişim veya örnek verilemez. Tam tersine, asker iç ve dış güvenlik ile doğrudan bağlantılı olmayan alanlara karışmamaya özen gösteriyor.

Ancak bu, askerlerin ülkenin geleceğine ilişkin kaygıları olmadığı anlamına gelmiyor. Tam tersine, basına yansıyan münferit açıklamaların hemen hepsinde mevcut hükümetin (özellikle de bir kanadının) AB siyaseti konusunda sergilediği ve teslimiyetçi denilebilecek tavra karşı eleştirileri olduğu anlaşılıyor. Ancak bunu muhtemelen MGK bünyesinde tartışmayı uygun görüyorlar ve tartışmanın kamuoyuyla paylaşılarak, adeta hükümeti yıpratma kampanyasına dönüşmesine izin vermiyorlar. Dolayısıyla, askerin gündelik siyasete müdahale ettiği ve bunu sık sık yaptığı yönündeki fikirler ya analitik derinlikten yoıksunduır ya da art niyet beyanıdır. Ayrıca, bir kurum olarak TSK’nın irtica, bölücülük gibi tehditlerle mücadelesinin ruhunu anlamadan, belli dönemlerdeki bazı uygulamaların genel niyet ve düşünceyi yansıttığı ve bunun hiç değişmez bir kural olduğunu zannetmek yanlış olur.

Genel konseptlerde kökten değişiklikler olmamakla birlikte uygulamada bazana nüans bazan da neredeyse farklılık haline gelen unsurları anlamak lazımdır ve bu açıdan Türk muhafazakar çevrelerinin 28 Şubat’tan bu yana olanları değerlendirmelerinde muhtemelen pek çok yararlar olacaktır. Öte yandan, AB çerçevesinden demokrasi kavramına bakmak suretiyle askeri eleştirmek ve her kötü şeyde askerin parmağını aramaya çalışmak yapıcı olmayacaktır. Bunun yerine, askeri siyasete gereğinden fazla çeken konjonktürün analizini yapmak ve siyasetin rant savaşı ve hükümet etmenin ise,  müesseseleşmiş yolsuzluğun sevk ve idaresi haline geldiği ülkemizde yönetim boşluklarını görmek gerekir. Bu boşluklar oluşmadığı ve ülke ortalama düzeyde bile olsa iyi yönetilirken askerin kendi bünyesinde meydana gelen cuntalar yoluyla yönetime el koymaya çalışması halinde, bundan müşteki olmanın siyasi ve ahlaki gerekçeleri olur. Aksi takdirde, seçim kaybettiği halde mafya yöntemleri ile partisinin başında kalan ve liderle birlikte organize yolsuzluklara imza atmayı kendi siyasi geleceği açısından başarı addeden siyasilerin, askeri eleştiren açıklamalarını, Avrupa standartlarının üzerinde bir profesyonelleşme başarısı elde etmiş bulunan TSK’ni, sistemin diğer unsurlarıyla aynı seviyeye indirme çabası olarak algılamak gerekir.

* Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Geri

yazikonusu-analiz
 
BU YAZIYA GÖRÜŞ BİLDİR


   


Yarın imzalı yazılar dergiyi diğer yazılar yazarlarını bağlar.
Kaynak gösterilmeden alıntı yapılamaz. Dergimiz basın ahlak ilkelerine uymayı taahüt eder. Yarın 2002 ©