KÜLTÜR/SANAT
Yarın
 

SÖZ TÜKENMEDİ.. UMUT YAŞIYOR

 
 

Türkiye geçtiğimiz on yıl boyunca; tarihine, kimliğine, millet, ülke ve devlet olarak niteliklerine dair derin yapısal tartışmaların içine sürüklenmiştir. Soğuk savaşın bitmesinden sonra dünya ölçeğinde başlayan yeni düzen arayışları nedeniyle, jeopolitiğin ve jeokültürün kalbinde ve kavşak noktasında bulunan ülkemiz de bu “derin tartışma gündemlerinin” sökün etmesi son derece doğal karşılanmalıdır. Türkiye, sorunlarının büyüklüğü altında ezilmek yerine “büyük çözümler” üretmeye çabaladığında, hem bölgesinde hem dünyada saygın bir yer edinecektir. Ayakları bu topraklara basmak kaydıyla her sorunu cesaretle tartışıp kalıcı çözümlere bağlamak öncelikli gündemimizdir. Politika, en geniş ve de asli anlamıyla kural ve kurumların insan ve toplum lehine tarif ve tanzimini sağlama ilmi ise, fikri/politik zeminde gösterilecek kolektif bir çabaya ülkemiz her zamankinden daha fazla muhtaçtır.

Bu bağlamda, biz, bu ülkenin, aidiyet ve haysiyet gibi değerleri önceleyen evlatları olarak, temel sorunlara bakış açımızı ve çözüme dönük vizyonumuzu ana hatlarıyla paylaşmak istiyoruz;

        Sorunlar ‘gövde siyaseti’ ile çözülür

· Türkiye’nin sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel entegrasyonu önemli ölçüde tamamlanmıştır. Fakat sosyo-politik entegrasyon, baskıcı siyasetler nedeniyle sorun alanı olmayı sürdürmektedir. Bu nedenle siyasetin asli anlamıyla   kurucu/toparlayıcı bir misyon üstlenmesi gerekmektedir.

· Türkiye’de bugün siyasetin uçlarda toplandığı ve uçlarda yapıldığı bilinmektedir. “Uç siyaseti”, ülkeyi kutuplaşmaya ve kutuplara dayalı krizlere itmektedir. Eksik olan, “gövde siyaseti”dir. Türk siyasetinin yeniden gövdesel ölçeklerde yapılır hale getirilmesine çalışılmalıdır.

· Siyaset alanı ciddi bir düzeysizlik ve kalitesizliğin sarmalı içinde patinaj çekmektedir. Baskıcı ve otoriter siyasi yöntemlere sıkça başvurulması siyasetin çıtasını/kalitesini düşürmüştür. Özgürlük alanının darlığı ve siyasetin kazanç kapısı olma özelliğinin sürmesi, varlıkları sorunun parçası haline gelen ‘kifayetsiz muhterislerin’ siyasi temsili çarpıtmasıyla sonuçlanmıştır. Siyasi partiler, sendikalar, odalar vb. temsil kurumları, kamu kaynaklarını talan etmeye dönük doymaz hevesleriyle klikleşmiştir. Siyasetin demokratikleştirilmesi, yapısal sorunlarımızın çözüme kavuşturulmasının başlangıcıdır. Sahte temsiller ve sahte temsilciler, bozuk sistemin ‘yeniden üretiminin’ bir parçasıdır.

 · Sert siyasi yöntemlerin alışkanlık haline gelmesinin yanında siyasi temsilin de ülke sorunlarını anlamak ve çözmekte yetersiz kalması gittikçe hem millet hem devlet düzeyinde beka probleminin doğmasını olası kılmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının zihninde çözümü içerde değil, dışarıda arama eğilimi yer etmeye başlamıştır. Bu ülkenin insanları mağduriyetlerini “burada” ifade etmek ve çözmekte zorlanmaktadırlar. Bu bağlamda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin neredeyse çare kapısı gibi algılanması manidardır.

- Bir devletin her görüş ve anlayıştan vatandaşlarının hepsinin bir arada ülkesinde sıkıntı çekip, “yabancı bir elden” medet umması görmezden gelinemez. Ortada bir sorunun bulunduğu açıktır. Aksi halde bir ülkede bu kadar çok hainin (!) türemesi izah edilemez. Bu noktada tek bir suçlu yoktur. Herkes kendi ölçüsünde suç ortağıdır. Önümüzdeki çıkmaz tek kişi/kuruma yıkılamayacak denli elbirliğiyle yaratılan bir çıkmazdır. Fakat bu çıkmazı aşmanın yolu rejim değişikliği arayışlarından değil, rejimin geliştirilmesinden geçmektedir.

 

        Elden gelenle öğün olmaz

· Türkiye, problemlerinin üstesinden “dış payandalarla” gelemez. Nitekim de öyle olmuştur. Tanzimat’tan AB üyeliği sürecine aradan geçen asırlara rağmen çatıştığımız konuların başlıkları hiç değişmedi. Sorunlarımızın çözüm yeri Türkiye’dir ve çözüm mercii ise Türk milletidir.  Sorunlar, bu ülke insanlarının karar ve mücadelesiyle çözülecektir. Elden “eman dileme” oportünizmine karşı çıkılmadır. Kaldı ki “yabancı elinden” felah yerine esaretin geldiğinin ispatı yakın tarihte yaşadığımız acılardır. Türk milleti, “ikballerini” kurtarmak için batı merkezlerine koşanlardan bu tutumlarının gerekçesini bir gün soracaktır.

· Uluslararası hukuk ve hukuk kurumlarının yeri ve işlevi doğru değerlendirilmelidir. Türkiye, uluslararası hukuk normları ile çatışan değil, katkı sunan bir ülke olmalıdır. Ancak uluslararası hukuk kurumlarının vereceği kararların hukuksal olduğu kadar siyasi sonuçlar da yarattığı hesaba katılmalıdır. Bu çerçevedeki kararlarda siyasi yan çoğu kez hukuki yanın önüne geçmekte ve Türkiye cezalandırılmaktadır. Bu cezadan ise, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak başvuru sahibine de pay düşmektedir. Türkiye, zaman zaman hukuk adı altında boyun eğdirme operasyonlarına maruz kalmaktadır. Hiçbir kişi ya da kurum ülkesini “aşağılatmaya” hak sahibi değildir. Türkiye Cumhuriyetinin yurttaşları olarak bizler, birbirimiz ile konuşmayı, tartışmayı ve elbirliğiyle problemlerimizi halletmeyi öğrenmeliyiz. 

· Hukuk(suzluk) milleti bunaltan, vicdan ve adalet duygusunu zedeleyen tarzda işle(me)mektedir. Bugün en temel kişi hak ve hürriyetleri tehdit altındadır. Hiç olmazsa doğal hakların, siyasi çekişmenin ve iktidar mücadelesinin dışına çıkarılması aciliyet taşımaktadır.

     

      Kuşatıcı/açık bir milliyetçilik anlayışına ihtiyaç vardır

· Türkiye’nin milli varlığına dair kafası maalesef karışıktır. Milletin içindeki alt kimlikler, yeni bir millet kimliği gibi öne sürülmektedir. Millet kimliği ise daraltılıp, zaman zaman alt kimlikler ile farkına varmadan neredeyse eşitlenmektedir. Sahte ve parçalayıcı milliyetçilikler çatışmasında Türkiye zayıflamaktadır.

· Türkiye’nin vatanlaşması, devletleşmesi ve müstakil bir varlık hüviyetini kazanması kaynağını, Türklerin tarihe yürüyüşünden alır. Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyet bu sürecin farklı tarih dönemlerindeki adından başka bir şey değildir. Bu bakımdan Türkün, tarihi/stratejik rolü inkar edilemez. Ancak bu rolün abartılıp ideolojikleştirilmesi, Türklüğün dün/bugünkü bütünleştirici ve yapıcı ruhu/işleviyle çelişeceği gibi,  kapsayıcı bir “kolektif iyi” inşasını da  engeller.

· Bu noktadan bakıldığında Türkiye iki milliyetçiliğin çelişkisini yaşamaktadır. Çatışan bu iki milliyetçilik, “kapalı milliyetçilik” ve “açık milliyetçilik”tir.

· “Kapalı Milliyetçilik”, devlet   aygıtının kutsanması, haklı demokratik taleplerin güvenlik kaygısıyla bastırılması, kişisel ve toplumsal gelişmenin engellenmesi ve millete ait kültür zenginliklerinden kaygı duyulmasını doğuran daralmacı, anti-demokratik ve dışlayıcı bir milliyetçilik anlayışıdır.

· “Açık Milliyetçilik”, milletinin kültürüyle barışık, gelişmeci, farklılıkları “yumuşak karnı” değil “gücü” gören, demokratik, çağdaş ve kapsayıcı bir milliyetçilik anlayışıdır.

      Din ve laiklik sorunları, özgürlükçü temelde çözülmelidir

· Din ve dindarlık tanımları/anlayışları, Türkiye’nin hala vuzuha kavuşturulması gereken “sorun alanı” olarak ortada durmaktadır. Türkiye’nin Din’iyle kuracağı ilişki ve bu bağlamda geliştireceği anlayış biçimi iç toplumsal barışın sağlanmasından, dış ilişkilerin düzenlenmesine değin geniş bir alanda “stratejik” sonuçlar doğuracaktır. Bastırılan ya da zorla biçimlendirilen dini hayat sonuçta çok sayıda “din feodali” yaratmıştır. Dini duygular, ticari ve siyasi çıkarlar için hoyratça kullanılmıştır. Millet ve gelenek bağlamında dinin toplumsal/siyasal yeri ve işlevi özgür bir tartışmaya açılmalıdır. Türkiye’nin dini ile barışmak (bu, tarih ve millet ile barış anlamına da gelecektir) ve ahlakı geliştiren “doğru” bir dindarlığı üretmekten başka çaresi yoktur.

· Başka bir kavga konumuz ise, laiklik anlayış(lar)ıdır. Laiklik, dogmaya, teokrasi ve kredokrasiye (her türlü inanç ve felsefenin iktidarı) karşı aklı ve yaşamı “özgür” tutmanın yöntemidir. Oysa ülkemizde laiklik, bu bağlamından uzaklaştırılmakta ve politik bir araç gibi kullanılabilmektedir. Türkiye, laiklik konusunda bu iki tehlikeden de uzak durarak özgürlükçü bir laiklik anlayışını geliştirmeye mecburdur.

      Teknoloji üretmek ve topyekün zenginleşmek hedeflenmelidir

· Türkiye, hiçbir yapısal ekonomik sorununu hal edebilmiş değildir. Bu nedenle sık sık krizler yaşamaktadır. Ekonomik kurtuluşun tek yolu üretimdir. Üretim ise, “teknoloji yaratımına” dayanmalıdır. Üretmeden, zenginleşmeden ve de hakça bölüşmeden ne onurumuzu, ne ülke olarak bağımsızlığımızı ne de kişi olarak insanlığımızı koruyabiliriz. Türkiye bugün, “talan dinamiğine” tutsak olmuştur. Kamu serveti, çeteci dayanışmalar marifetiyle üleşilmektedir. Ne yazık ki “vurgun düzeni” sosyal hayatı çürütecek boyutlara tırmanmıştır. Türkiye’nin ekonomisini “demokratikleştirmek” ve “teknolojikleştirmek”ten başka çaresi yoktur.

· Emek, çalışma ve hak etme küçük görülmektedir. Haram ve helal ise ancak subjektif bağlamda anlaşılmaktadır. “Hazineden geçinmek”, alkışlanan bir kazanç biçimidir. Zahmetsiz spekülatif kazançlar, yatırım/çalışma kazançlarına tercih edilmektedir.

· Rasyonalite, üretkenlik ve verimlilik sağlaması beklenen “özelleştirme politikası”, devletin güç ve denetimi kaybetme korkusu ile kapkaççı sermaye gruplarının talan hevesi arasında amacından sapmıştır.  Oysa milli kaynaklar, üretkenlik, rasyonalite ve verimlilik sağlayacak biçimde “tabana yayılmalı”, bunu temin edecek demokratik ve şeffaf bir özelleştirme siyaseti izlenmeli. 

     

      Dış politika ‘dışarıya’ endekslenmemelidir

· Türkiye, imkan ve potansiyellerine rağmen dış politikasında etkisiz ve etkisizliği sonucu da sürekli köşeye sıkışan bir ülke olmuştur. Taktik çelişkilerden medet uman, özür dileyici, en önemlisi milletini ve jeopolitik/jeokültürel derinliğini dikkate almayan bir dış politikanın uzun zaman sürdürülme şansı yoktur. Türkiye, stratejik bir dış politika anlayışı/pratiğine yönelmelidir. Türkiye, milli ve etkin bir dış politika çizgisinin uzağındadır. Dış politika, kapalı kapılar ardından çıkartılıp, gün yüzüne ve milletin önüne getirilmelidir. Türkiye, bir an önce Türkiye eksenli “milli dış politika stratejisini” oluşturmalıdır.

- AB ile eşit koşullarda bir müzakere vasatı oluşmadığı ve AB’nin Türkiyeyi sömürgeleştirmeye dönük örtülü politikaları devam ettiği sürece,Türkiye’nin kendisine, Jeopolitik imkanlarına ve Jeokültürel dinamiklerine dayalı birden fazla alternatif içeren uzun vadeli politikalar geliştirme hakkı kullanılmalıdır. Kaldı ki, AB üyeliği gerçekleşse dahi Türkiye’nin kendi stratejik hedefleri var olmaya devam edecektir.

Bu noktada;

Yerli/milli, 

Özgürlük, Adalet ve Eşitlikten yana,

Hak ve hukuka hasislikle sahip çıkan,

Hür teşebbüs ve hakça bölüşümden yana,

Bireye, bireyin özgürlüğüne ve eleştirel aklına itimat eden,

Siyaset, sosyal hayat, iktisat, kültür, eğitim ve teknolojide “çağdaş seviyeyi” yakalamayı ve geçmeyi amaçlayan,

Milletin hür ve serbest seçimler yoluyla belirttiği iradeyi tek meşru ve geçerli merci gören,

Uluslararası ilişkilerde ülkenin ve milletin çıkarına sahip çıkmayı ödev sayan, bir perspektifin geliştirilmesine; bu duygu ve düşünce ortaklığı taşıyanların biraraya gelerek iş ve güç birliği yapmasına ihtiyaç vardır.

Yarını inşa etmek için, bugün umutlarımızı canlı tutmak , sözün en güzelini dinleyip konuşmak boynumuzun borcudur.

YARIN, yarınımız için atılmış mütevazı bir adımdır.

BU YAZIYA GÖRÜŞ BİLDİR


   


Yarın imzalı yazılar dergiyi diğer yazılar yazarlarını bağlar.
Kaynak gösterilmeden alıntı yapılamaz. Dergimiz basın ahlak ilkelerine uymayı taahüt eder. Yarın 2002 ©