ANALİZ
Reha Çamuroğlu
 

SOLUN TANIMI ÜZERİNE

 
Solun krizi, insanın krizi demektir. Ama insanın yaratıcılığına güven duymayan bir sol da düşünülemez. Öyleyse sol, bu krizi aşacaktır. Ama belki de bunun için atalarını yardıma çağırması gerekmektedir. Muhtaçtır onların yardımına. Çoktandır unuttuğu delikanlılığını hatırlaması gerekmektedir.

Modern insanın ilk bakışta göze çarpan en önemli özelliklerinden biri, kendisine duyduğu hemen hissedilebilecek aşırı güvenidir. Faşizm, Nazizm, Komünizm gibi eşi görülmedik toplumsal felaketlerin, kendi çağında yaşanmış olması dahi, bu güveni fazla sarsalamış görünmemektedir.

Aşırı güvenin en önemli tezahürlerinden biri ise, şüphesiz benmerkezciliktir. Modern çağın bu özelliği, kavramlar tanımlanırken bariz bir şekilde ortaya çıkar. Ön ekler yapmaya bayılır bu çağın tanımlayıcıları. Aşkın, sanatın, bilimin, bin bir türü ve hali vardır. Bunlar klasik-aşk, romantik-aşk vb biçimlerde neredeyse sonsuzca türetilebilirler. Bazen bu türetmelerle özü kaybedebilirsiniz ve rahatlıkla kendinize sorabilirsiniz “Acaba modern çağ öncesi bütün bunlar yoktu da bizim kendilerine verdiğimiz adlar sayesinde mi bugün varoldular?” diye.

Sol ve solun tarihi sözkonusu olduğunda da bu geçerlidir. Bu eğilim, kabaca şöyle de tanımlanabilir; yeni dönem, kendi yeniliğini abartmak ve ne kadar harikulade olduğunu gösterebilmek için, kendisinden önceki dönemlere adeta işkence etmektedir. Neredeyse her şey, kendisi ile başlamıştır. Ondan önce bir şey yoktur, eğer varsa da kendisi öyle bir “paradigm shift” yaratmıştır ki öncekilere dönüp bakmak bile yararsız hale gelmiştir.

Buna göre sol, 28 ağustos 1789’da Paris’te kralın vetosuna karşı çıkan milletvekillerinin, meclis başkanının sol yanında toplanmasıyla başlamıştır. Yani sol, modern çağın bir ürünüdür, tarihsel bir döneme aittir ve eğer o dönem bitmiş ise, pekala bitmiş de olabilir. Sorun burada, ‘Modern çağın bitip bitmediği tartışmalarına yıkılabilir. Eğer bitmişse, sol da ve tabii ki sağ da bitebilir, yok bitmemişse sol’un çağ bitmediği için henüz “bitemez” olduğu kanıtlanacaktır. Postmodernizm kavramı ve bu kavramın tanımına ilişkin tartışmaların bu kadar “kanlı”geçmesinin bir nedeni de budur.

Şimdi bir an bu tartışmayı bırakalım. Varsayalım ki “sol”, modern çağın bir ürünüdür. Sorumuz yine geçerliliğini koruyacaktır. “Sol nedir?” Modern çağın verileriyle hareket ederek bu soruya cevap arayalım.

Türkiye’de yapılmış en iyi derlemelerden biri olan “Sosyalist Siyasal Düşünüş Tarihi”nde Mete Tunçay’ın aldığı isimlere bakarak işe başlayalım. Bu iki ciltlik derlemedeki isimleri alt alta sıraladığımızda karşımıza çıkacak ilk görüntü solun şu ya da bu kesimlerinin yıllardır “temel ilke” olarak gördüğü ve sistemlerini üzerine kurduğu ilkelerde, derin bir anlaşmazlık panoraması olacaktır.

İsimler şunlar;

1. Cilt:

II. Cilt

Saint Simon

Kautsky

Owen

Lenin

Fourier

Martov

Blanqui

Luxemburg

Louis Blanc

Stalin

Karl Marx

Preobrajenski

Friedrich Engels

Bukharin

Proudhon

Dimitrov

Lasalle

Blum

Bakunin

Lukacz

Çernişevski

Gramsci

Plekhanov

Roy

Bernstein

Mao

Jaures

Kardelj

Sorel

Crosland

S. Web

Guevara

Troçki

Örneğin bu isimlerin hepsi için, üretim araçlarının özel mülkiyetine, kategorik olarak karşı oldukları söylenebilir mi? Yine bu isimlerin hepsinin, siyasal tasarımları açısından, örneğin bir demokratik yönetim – bunun herhangi bir tarzı – konusunda hemfikir oldukları söylenebilir mi? Toplumun ya da insanın doğası üzerine aralarındaki muazzam farklar görmezden gelinebilir mi? Bu isimler arasında, solu bir ekonomik kalkınma modeli, tümüyle yeni bir yaşam tarzı, bir siyaset etme modeli olarak görenler yok mudur? Bu isimlerin iktidarla ilişkilenme biçimleri arasındaki farkları görmezden gelebilir miyiz?

Bütün bu renkli tablo karşısında ne yapabiliriz? Kimileri bu duruma çözümü, “tekfir”, yani kâfir ilan etme tavrında bulmuşlardır. Öyle ya Stalin solcu ise Bakunin solcu olabilir mi? Ya da tersi? Kautsky solcuysa Lenin’e ne diyeceğiz?

Solu hiçbir işe yaramayan bir kavramla, “son tahlilde”, üretim araçlarının özel mülkiyetine karşı olmak olarak görenler, zorunlu olarak bu tabloda eksiltme yapmak durumunda kalacaklardır. Solu, insanların toplumlarının yönetimine demokratik olarak katıldıkları bir proje olarak görenler de bu listeyi eksiksiz kabul edemez. Hatta dahası solu bir tür muhalefet kabul edenler de. Dahasını söyleyelim, dindışı kabul edenler de bu listeden ayıklama yapmak zorunda kalacaklardır. Bir de listede olmayan isimler  var ve bu isimler durumu daha da karmaşıklaştırabilir. Mesela Mahatma Gandhi solcu mudur? Lev Tolstoy? Nelson Mandela? Vaclav Havel? Ali Şeriati? Ya da işin içine sağdan isimleri karıştırabiliriz. Örneğin öyle sol tanımları yapılmış ve savunulmuştur ki, bunlara göre, Ernst Roehm* pekala solcu ilan edilebilir. Bereket edilmemiştir. Niçin? Anti-semit olduğu için mi? Hayır. Yukarıdaki listede anti-semit olanlar yahudi kökenli olanlarla birlikte boy göstermektedir. O listede yahudiler üzerine görüşleri bugün sağcılar tarafından da ırkçı kabul edilecek en azından bir isim vardır. Geriye tek bir kriter kalmaktadır. Ernst Roehm kendi ifadesiyle sağcıdır!

Listemizdeki isimler kendi ifadeleriyle solcudur. Öyle ise kendisini solcu olarak tanımlayanı solcu kabul etmekten başka bir yolumuz yoktur. Peki bu listeye toplu bakışımız bize ne öğretebilir? Birincisi, en genel haliyle, sol kavramının, çok gevşek ve muğlak olduğudur. İkincisi, sağ ve sol kavramları gibi, sağcı ve solcu kavramlarının da geçişli olduğudur. Öyle ki, bu listede “sağcı solcular”, “solcu solcular” gibi bir ayrım yapmak bile olanaklı olabilir. Eğer listemiz sola ait değil, sağa ait olsaydı, aynı şeyi yapmak yine mümkün olacaktı. Öte yandan, her iki listedeki isimler, “karşı” kamptakı bazı isimleri “kendi” kamplarındaki bazılarına kolaylıkla tercih edebileceklerdi.

Üçüncüsü, sol düşüncelere ve solun önemli toplumsal eğilimlerinin temsilcilerine bakarak, ortak bir “sol tahayyül” belirlemenin olanaksızlığıdır. “Sol tahayyül” ya da “Sol düşünce” diye başlayıp, “….dir” diye biten cümlelerin hiçbiri, cümleyi yazanın ya da onun temsil ettiklerinin görüşleri dışında bir şey ifade etmemektedir. Bu, en iyi niyetle bir temenni, en kötü niyetle de bütünü temsil etme savının dışavurumundan başka bir şey değildir. Bu nedenle, benim yazdıklarımın da benim atfettiklerimden başka bir şey olmadığı ortadadır.

Dördüncüsü, bu tablodan çıkaracağımız belki de en önemli sonuç, solun marksizmden ibaret olmadığı ve ne geçmişte ne de günümüzde, marksizmin, solu tek başına temsil etmediğidir. Marksist olmayan gelişmiş sol geleneklerin bulunduğu ülkelerde, bu, vurgulanması dahi gerekmeyen bir sonuç olurdu. Ama dünyanın birçok bölgesinde marksizm = sol, sol=marksizm denklemi kurulmuştur ve bu kabul, sadece modern sol tarihi kavramakta bile, olağanüstü bir perspektif daralmasına yol açmıştır.

Ama bu, sadece “böyle olduğunun bildirilmesi” ile sonuçlanacak bir durum değildir. Bu belirlemenin düşünsel sonuçları büyüktür.

Yine sadece listemizden kalkarsak görürüz ki, bu listede “Ütopyacı”, “Fabiancı”, “Anarşist”, “Anarko-sendikalist” akımların temsilcileri de vardır. Bugün ise, marksist olmayan solun daha da gelişmiş, çeşitlenmiş olduğu bilinen bir durumdur.

Bu neyi değiştirir? Bu durumun değiştireceği temel noktalardan biri, solun, iktidar ve iktidar kavramıyla ilişkisidir. Bir diğeri, Marksizmin “sınıf mücadelesi” kavramıyla ilgilidir ki, marksist olmayan “solların” önemli bir kısmı bu kavramı reddetmektedir. Bu kavramın reddi ise iktidar kavramıyla birlikte alındığında, sola, modern çağ öncesine de açılan bir kavramsal genişleme kazandırır.

Örneğin kendisini iktidara alternatif olarak tasarlamayan, hareketini siyasal iktidar alanlarının dışında oluşturmaya yönelen bir sol eğilimi, bu nedenle, solun dışında görebilir misiniz? Göremezseniz, aynı şekilde modern çağ öncesi bir dizi statüko karşıtı hareketi de, aynı nedenle sol dışında değerlendiremezsiniz. Bu, şu anlama da gelmekdedir; sol-sağ ikilisini siyaset sınırları içinde tutamaz, bu kavram çiftinin içeriklerine, yalnızca bu alanda kalarak varamazsınız.

Yine bu maddeden olarak, günümüzün “solu yeniden tanımlama” çabalarının, nedense bir türlü yüzleşmek istemediği bir konuyla karşı karşıya kalırız. Günümüzün yeniden tanımlama çabalarına, çarpıcı bir şekilde, “anti-otoriter” olmak, “tahakküm karşıtı” olmak ve özgürlükçü olmak savları damgasını vurmaktadır. Bu benim için “olumlu” bir gelişme iken, bunu vurgulayanların, bu yeni gözlerle, marksizmin kendisi ve marksist hareketlerin tarihine fazlasıyla bakmamış olmaları düşündürücüdür. Oysa özgürlüğü, “Zorunlulukların bilincine varmak”, devrimi, “… tarihin en otoriter eylemi…” şeklinde tanımlayan, işçilere fabrikaya girerken “özgürlüklerini dışarıda bırakmayı” tavsiye eden bir gelenek, yani marksizm, orada öyle durmaktadır.

Son yıllarda Türkiye’de henüz etkileri ya da benzerleri görülmese de, dünyada “Yeni bir hayat” isteyenlerin kendilerini solda adlandırsalar da adlandırmasalar da “kutsal”la yeni bir dizi ilişkilenme tarzı geliştirdiklerini de görmekteyiz. Örneğin solu ve “yeni hayatı”, marksizm penceresinden hiç görmemiş Ursula le Guin, kendisini “Taocu-anarşist” bir konuma koyarken, bu konumunda yalnız görünmemektedir. Yakın gelecekte solun hesaplaşmak zorunda kalacağı meselelerden biri de, budur. Elbette bu, kendi geçmişiyle daha cesur bir yüzleşmeye gereksinim duyuracaktır.

Bütün bu saptamalar, bizi, solu tanımlamakta ve yeni bir sol tahayyül kurmakta nereye götürür? Burada Noam Chomsky’nin satırlarına başvurmak istiyorum;

“Evet, ben bir insan doğasından söz ediyorum, ancak karmaşık nedenlerden dolayı değil. Bunu yapıyorum, çünkü ben aptal değilim ve başkalarının kültürel bakımdan empoze edilmiş aptallığa düşmelerini istemiyorum. Benim torunum bir kayadan farklı mı? Bir kuştan? Ya da bir gorilden? Öyleyse, insan doğası diye bir şey vardır. Bu tartışmanın son noktasıdır: sonra insan doğasının ne olduğunu sorarız.”

“Entelektüeller, yani sosyal, kültürel, ekonomik ve politik yöneticiler için insanların “doğasının olmadığına”; tümüyle biçimlendirilebildiklerine inanmak pek uygundur. Bu, manipülasyon ve kontrol karşısındaki bütün ahlakî engelleri ortadan kaldırarak iktidar, prestij ve zenginlik edinmenin yolunu açar. Bu o kadar aptalca bir doktrindir ki, hiç kimse bir açıklama istememiştir. Bana göre entelektüel ve sosyal tarihin önerdiği de budur.”

[“Noam Chomsky-Bir Muhalifin Yaşamı” Doğan Kitapçılık. Çeviren: Gülden Şen İstanbul 2001 içinde. S. 247 s. 248)

Sol, bugüne kadar alışmadığı bir insan kavrayışı geliştirmek zorundadır. İnsan, tarihinden ibaret bir yaratık değildir. Bu anlamıyla tarihinin ürünü hiç değildir. İnsanı ve insan doğasını en geniş haliyle kucaklamak, insanı evrenin ve evreni insanın bir parçası olarak görmeksizin olanaksızdır.

Tarihte bildiğimiz belki de ilk “solcu” çığlık, Sümer’de Urukagina ayaklanması sırasında kullanılan “Amargi” (Sümerce, Özgürlük ya da ana rahmine dönüş”) çığlığıydı. Çünkü “sol”, uygarlığın kendisi  kadar eskidir. Sol, toplumsal olarak yeni bir hayat arayışı demektir. Bu anlamıyla sol ve sağ kavram çifti, Yin ve Yang*, Eril ve Dişil, yer ve gök kavram çiftleri kadar kadimdir. Belki bu kılık ve bu evrensellikleriyle modern çağdan bu yana sözlüklerimizde yerlerini almışlardır ama bu, onların özünün, uygarlıkla birlikte varolduğu iddiamızı değiştirmez.

Adına hayat dediğimiz büyük ve küçük oyunun parçalarıdır sağ ve sol. Etik, estetik, düşünsel, psikolojik, ekonomik binbir nedenle, bu oyunun bir yerinde rol alır insanlar. Roller değişebilir, bazense taraflar bir diğerine dönüşebilir. Belki sağ haklıdır; “varolan değişecekse kendiliğinden olur bu, onu değiştirmeye çalışmak kargaşa yaratır” derken, insanın bir zerre olduğuna işarettir bu, sol ise ne varolan ve ne de kendiliğinden gelecek değişimle yetinmektedir, o, yeninin adını koymak, sesleri beste yapmak peşindedir, insanın tüm zerreleri topladığına işarettir bu.

Lao Tse şöyle der bir yerde;

“Varlık olmayan koyar yerin ve göğün adını/ Varlık koyar binbir  şeyi doğuranın adını/ Bundandır; bazısı durmadan eğleşir varlık olmayanla/ Çünkü bulmak ister esrarını/ Bazılarıysa eğleşir durmadan varlıkla/ Çünkü korumak ister onun sınırlarını/ Aynıdır ikisinin de kaynağı/ Farklıdır lâkin adları:”

Bu nedenle sağ değişmez. Sol onu değiştirir. Solun uzun süredir değişememesidir belki de kimilerine tarihin sonunun geldiğini düşündüren.

Solun krizi, insanın krizi demektir. Ama insanın yaratıcılığına güven duymayan bir sol da düşünülemez. Öyleyse sol, bu krizi aşacaktır. Ama belki de bunun için atalarını yardıma çağırması gerekmektedir. Muhtaçtır onların yardımına. Çoktandır unuttuğu delikanlılığını hatırlaması gerekmektedir.

“Her tür tahakküm ilişkisinin meşruiyetini reddetmek”, belki de iyi bir başlangıçtır bunun için. Ama unutmamak gerekiyor, sol, yeni bir mana aramaktadır, yeni bir dava değil. Uğruna ölünecek davalar, kötü bir ima içerirler; uğurlarına öldürmeyi!

“YARIN” dergisinin çıkacağını öğrendiğimde ve nazik bir davranışla benim bu dergi için yazmam istendiğinde ilk aklıma gelen konu sol ve yerlilik ilişkisi oldu. Böyle bir konunun hakkını verebilmem içinse konuyu biraz başlardan almam gerekiyordu. Bu nedenle okurlarımın bu yazıya devamı gelecek bir bütünün parçası olarak bakmalarında fayda görüyorum. n

* Nazi SA kıtalarının kurucusu. Hitler’in yakın çalışma arkadaşı.

yazikonusu-analiz
BU YAZIYA GÖRÜŞ BİLDİR


   


Yarın imzalı yazılar dergiyi diğer yazılar yazarlarını bağlar.
Kaynak gösterilmeden alıntı yapılamaz. Dergimiz basın ahlak ilkelerine uymayı taahüt eder. Yarın 2002 ©