ANALİZ
Muahmmet Çakmak
 

SOL GELENEĞİ ANLAMAK

 
Şunu itiraf etmeliyim ki ilahiyatçı akademisyenler olarak bizlerde geçmişin tozu dumanı arasında kalan Karl Marks’ı tanımaya çalışıyoruz. Bu gün Marks’ın yabancılaşma konusundaki görüşleri, insan anlayışı son derece ilgi çekici gözükmektedir.

Türk Solu nedir? Sorusuna cevap aramak, her şeyden evvel bu konuda yazılan metinlerin neler olduğu konusunda ciddi bir araştırmanın yapılması gerekliliğini ortaya koymaktadır.

Türkiye’de sol söylemin ortaya çıkış süreci her ne kadar Osmanlı aydınlanmasının başlangıç yıllarına götürülmek istense de bunun o kadar da gerçekçi bir yaklaşım olmadığı görülecektir. Hatta solu yerlileştirmek yada ona yerli karekterini bahşetmek için Şeyh Bedreddin’in Varidatına dayandırmak Türkiye solunun ilginç arayışlarından biri olarak gözükmektedir. Benim burada sunacağım kompozisyon Türkiye’de solun serüvenine ilişkin bazı değerlendirmelerden ibaret olacaktır.

Marksizmin Dünya ölçeğinde anlaşılması ve değerlendirilmesi noktasında baktığımız zaman Türkiye’de son derece yüzeysel ve derinliği olmayan tartışmalara tanık olmaktayız. Çünkü Türkiye’de Marksizm, entelektüel ve akademik bir ilgi alanı olmasının ötesinde romantik ve duygusal bir inceleme alanı olarak gözükmektedir.

Marksizmin, Ekim Devrimi’nin hemen sonrasında Türkiye’de ortaya çıkan görüntüsü son derece müphem ve belirsiz imajlarla doludur. Çünkü Sovyetler Birliği genç Türkiye Cumhuriyeti için ciddi bir ideolojik değişmenin sembolü olmasının ötesinde geçmişin imparatorluk rekabetine dayalı ezeli bir hasım olarak algılanılmaktadır. Bu dönemde ortaya çıkan Yeşilordu hareketinin kısa sürede etkisizleşmesi bu durumun tipik bir örneğidir. 1940’lı yıllar Türkiye’de yavaş yavaş sol düşüncenin tanınmaya ve anlaşılmaya başladığı yıllardır. Bugün bu gecikmiş anlamanın sadece sosyolojik bir arka planı yoktur. Bu aynı zamanda Karl Marks’ın eserlerinin geç yayınlanmasıyla da ilgilidir. Marks’ın gençlik eserleri Riazanol ve Mayer tarafından 1932 yılında yayınlanırken, Principle de la Critigue de I’Economie Politigue 1932-1941’de ancak yayınlanabilmiştir.

MARKSİST GELENEK OLUŞAMADI

Marksizmin Türkiye’de algılanma biçimi tarihi süreç içerisinde incelendiğinde onun özüne ilişkin değerlendirmelerin dışında, büyük ölçüde Sovyetler Birliği’nde ortaya çıkan siyasi ve politik görünümüyle alakalı değerlendirmeler olduğu görülecektir. Bu durum daha sonraları Doğu Avrupa örneğiyle zenginleşecek ve nihayetinde de Çin’deki yarı maoizme dönüşmüş bir Asya tipi solculuğun benimsenmesine kadar varacaktır. Bu süreç derinlemesine incelendiğinde Türkiye’de Batılı anlamda Marksist bir geleneğin niçin oluşmadığı anlaşılacaktır.

Raymound Aron ‘Sosyolojik Düşüncenin Evreleri’ adlı eserinde son derece titiz ve dikkatli hazırlanmış bir Marks biyografisi sunarken aynı zamanda Marksizme ilişkin evrensel bir yanlış anlamaya dikkatleri çekmektedir. O’da Marks’ın kapitalist bir toplumun sosyologu olduğu gerçeğidir.

Karl Marks, bir taraftan sömürge imparatorluklarının refah ve zenginliğinin, büyümesine tanık olurken öte yandan bunun son derece kısıtlı bir kitle tarafından tüketilmesine tanık olmuştur. Onun yaşadığı yüzyıldaki en büyük beklentisi müreffeh vatandaşların artık kendi toplumsal gerçekliklerine ilişkin çarpıklıkları giderecek bir misyon üstlenmesidir. Her türlü ihtiyaçlarını temin eden vatandaşların bir üst aşamaya transfer olabilmelerini beklemekte ve bu durumunda bütün yabancılaşmalardan kurtulmanın gerçek yolu olduğunu düşünmekteydi.

Özellikle de İngiliz, Alman ve Fransız sanayi bölgelerinde başlayacak bir sosyal değişmenin bu duruma zemin hazırlayacağını söylüyordu.

Marks’ın bu beklentisi yüzyılı aşkın bir süredir hala gerçekleşmedi. Tam tersine bu söylem dünyanın en yoksul ve fakir ülkelerinde yaşayan vatandaşlarının umudu haline geldi. Eğer Karl Marks 14 Mart 1883 yılında ölmeseydi ve 1917 Ekim Devrimi’ne tanık olsaydı, bu devasa felsefi sistemin hangi değişimlere gebe kalacağını düşünmek oldukça güç gözükmektedir. Onunla ilgili çarpıcı değerlendirmelerden biri de, onun “yeni bir topluma gebe olan eskimiş bir toplumun ebesi” olmasıyla ilgilidir.

Bu tanımda Marks’ın beklentileri gibi ortada kaldı ve hiçbir zaman gerçeklik alanı bulamadı.

SANCILI TRANSFORMASYON

Bu gün kapitalist toplumlar 19. Yüzyılın başlarında olduğundan daha dinamik ve örgütlü gözükmektedirler. Artık Batılı gelişmiş toplumlar silahlanmaya ayırdıkları bütçelerin daha fazlasını eğitim ve sağlık harcamalarına ayırmakta, gayrisafi milli hasılalarını insanlık tarihinin en yüksek sınırlarına çıkarmaktadır. Kapitalist ekonomiler küresel işbirliği alanları oluşturmakta, üretim biçimleri artık insani işgücünü devre dışı bırakan bir teknolojik birikimle yer değiştirmektedir.

Bütün bu olan biten realiteler batıdaki Marksist sosyalist hareketleri artık bir ideolojik rengi olan farklı bir sistemin mensupları olmaktan öte, sanata, çevre sorunlarına ve insan hakları ihlallerine duyarlı entelektüel birer topluluk haline getirmektedir. Bu anlamda Batı’da Marksist geleneğin yeni vizyonunda demokrasi  gözükmektedir. Kuşkusuz bu durum Marks’ın beklentilerine ilişkin sessiz ve derinden ilerleyen bir dönüşümün öyküsüdür. Batı’daki bu değişimin Türkiye’deki yansısı oldukça sınırlı bir alanda gözükmektedir.

Buna ilişkin gözlemler ve anektodlar değerlendirildiğinde transformasyonun son derece sancılı ve zor olduğu görülecektir.

Türkiye’de 1960 ve 1980 yılları arasındaki dönemde, bin parçaya bölünmüş, kendi içinde ayrışmış ve gittikçe de felsefi kökeninden kopmuş bir sol geleneğin oluştuğunu söyleyebiliriz.

Kuşkusuz bu durum, amip bölünmesini andıran kopuşlar, Türkiye gerçeğinin ta kendisidir. Çünkü bu ülkede hiçbir söylem derinlemesine bir bilimsel gözlükle incelenme fırsatı bulamamıştır. Anadolu’nun duygusal gençleri için İslam, Komünizm, Milliyetçilik vb. her şey, sadece uğrunda ölünmesi gereken şeylerdir. Bütün bu değerler, adeta birer felsefi postulat olarak kabul edildi ve dokunulmaz, eleştirilmez alanlara irca edildi. Çünkü içerisinde bulunduğu ideolojik örüntüyü eleştirmek, gemiyi terk etmek zorunda olmak anlamına gelmekteydi.

Sadun Aren’in ‘TİP’ adlı çalışmasında bu durumu anlatan son derece çarpıcı iddiaları bulunmaktadır. Öyle ki Aybar’ın merkezi otoriteyi kaybetmemek için TİP üyeliğini dünyanın en zor üyeliğine dönüştürdüğünü ifade etmektedir. Aynı zamanda Yön’cülerle FKF(Fikir Kulüpleri Federasyonu)’cilerin birbirlerini saf dışı bırakmak için hangi kumpaslara girdiğini çarpıcı bir dille anlatmaktadır.

Bütün bu olan biten her şey Asyalı, Ortadoğulu karakterinden kurtulamamış bir toplumun zihin dünyasına ilişkin argümanlar olarak gözükmektedir. Bu durum aynı zamanda, Tönnies’in Cemaat ve Cemiyet ayrımına ilişkin değerlendirmelerinin, yukarıda ifade edilen hususlar konusunda ne kadar önemli olduğuna da işaret etmektedir. Kuşkusuz millet olarak bizim bütün toplumsal organizasyonlarımızda bir cemaat bağlanımını görmekteyiz. Bu gün Türkiye’deki sivil toplum kuruluşları ve siyasi partilerin yapısına bakıldığında bu durum açıkça görülecektir.

Dünyanın asırlık politikacıları Türkiye’de yaşamaktadır. Ne kadar başarısız olursa olsunlar onlar görevlerine devam edebilecek bir sosyal evren bulabilmektedir.

İlginçtir Türkiye bu yüzüyle arabesk bir toplumdur. Hangi düşünceye ilişkin bir toplumsal kümelenme oluşursa oluşsun orada asırlık bir liderin tartışmasız varlığına tanık olmaktayız.

Bugün Türk solu 1980 öncesi hareketliliğini kaybetmiş gözükmektedir.

ENTELLEKTÜEL   PAYLAŞIM GEREKİYOR

Türkiye’de sol geleneğe mensup bir çok insan, kişisel otobiyografilerini anlattıkları çalışmalarında hem sol söyleme ilişkin sorgulamalarda bulunmakta  hem de kendi kişisel yönelimlerine ilişkin değişim süreçlerini anlatmaktadırlar.

Bu kişiler arasında bazı isimler hepimizin dikkatini çekmektedir. Özellikle Turhan Feyizoğlu’nun iki güzel çalışması olan “Mahir” ve “Bizim Deniz”, bu gün Türkiye’de son derece farklı alanlarda olan insanların hatıralarıyla doludur. Değişim son derece hızlı oluşmaktadır. Bu gün Türkiye’nin en önemli gazete yazarları ve televizyon yöneticileri, arasında bulunan eski tüfeklerin hiç biri artık marksist gelenekle ilgilenmiyor. Onlar ileri sanayi toplumunun seçkin bireyleri konumundadırlar. Ben, bu durumu küçümsemiyorum. Hatta önemsiyorum. Çünkü, insanlar değişebilmelidir. Hiçbir düşünce insanı kesin inançlı hale getirmemelidir. Hepimizin hayatları yaşanmaya, sevmeye, sevilmeye ve evreni keşfetmeye değer hayatlardır.

Yaşadığımız yüzyıl bizden bir önceki kuşağın acı deneyimleriyle dolu. Bizler, dün Marksist olan ama bu gün demokrasiden yanayım diyen Hasan Cemal’i ya da “Valdo Sen Neden Burada Değilsin” de “selim bölge”yi şiire olan bağlanımında bulan İsmet Özel’i zevkle okuyoruz.

Şunu itiraf etmeliyim ki ilahiyatçı akademisyenler olarak bizlerde geçmişin tozu dumanı arasında kalan Karl Marks’ı tanımaya çalışıyoruz. Bu gün Marks’ın yabancılaşma konusundaki görüşleri, insan anlayışı son derece ilgi çekici gözükmektedir.

Bu gün bizi çevreleyen bu entelektüel zenginlik bir paylaşıma dönüşmelidir. Yaşadıklarımızı görkemli hale getirmek paylaşmakla mümkündür.

yazikonusu-analiz
BU YAZIYA GÖRÜŞ BİLDİR


   


Yarın imzalı yazılar dergiyi diğer yazılar yazarlarını bağlar.
Kaynak gösterilmeden alıntı yapılamaz. Dergimiz basın ahlak ilkelerine uymayı taahüt eder. Yarın 2002 ©