ANALİZ
Hasan Ünal
 

FİLİSTİN HADİSELERİ ve TÜRKİYE

 
Oysa Türkiye baştan beri dengeli bir arabulucu rolü oynayabilirdi. Üstelik, bu rol, olaylar bu noktaya tırmanmadanda yapılabilirdi.
İsrail’in Filistin Yönetimi’ne ait toprakları işgal etmeye başlamasıyla yeniden alevlenen Ortadoğu olayları devam ediyor. Bu satırların kaleme alındığı sırada İsrail’in bölgedeki işgali dördüncü haftasını doldurmak üzereydi ve İsrail’in işgal ettiği topraklardan kısa sürede geri çekileceğine dair yeterli işaret yok gibiydi.

İsrail’in Filistin topraklarına girmesi ve bu topraklarda terörist olarak tanımladığı canlı bomba eylemlerini örgütleyen güçlerin alt yapısını yok etmeye yönelik operasyonlara girişmesi belki de beklenen bir gelişmeydi. Muhtemelen, Filistin Yönetimi, İsrail’in bu denli kapsamlı bir harekata kalkışacağını tahmin etmemişti; ancak, ikinci İntifada dalgasının başlamasından bu yana cereyan eden olaylar dikkatle incelendiğinde İsrail’in bu operasyonlarının gelişini tahmin etmek o kadar da zor görünmüyordu.

İsrail solunun toprak vermek suretiyle Filistin ve Suriye ile kapsamlı bir barış anlaşması yapılmasından yana olan unsurlarının belki de en ‘cömerti’ diyebileceğimiz Ehud Barak yönetimi ile Arafat arasında Camp David’de 2000 yılı içerisinde sürdürülen görüşmelerin barış anlaşmasıyla sonuçlanmaması; liderlerin bölgeye dönüşlerinin hemen ardından ikinci İntifada dalgasının başlaması ve bunu müteakiben Şaron’un İsrail’de seçimleri hem de ezici bir farkla kazanarak iktidara gelmesi şu anda yaşananların habercisi gibiydi.

İNTİFADA VE DİPLOMASİNİN SONU

Camp David görüşmelerinin başarısızlıkla sonuçlanması pek çok açıdan bir dönüm noktasıydı; zira Orta Doğu barış sürecinin kalıcı bir anlaşma ile sonuçlanması açısından Camp David görüşmeleri, ulaşılan önemli bir zirve noktayı temsil etmekteydi. Camp David görüşmelerini düzenleyen ikinci Clinton yönetimi o tarihe kadar dünyanın pek çok bölgesindeki barış girişimlerini kendi açısından başarıyla sonuçlandırmıştı ve İsrail’e belli oranlarda baskı yapılarak, onları Filistinlilerle uzlaştırmanın mümkün olduğu düşüncesini benimseyen bir noktadaydı. İsrail’de eski genelkurmay başkanı ve birinci İntifada dalgasıyla mücadelede ün kazanmış Ehud Barak başbakan olmuştu. Barak, Filistin ve Suriye’ye toprak verme karşılığında barış yapılması sloganıyla seçimleri kazanmıştı. Dolayısıyla bu konuda İsrail kamuoyu kendisini hazırlamıştı.

Filistin tarafında ise Arafat, pek çok sorunlarına rağmen liderliğini perçinlemiş ve Arap dünyasında bazı istisnalar dışında barış için olumlu bir hava oluşmuştu. Bu şartlar altında yapılan Camp David görüşmelerinden istenen ve beklenen bir neticenin çıkmaması ve hemen ardından ikinci İntifada dalgasının patlak vermesi, soruna taraf olan hemen herkesin başlangıç pozisyonlarını değiştirmesine sebep oldu. Camp David’de Arafat’a Gazze ve Batı Şeria’ya ilaveten Kudüs’ün bazı mahalleleri teklif edilmişti ve öyle anlaşılıyor ki, Filistin tarafının bu teklifleri kabul edeceği bekleniyordu. Ancak Filistin toplumu içerisinde barış sürecine toptan karşı çıkan ve İsrail’i yok edinceye kadar mücadele etmekten yana görünen başta Hamas olmak üzere  radikal grupların baskısıyla Arafat, masaya konulan önerileri reddetti. Görüşmelerin tamamlanmasından kısa bir süre sonra başlayan ikinci İntifada olayları ve canlı bomba eylemleri İsrail içerisinde Filistin devleti fikrine karşı olan grupları ön plana çıkardı. Arafat’ın radikal grupları besleyen kişi olduğu tezini ileri süren bu grupların siyaseten ön plana çıkması bir süre sonra Ehud Barak’ın barış sloganı üzerinde oturduğu zemini tahrip etti. İntifada ve canlı bomba eylemleri tehdidi altında sürdürülen seçimlerden Ariel Şaron ezici bir oy oranı alarak çıktı ve başbakan oldu. Bu arada İntifada ve canlı bomba eylemleri devam etti. 2000 yılının sonunda Clinton yönetimi de tarih oldu ve yerini Bush’a bıraktı.

Amerika’daki yeni yönetim Filistin’e teklif edilebileceklerin azamisinin önerildiğini düşünüyordu. Ayrıca ABD’deki yeni yönetime göre, İsrail’in güvenliğini tehlikeye atmadan daha kapsamlı önerilerde bulunmak imkansızdı ve üstelik İntifada ve canlı bomba eylemleri dikkate alındığında Camp David’de yapılan tekliflerin yinelenmesi bile belki de mümkün değildi artık. Gerçi ABD yönetimi hiçbir zaman bu derece açık konuşmuyordu; ancak, Filistin yönetimi daha doğrusu Arafat’ın radikal grupları kontrol edememekten ziyade kontrol etmek istemediğini düşünüyordu. Bu konuda İsrail ile aynı paralelde olduğu gözlenen ABD yönetimine göre Arafat, bu grupları kontrol edecek güce sahipti; ancak, bunları İsrail üzerinde bir baskı aracı olarak kullanmak istediği için yeterince gayret etmiyordu.

Arafat açısından durum pek iç açıcı değildi. Bir yandan Hamas, İslami Cihat gibi radikal örgütlerin baskısı altında Ehud Barak yönetiminin tekliflerini geri çevirmiş; öte taraftan da Şaron’un iktidara gelmesine belli oranlarda katkıda bulunmuştu. Bu arada Filistin barışının gerçekleşmesine ilgi duyan Clinton yönetimi ABD’de yerini Bush’a bırakmıştı. ABD’deki yeni yönetim İsrail’e baskı yaparak bir yerlere varılamayacağı yönündeki kanaatini davranışlarıyla göstermişti; zira bu yönetime göre Filistinlilere teklif edilebileceklerin hemen hepsi önerilmiş ve bu öneriler Filistinliler tarafından reddedilmişti.

İSRAİL’İN NİYETİ

Bu şartlar altında Şaron’un baştan beri savunduğu, Filistinlileri silahla sindirmek ve hatta Arafat’ı devre dışı bırakmak siyasetinin alt yapısı hazırlanmıştı. İsrail belki de bu siyaseti aylar evvelden devreye sokacaktı; ancak 11 Eylül olaylarının hemen ardından İslam dünyasına Amerikan yönetiminin duyduğu ihtiyaç bu işi muhtemelen geciktirdi. Bugün gelinen noktada İsrail, askeri gücünün bütün unsurlarını kullanmak suretiyle Filistin halkını ve Filistin yönetimini sindirmeye çalışıyor. Gerekli gördüğü yerlerde ve zamanlarda katliamlar yapmaktan da çekinmiyor. Bundan dolayı bir miktar Avrupa kamuoyunda eleştirilmesi İsrail’i vazgeçirecek gibi görünmüyor; zira meseleye İsrail açısından bakıldığı zaman, bu eleştirilerin yarattığı eksiler, Filistinlilerin sindirilmesinden elde edilecek artıların yanında fazlaca bir kıymet ifade etmiyor.

Bu aşamada bazı belirsizliklerin bulunduğunu da belirtmek gerekir. Örneğin İsrail, ilk etapta başta Arafat olmak üzere Filistinlileri sindirmeye çalışmanın ötesinde neler yapmak istiyor? Bunu tam olarak kestirmek mümkün değil gibi. Arafat’ı bölgeden kovmak ve neticede bir şekilde yeniden başlaması gereken barış sürecinden uzaklaştırmak yönünde adımlar atacak mıdır? Yoksa Arafat, iyice sindirildikten sonra yeniden Filistinlilerin lideri ve meşru temsilcisi olarak kalacak mıdır? Bunları tam olarak kestirmek biraz zor. Bu arada İsrail’in Batı Şeria’daki Filistinlilerin bir kısmını bölgeden uzaklaştırmayı düşünmesi söz konusu mudur? Bunu da tam olarak bilemiyoruz. Ancak görünen o ki, bunların her biri gerçekçi birer senaryo haline gelebilir, önümüzdeki günlerde...

Öte yandan Filistinlilerin bu konuda bellli bir stratejileri olduğunu düşünmek ne kadar mantıklıdır? Radikal grupların mümkün olduğu sürece canlı bomba eylemleri yapmaya çalışmanın ötesinde bir stratejileri olmadığı anlaşılıyor. Bundan tam olarak ne elde etmek istediklerini ise muhtemelen kendileri de bilmiyorlar. Ancak, İsrail aşırılıklarının kafalarında meşrulaştırdığı ve haklı hale getirdiği bu mücadeleyi bu şekilde sürdürmekten başka çareleri olmadığını düşünüyorlar. Öte yandan bu mücadele ile İsrail’e ne kadar zarar verebildikleri, İsrail’e verdikleri zararın aslında İsrail tarafından tekrardan Filistin halkından hem de katmerli bir şekilde çıkarıldığı da ortada iken... Arafat’ın şu anda bir stratejisi olup olmadığı da tartışılabilir; zira Arafat’ın baştan itibaren yapmaya çalıştığı hemen her şey ters tepti. Mesela, başlangıçta Ehud Barak yönetimine karşı İntifada’yı belli oranlarda kullanmak istemiş olabilir; ancak, bu hareket Barak yönetiminin sonunu getirdi. Ayrıca İntifada hadiseleri canlı bomba eylemleriyle birleşince dünya kamuoyunda giderek sevimsiz bir görüntü vermeye başladı ve bilhassa ABD yönetiminin sonuçta İsrail’i haklı görmesi sonucunu çıkardı. Ve bütün bunların sonucunda Arafat kendi karargahına hapsedildi. Hadiseler bu noktaya tırmanırken, Arap ülkelerinden hiç bir yardım görmemiş olmaması da Arafat ve Filistin yönetimi açısından ayrıca sıkıntı yaratıcı olmalıdır. Hatta Arap liderlerin özel konuşmalarında İntifada’nın bu noktaya tırmanmasından ve sonuçta Şaron’un iktidara gelmesinden Arafat’ı suçlamış olmaları muhtemeldir. Dolayısıyla, Arafat’ın bütün siyasetinin çökmüş olduğunu söylemek mümkündür.

TÜRKİYE’NİN KONUMU

Türkiye’nin bu konuda nasıl bir siyaset izlemesinin mantıklı ve çıkarlarıyla uyumlu olacağını söylemeden evvel, şu ana kadar Ankara’nın yapmaması gereken hemen her şeyi yaptığını ve yapmakta olduğunu belirtmek gerekir. Önce İsmail Cem’in İsrail’i gereksiz sertlikteki cümlelerle eleştirmesiyle başlayan yanlışlar, giderek tırmanma eğilimi gösterdi. Başbakan Ecevit’in ‘soykırım’ kelimesini kullanmasıyla zirveye ulaşan bu abesle iştigal sürecinin devam ettiğine hiç kuşku yok. ABD’deki İsrail lobisinin tepkisine sebep olan bu davranışlar, bu defa da İsmail Cem ile Yorğos Papandreu tarafından sürdürülen barış girişimiyle devam ediyor. Türkiye, ilginç bir biçimde İsrail nezdinde elde ettiği prestiji kaybediyor. Arap ülkelerinin bile sahip çıkmadığı Filistinlilerin sempatisini kazandığı da meçhul.

Oysa Türkiye baştan beri dengeli bir arabulucu rolü oynayabilirdi. Üstelik, bu rol, olaylar bu noktaya tırmanmadan da yapılabilirdi. Hadiseler bu noktaya tırmandıktan sonra yapılması gereken ise, bir taraftan, Batı dünyası ile iyi ilişkiler içerisinde bulunan Arap ülkeleriyle birlikte hareket edebilecek bir zemin hazırlamak, öte yandan da İsrail ile iyi ilişkiler kurmuş olmamızdan dolayı sağladığımız prestiji bu ülke nezdinde makul ölçülerde kullanmak olmalıydı. Bunun tam tersini yaptık ve sonuçta İsrail’i kaybetme riskiyle yüz yüzeyiz. Bunun karşılığında neyi kazandığımızı ise kimse bilmiyor. Bilinen tek şey, İsrail nezdinde en güvenilmez ülkelerden birisi olan Yunanistan’ın bizimle birlikte arabuluculuğa soyunmak suretiyle İsrail ile aramızı açma yönünde ciddi gayretler sarf ettiği ve bunda da başarılı olduğu...

yazikonusu-analiz
BU YAZIYA GÖRÜŞ BİLDİR


   


Yarın imzalı yazılar dergiyi diğer yazılar yazarlarını bağlar.
Kaynak gösterilmeden alıntı yapılamaz. Dergimiz basın ahlak ilkelerine uymayı taahüt eder. Yarın 2002 ©