DÜŞÜNCE
İHSAN ELİAÇIK
 

Dini düşüncede yeniden inşa: Süreklilik ve yenilik (3)
Yaratıcı tekamül ve hayat felsefesi

 
“Yaratılış ve Evrim teorilerinden birisini tutarak diğerini inkar edenlerin ikisi de yanılmaktadır. Tabiatta evrim veya yaratılıştan sadece birisi değil her ikisi birden vardır. Yaratıcı tekamül, sadece biyoloji alanında değil jeoloji, astronomi, fizik ve kimya gibi tabiatın tüm oluşum aşamalarında süreklilik halindedir.

Yaratıcı tekamülü savunan Müslüman düşünürlerden esinlenerek geliştirilecek antropolojik  kuramın temel çizgileri şöyle olabilir; “Yaratılış ve Evrim teorilerinden birisini tutarak diğerini inkar edenlerin ikisi de yanılmaktadır. Tabiatta evrim veya yaratılıştan sadece birisi değil her ikisi birden vardır. Yaratıcı tekamül, sadece biyoloji alanında değil jeoloji, astronomi, fizik ve kimya gibi tabiatın tüm oluşum aşamalarında süreklilik halindedir. Evren, tüm bu alanları içine alacak şekilde ekolojik zaman sıçramaları halinde tekamül ederek yenilenemektedir. Her bir ekolojik zamanda bizzat tabiatın bünyesinden canlı ve cansız yeni türler çıkmaktadır. Son jeo-ekolojik zaman bundan yaklaşık 10-12 bin yıl kadar önce yaşanmıştır. Son buzul çağı olarak bilenen bu dönemde yeryüzünü kaplayan buzul dağları (eriyerek) kuzeye doğru çekilmiştir. Oluşan insan yaşamına elverişle yeni jeo-kimyasal ortam yaratıcı tekamülün son hamlesi olarak insanı ortaya çıkartmıştır. İbni Haldun’un tabiriyle sular kuzeye çekilince, Bergson’un benzetmesiyle bir havai fişekten binbir türlü yeni renklerin fışkırıp çıktığı gibi, İbni Tufeyl ve İbni Nefis’in Hay bin Yakzan (Adem) sembolizminde olduğu gibi, insan türü de, tabiatın çocuğu olarak, anasız-babasız, kendiliğinden (spontane) topraktan doğmuştur. Din diliyle çamura can verilmiş, Ademe ruh üflenmiştir. Allah yeryüzüne sahip çıkacak (halife) insan soyunu böyle yaratmayı irade buyurmuştur. Bu, yaratıcı ekamülün yeni bir varoluş hamlesidir.

İbni Tufeyl ve İbni Nefis’in Hay bin Yakzan adlı romanlarında geçtiği gibi insanlığın ilk ailesi, sular kuzeye çekilince, orta kuşak ekvatoral bir iklimde,ağaç, yeşillik ve meyve bakımından zengin bir yeryüzü toprağında, anasız-babasız dünyaya gelmiştir. Adem ile Havva’nın anne ve babası tabiri caizse topraktır. Bu olay,  yeni-Eflatuncu-Hristiyan geleneğinde ve bunlardan etkilenerek oluşan Müslüman avam muhayyilesinde, cennetten kovulma sonucu öbür dünyadan bir düşme değil, bu dünyada topraktan yaratılmadır.

İbni Tufeyl’in anlattığı gibi toprağın su ve hava ile iyice karışımıyla meydana gelen çamur, uzun zaman içinde güneşin ve ışığın tesiriyle mayalandı. Mayalanmış çamur halden hale geçerek, nihayet güzel bir şekil alınca, Allah’ın hayy adı bu şekilde tecelli etti.(1) İlk insan çiftini oluşturan embriyoya toprak rahimlik etti. Toprağın rahminde kimyevi bir tepkimeye giren canlılığı sağlayıcı karbondioksit (CO2), amonyak (NH2) ve su (H2H) maddeleri cinsiyeti henüz belli olmayan insan embriyosunu (nefsi vahide) meydana getirdi.  Daha sonra yumurta ikizi bölünmesiyle toprağın rahminden bir çift insan doğdu. Erkeğine Adem, dişisine Havva denildi. Olayda ilahi irade dışarıdan değil içeriden bir kuvvetle inkışaf etti.. İlahi irade canlılığı sağlayan kimyasal kuvvet olarak varoluş sahnesinde göründü. Hayy sıfatı maddenin potansiyel kuvvesinde tecelli etti. Canlılarda bu hayat haline dönüştü. Çünkü bütün varlığa yayılan Allah’ın Hayy sıfatı maddeyi hareketlendiren iç kuvvetti. Kimyevi tepkime hayy sıfatının tezahüründen başka bir şey değildi...

İbni Haldun’un yukarıda bahsettiği “Sular kuzeye çekilince ortaya çıkan ikinci iklim bölgesi civarındaki kara parçası” neresidir? İbni Nefis’in ve İbni Tufeyl’in “Orta kuşak, ekvatora yakın, ağaç, yeşillik ve meyve bakımından zengin bir yer” dediği bölge nereye tekabül etmektedir? Buzulları eriten, ardından çatırdatarak kutuplara doğru kaydıran, böylece alttan toprağın görünmesini sağlayan, sonra da buraları çölleştiren güneş ışınları, en yakın dünyanın neresine vurmaktadır acaba? Taberi’nin “Adem ile Havva’nın buluşup tanıştığı yerin adına Arafat(2)  denilmiştir, birbirlerini sevdikleri, ülfet ettikleri yere de Müzdelife(3) denilmiştir”(4) rivayeti buranın neresi olduğu hakkında son koordinatları vermiş oluyor; kuvvetle muhtemel Mekke; Kabe...

Bugünkü tüm ilmi veriler insanlığın Ortadoğudan (Mekke-Filistin-Mezopotamya) yayıldığını gösteriyor.(5) İlk insan yerleşkeleri Şeria, Dicle-Fırat ve Nil nehirleri civarında kurulmuştur. İlk insanın çıktığı yer olarak üç antropolojik görüş bulunmaktadır; 1- Hindistan’daki Serendip adası; burada Adem’e ait olduğu iddia edilen bir ayak izi ziyarete açıktır. 2- Tanzanya veya Habeşistan; materyalist evrimciler bu bölgelerde fosil bulduklarını iddia etmektedirler. 3- Mekke veya Cidde; Taberi gibi kaynaklar Adem’in Hind’e, Havva’nın da Mekke veya Cidde’ye düştüğünü söylemektedir.(6)

Demek ki yaratılış/düşme, evrim/mutasyon veya yaratıcı/tekamül ile ortaya çıktığına inanılan insanın (veya insanların)(7) ilk nerelerde görüldükleri aşağı yukarı bellidir. Çünkü her üç görüşteki yerler de  aynı ekvetoral bölgededir. Burası bugün Ortadoğu dediğimiz ikinci iklim bölgesi kuşağıdır...

“Beyani” (vahiy, hadis, rivayet, semavi kitaplar, tarih), “bürhani” (akıl yürütme, düşünme, deney, gözlem) ve irfani (sezgi, his, içe doğuş) bilgilerinin vektörel bileşkesi insan soyunun, yaratıcı tekamülün yeni bir varoluş hamlesi olarak Mekke şehri civarında, hatta Kabe’de(8) başladığını kabul etmemizi gerektiriyor. Kuvvetle muhtemel insanlık buradan başlamış, daha sonra çoğalarak yeryüzüne dağılmıştır.(9) Ali Şeriati’nin dediği gibi yeryüzündeki 27 büyük uygarlığın tamamı göç hareketleri sonucu kurulmuştur(10). Bu uygarlıkların göç yollarını takip ettiğimizde yolumuz yine bu bölgeye çıkmaktadır. Bu uygarlıkların oluşumunda Baraudel’in dediği gibi coğrafya, mekan, ortak zihin ve süreklilik(11), İbni Haldun’un dediği gibi de asabiyet en etkin faktör olmuştur(12). Konuyla ilgili tüm kaynaklardan gelen bilgiler böylesi bir antropolojiyi doğrular mahiyettedir.

Bu açıdan bakıldığında Mekke şehrinde bulunan Kabe’nin aynı anda dört büyük sembolik anlamı bulunduğunu söyleyebiliriz;

1- Antropooljik anlamı; Kabe insan soyunun ilk ortaya çıktığı yerdir. İlk çekirdek aile Kabe’de ortaya çıkmıştır. Oradan çoğalarak yeryüzüne dağılmışlardır. Bu nedenle her yıl insanlık Hacc mevsiminde ilk çıktıkları antropolojik köke dönmeye, haccetmeye çağırılırlar.

2- Sosyolojik anlamı; Her yıl hacc mevsiminde insanlar ataları Adem ve Havva’nın toprağa can verilerek varoluş sahnesine çıktıkları yerde toplanırlar. Aralarında sonradan oluşmuş her tür statü, ırk, cinsiyet, dil, sahte din ayrılıklarını bir kenara bırakarak beyaz kefenlere bürünürler. İlk doğal hallerine dönerler. Tam bir eşitlik içinde insanlık gösterisi yaparlar.

3- Kozmolojik anlamı; Evrende maddi bir merkez bulunmamaktadır. Kainat Allah’ın yed-i kudreti (kozmik gücü) ile ayakta durmaktadır. Allah’ın kozmik gücü evrenin potansiyelliğine sinmiştir. Bu anlamda Allah yerlerin ve göklerin nurudur (enerjisi, ruhu, canlılığıdır). Bütün evren Allah’ın sınırsız ve boyutsuz gücü etrafında dönmektedir. Kabe etrafında dönme (tavaf) işte bu kozmolojik döngüye sosyolojik katılımdır. Evrenin sahibi değil mensubu olduğumuzun ilanıdır. Burada tavaf sembolizmi ile Tevhidi Dünya Görüşü’nün mesajı verilmektedir.

4- Teolojik anlamı; Kabe, Kur’an’da geçtiği gibi aynı zamanda Allah’ın sembolik evidir (Beytullah). İnsanlar için yapılmış en eski evdir (Evvelu’l-Beyt, Beytu’l-Atik).(13) İnsanların ilk çıktığı, etrafında toplaştığı, döndüğü yere Allah’ın evi denmesi, Allah ile insanın ontolojik buluşmasını sembolize eder. Allah’ın bütün varlığa yayılan rahmetini, kendi vicdanımızda bulup yakaladığımız an (vecd, vicdan) Allah ile buluşmuş oluruz. Buradan Allah ile kozmik bir yolculuk halinde olduğumuzu anlarız. İşte Kabe bu buluşmanın sembolik olarak gerçekleştiği yerdir. Kabe, aşağıdan yukarıya doğru (antropoloji) Adem’in, yukarıdan aşağıya doğru (Teoloji) Allah’ın evidir...

Mekke’deki Kabe’nin (Hacc) bu şekilde özellikle antropolojik anlamda yorumlanmasına şaşılmamalıdır. Orası gerçekten büyük insanlık dersinin çıkarılacağı bir yerdir. İnsanlığın türediği, yayıldığı ve tekrar takrar etrafında toplanıp dağıldığı yer olarak Kabe, insanlığın kökenine ve bu dünyada neden var olduğumuza dair çok önemli mesajlar vermektedir.

Adem ve Havva’dan sonra insan soyunun çoğalarak merkezden (Kabe) çevreye doğru yayılması, büyük göç yollarının oluşumu, tersine göçlerin başlaması, ırkların, dillerin, dinlerin, sınıfların ortaya çıkışı, yeryüzünün farklı bölgelerindeki coğrafi/genetik yoğunlaşma sonucu ırkların/uygarlıkların  oluşması, tarih boyunca birbirleriyle mücadeleleri, devletlerin, imparatorlukların kurulup yıkılması, bu doğal akış içerisinde  Adem’in çoçuklarının hikayesi olup dünyanın siyasi, sosyal, ekonomik tarihi birikimini meydana getirmiştir...

HAYY-HAYAT

Yeni-Eflatuncu Hrıstıyan teolojisi ruhun ölümsüzlüğünü bedenin ise gelip geçiciliğini vulgarize eder. Metaryalist evrimciler ise ruhu bedenin arazı olarak görürler. Birisi beden ruhtan sonradır derken diğeri ruh bedenden sonradır der. Birisine göre her şey aslında “yukarıda” olup bitmektedir. Diğerine göre ise bütün her şey “aşağıda” cerayan etmektedir. Yeni-Eflatuncu felsefeye göre insan yaşamı aslında bir düşme olayıdır. Ruh bedene girmiş, beden denilen bu kasvetli hapishanade can sıkıcı bir esaret yaşamaktadır. Bir an önce bedenden kurtulup geldiği yere gitmek istemektedir. Metaryalistlere göre ise her şey diyalektik metaryalizmin ve evrimleşmenin sonucu meydana gelmekte, vucudun oluşum kimyası canlılık anlamına gelen ruhu yaratmaktadır. Ölüm yeni-Eflatunculuğa göre ruhun bedenden çıkıp yaşamaya devam etmesi, Metaryalistlere göre de beden kimyasının çözülüp dağılmasıdır.

İslam düşünce tarihinde beyani sistem sahiplerinin yeni-Eflatuncu  Hırıstıyan teolojisine, İrfani sistem sahiplerinin yine yeni-Eflutuncu Hind muhayyilesine, burhani sistem sahiplerinin de rasyonalist-Materyalist anlayışa yatkın durduklarını görmekteyiz. Bu bilgi sistemlerinde üretilen ruh-beden veya madde-form çiftleri süreklilik-yenilik alanının ne olduğunu anlatmaya çalışır; “Ruh ezelidir, beden değişir veya madde ezelidir form değişir vb.”

İbni Rüşd, ruh ve bedeni tek bir cevher olarak düşünmüştür. İbni Rüşd’e göre bu tek cevher maddenin sürekli dönüşümü yoluyla hiç yok olmaz; cesed çözülüp toprağa dönüşür, sonra toprak bereketlenir, yeşerir ve ekilerek meyvalarını verir. Bu meyvaları başka bir insan yer. Sonra o insan da yaşar ve ölür, onun cesedi de çürüyerek toprağa dönüşür. Sonra toprak verim ve hayvan artıklarıyla tekrar yeşerir ve bu böylece sonsuza dek sürer. İnsanın cesedi tabiat aracılığıyla ve maddenin değişik şekiller almasıyla baki kalır. İnsan da aklıyla sonsuzlaşır. İnsan düşünce ve fikir üreterek kollektif akla katılır. Bir insanda üretilen başka bir insana, bir medeniyette üretilen baka bir medeniyete aktarılarak, insanlığın külli aklına katılır. Bu böylece devam eder. Ruh akli katkılarıyla insanlığa katılırken, cesed maddenin dönüşümüyle tabiata karışır. Bu ikisi bu alemde ve bu dünyaya hastır. Bu alemdeki süreklilik akletmeyen canlılar için söz konusu değildir.

İbni Rüşd’ün bu görüşleri ortaçağ Avrupasını derinden sarsmıştır. Bu düşüncenin etkisiyle dünyevi ilimler, biyoloji, fizyoloji vs. patlama yapmıştır. Fakat İslâm kültürü İbni Rüşd’ün bu yaklaşımından ziyade yeni-Eflatuncu görüşü tercih etmiştir. Buna göre de ruh ile beden iki ayrı cevher olup, beden çürüyecek ruh da ölüm anında bedenden çıkıp bilinmeyen bir yerde ceza ve mükafat gününü bekleyecektir. Bu tasavvur haliyle aşağı ve sufli olarak görülen beden ve bu dünyanın kötü görülmesine ve ihmal edilmesine sebep olmuştur. Böylece İbni Rüşd, insandaki ruh-beden ikilemini ortadan kaldırarak her ikisini de tek bir cevher olarak anlıyor. Bu klasik anlamda Aristo’nun madde-form teorisinin Müslüman bir zihinde aldığı yeni şekildir.

Muhammed İkbal’e göre insan doğru olmayan bir ruh-beden ilişkisi anlayışıyla yorumlanmıştır. Doğu (Hunduizm, Budizm) ve Batı dinleri (Yunan, Hrıstıyanlık) sağlıklı bir ruh-beden anlayışına ulaşamamışlardır. İslam düşünürlerinin çoğu da bunların etkisinde kalarak yanlış ruh-beden telakkileri geliştirmişlerdir. İkbal’e göre beden ve ruhtan iki ayrı varlıkmış gibi söz etmek yanlıştır. Kainatın sırrı ruhta gizlidir; fakat beden de ruhun hayatını dile getiren varoluş tarzlarından biridir.(14)

İkbal’e göre, İslam yanlış insan telakkilerini düzeltmekle insanlığa en büyük hizmeti yapmıştır. İslam, bir çok idealist felsefe anlayışlarından farklı olarak, “bu dünyayı” ve orada olup bitenleri gerçeğin parçası olarak görür. Bu durumda hiç bir Müslüman Kur’an’da sünnetullah olarak vasıflandırılan ve ilahi kudretin işaretleri mesabesinde olan hadiseleri hayal ürünü sayamaz. Dünya gerçek olduğu kadar beden de gerçektir. Kur’an kötülüğün varlığını görmemezlikten gelemez. İnsan hayatında görülen günah, acı çekme, endişe, korku vs. yaşanan tecrübenin ayrılmaz parçası durumundadır. Kur’an’ın sık sık bunlardan bahsetmesi bunun en büyük delilidir. Kur’an kötülüğün her çeşidi ile mücadele etmek için benliği yıkmayı, ondan kurtulmaya çalışmayı değil, tam tersi benliği alabildiğine güçlendirmeyi emreder. Allah’ın yeryüzündeki “halifesi” ve kendisine “emanet” verilmiş olan insanın, günah ve kötülük karşısında eli kolu bağlı kalamaz. Onun faaliyeti bir çok şeyi değiştirecek güçtedir. Allah’ın yaratıcı sıfatı daha çok insanın faaliyeti kanalıyla tecelli etmektedir.(15)

İkbal’e göre “Ruh mu öncedir beden mi” tartışmasına değişik cevaplar verilmiştir ama hiç birisi de gerçeği tam anlamıyla açıklayacak güçte değildir. Keza “Ruh mu bedenden çıkar beden mi ruhtan?” tartışması böyledir. İkbal, ruh ile bedeni temelde bir görmektedir. Bunlar birbirinden ayrı şeyler değildir. Fakat öncelik hangisindedir? İkbal’e göre ruhu ve bedeni aynı anda harekete geçiren harekettir. İnsanın bir hareketi veya fiilinde hangisinin hareketi başlattığını belirlemeye çalışmak boşuna bir uğraş olacaktır. Çünkü diyor İkbal, “ Ben, masamdan bir kitap alınca, bu hareketim tek ve bölünmezdir. Benim bu hareketimde bedenim ve ruhumun payları arasında bir çizgi çizmek imkansızdır. Bu paylar şu veya bu şekilde aynı sisteme bağlıdır” Dolayısıyla ruh ve beden hareket ve fiil olarak kendisini gösterir. Nitekim İkbal’e göre “varolmak” demek “kendini göstermek” demektir. Kendini göstermek fiil ve hareketle olur. Ruh ve beden bu kendini gösterme fiilinde ortaklaşa etkiye sahiptirler.(16) Bu anlamda İkbal’e göre hayat hareketi maddeden sonra değil madde hareketi hayat hareketinden sonradır.

İbni Rüşd ve İkbal’in bu görüşlerini geliştirmeye çalıştığımız süreklilik-yenilik üst kurucu kavramı ışığından yeniden yorumlamak mümkündür. Böylece “insan” denilen varlığın gerçekliğine dair sürekli ve yeni olan tarafının ne olduğuna dair kavram çerçevesini belirlemiş olacağız.

Gerek ruh-beden gerekse madde-form çiftleriyle ifade edilen insandaki süreklilik-yenilik alanını başka bir üst kurucu kavramla yeniden ifade etmek mümkündür. Bu Hayy-Hayat çiftleriyle ifade edilen kavram çerçevesidir. Şöyle ki; Allah’ın Hayy sıfatı onunla birlikte süreklidir, bu, alemde Hayat şeklinde tezahür eder. Hayy kulli sürekliliği, Hayat ise cüzi yenilikleri ifade eder. İnsan öldüğünde ruhu ve bedeni ile birlikte, madde ve formu ile birlikte çözülür ölür. Sürekli ve ezeli olan ne ruh ne beden, ne madde ne formdur. Sürekli yaratma eylemi halinde olan Allah ve onun Hayy sıfatıdır. Bu sıfat alemde ruh-beden, madde-form şeklinde tecelli eder. Ontolojik olarak sürekliliği sağlayan Allah, yeniliğin alanı Alem ile birlikte kozmik bir yolculuk halindedir. Yeniliğin alanı olan alemde ise her şey değişir; ruh, beden, madde, form her şey... Eski Yunan’da Ksonofanes ve Parmanides’in değişmeyen bütünü aslında Allah’tır. Heraklitos’un sürekli akan ve değişeni ise Alem’dir. Her ikisi de birlikte ve bir aradadır. İkbal’in dediği gibi her bir ruh-beden, madde-form çifti ayrı “ben”dir. Bir ben yok ulunca başka bir ben yaratıcı tekamülün yeni bir hamlesi olarak doğar. Benler ferdiyet ve bütünlük içindedirler. Alem bu şekilde benlerle doludur, Allah ise Mutlak Ben’dir. Bütün benler dinamik bir birliktelik içerisindedirler. Birbirlerine Leibniz’in monadları gibi kapalı değillerdir, etkileşim halindedirler. Bu anlamda nübüvvet peygamberin cüzi beninin, yani ruh-beden ve madde-form halindeki bütüncül, kendine ait tek Ben’inin, Mutlak Ben ile buluşmasıdır. Çünkü bütün benler aşağıdan yukarıya, yukarıdan aşağıya etkileşim ve dinamik birliktelik halindedirler...

Böylece süreklilik ve yenilik alanlarıyla “varlığın birlikteliği” insanda “yaratılış-evrim” ve “hayy-hayat” şeklinde tezahür etmiş oluyor. Bu çiftlerden birinciler sürekliliğin ikinciler yeniliğin alanını ifade ediyorlar. Böylece Tevrat, İncil ve yeni-Eflatunculuğa dayalı  mutlak yaratılışçılığın ruh-beden, idea-madde, materyalist evrimcilerin biyoloji-evrim, Aristocu rasyonalizmin madde-form ikilemlerine gerek kalmıyor. Bunlar tarihi misyonlarını tamamlamış yarı-hakikatlerdir. Daha ileri düşünceler için Müslüman aklın devinimi durmaksızın sürmelidir... Sıra ahlak felsefesinin “fıtrat-mizaç” çiftine geldi. Bunu tarih felsefesinin “asabiyet-hadaret”, din felsefesinin “din-şeriat”, siyaset felsefesinin “değer-model” çiftleri takip edecek. Bütün bu alanlarda birinciler sürekliliğin ikinciler yeniliğin ifade alanlarıdır...n

(1)İbni Tufeyl; Hay bin Yakzan, a.g.e., s. 75-82

(2)Arafat; tanımak, tanışmak kökünden gelen bir kelimedir.

(3)Müzdelife; ülfet etme, sevgiyle buluşma yeri demektir.

(4)Taberi; Tarih, a.g.e., c.I, s. 154

(5)Oral Sander; Siyasi Tarih, İmge, I-1989, s. 8, Ahmet Musaoğlu; Uygarlığın Tarihi, Vural, İst., 1999, s. 178

(6) “Adem Hind’e, Havva Cidde’ye indirildi. Adem onu arayarak Arabistan’a geldi, birbirleriyle buluştular. Havva ona orada yaklaşmış olduğu için buluştukları yere Müzdelife adı verildi. Buluşup tanıştıkları yere Arafat, bir arada toplandıkları yere Cemi denildi. Adem cennetten Hind toprağındaki Buz dağına indirilmişti...” (Taberi, Tarih, c. S. 154)

(7)Allah’ın yerden bitki bitirir gibi yarattığı Adem’in “tek”  veya “çift” kişi mi olduğu yoksa “yüzlerce, binlerce Adem”in mi topraktan çıkarıldığı tartışılmaktadır. İslam düşünce tarihinde İbni Babevehy el-Kummi, Fahruddin Razi, İbni Arabi ve Muhammed Abduh’un bazı kitaplarında “binlerce Adem” meselesi tartışılmıştır. İbni Arabi Futuhat’ında daha önce kırk bin Ademin gelip geçtiğine inanır görünmektedir. Yaratıcı tekamülün yerden ot bitirir gibi binlerce Adem ve Havva çıkarttığını kabul ettiğimizde, Kur’an’da adı geçen ve tek bir nefisten yaratıldığı söylenen Adem (ve Havva) bu binlerce Adem ve Havva’dan çevre şartlarına uyum sağlayıp, ayakta kalmayı başararak soyunu sürdürebilen çift olur. Bu durumda ilk ev Kabe’yi inşa eden, insanlığa Allah’ın vahyine bildiren, peygamber olan insanın da bu Adem olması gerekir. Kanaatimce yerden bitki bitirir gibi çıkan binlerce “binlerce tür” vardır. Bugün bir milyondan fazla olduğu bilinen canlı türleri uygun çevre koşulları oluştukca tabiatın bağrından  bir havai fişekten binbir rengin çıkması veya peynirin içinden yüzlerce kurtçuğun üremesi gibi varlık sahnesine çıkmışlardır. Bunlardan bazıları mutasyona uğrayarak dönüşmüş de olabilir. Bütün bunlar Müslüman evrimci düşünürler tarafından tartışılmıştır. Burada kabul etmedikleri tek husus “Allah”ın devde dışı bırakılmasıdır. Onlar Allah’ın gücünü eşyanın potansiyelliği içindeki devinimde görüyorlardı. Bundan dolayı görüşleri ilk bakışta sanki naturalist/ materyalist gibi görünmekteydi.

(8)İlk olarak Kabe’yi Hz. Adem’in inşa ettiğine dair rivayetler için bkz; Taberi, Tarih, c. I, s. 158-159, Kur’an; Hacc, 26)

(9) “Sizin aslınız olan Adem’i topraktan yarattı. Sonra’da siz bir insan olunca çoğalıp yayılıyorsunuz” (Rum; 20)

(10)Ali Şeriati; Ne Yapmalı, s.39 vd.

(11)Fernand Braudel; Uygarlıkların Grameri (çev. Mehmet Ali Kılıçbay), İmge, İst., I-1996, II-2001, s. 39-70

(12)İbni Haldun; Mukaddime (çev. Süleyman Uludağ), c.I, s. 447 vd.

(13)Al-i İmran; 96, Maide; 6, Hacc; 33, 96, Bakara; 125

(14)Aydın; a.g.e., s. 126

(15)Aydın; a.g.e., s. 126-127

(16)Yeniden Doğuş; s. 145-146

yazikonusu-Düşünce
 
BU YAZIYA GÖRÜŞ BİLDİR


   


Yarın imzalı yazılar dergiyi diğer yazılar yazarlarını bağlar.
Kaynak gösterilmeden alıntı yapılamaz. Dergimiz basın ahlak ilkelerine uymayı taahüt eder. Yarın 2002 ©