|
Washington’la
Moskova arasındaki yeni yakınlaşma
artık politik ve diplomatik bir
gerçektir. Kosova’ya NATO
müdahalesi
zamanlarında bile ABD - Rusya ilişkilerinde
böyle bir gelişme hemen hemen imkansız
görülüyordu. |
|
|
Dünyanın ilgisi,
11 Eylül 2001’in trajik olaylarından sonra
Dünya’da oluşan “yeni durumla” ilgili ABD’nin
politik ve diplomatik strateji ve taktikleri açısından
önemli müttefikler olarak nitelediği bazı Avrupa
ülkelerine ABD Başkanı’nın yaptığı ziyarete
çevrildi.
Rusya’ya ziyaret
ve Kremlin’de Cumhurbaşkanı Vladimir Putin’le
imzalanan “Salt 3” anlaşmaları, belki de Bay
George W. Bush’un Avrupa gezisindeki merhaleler
içinde özellikle en ilgi çekenleridir. ABD ile Rusya
Federasyonu arasındaki bir yakınlaşma üzerine
bugünlerde birçok dedikodu duyuluyor. Çok uzun değil,
daha Kosova’ya NATO müdahalesi zamanlarında bile ABD
- Rusya ilişkilerinde böyle bir gelişme hemen hemen
imkansız görülüyordu. Ama Washington’la Moskova
arasındaki yeni yakınlaşma artık politik ve
diplomatik bir gerçektir.
Amerikan - Rus ilişkilerinde
bu Reagan öncesi döneme dönüş, Dünya Ticaret
Merkezi ve Pentagon’a yapılan saldırılardan hemen
sonra “İslami terörizme” karşı savaş için, 2.
Dünya Savaşı’nda ABD, Büyük Britanya ve Sovyetler
Birliği’nin liderliğinde oluşturulmuş “Anti-Faşist
Koalisyon” ruhu ile bir kutsal ittifak toplanmasını
teklif edenleri çok memnun etti.
George W. Bush’un
Moskova ziyaretinin sonuçları, belki de, Alexandre del
Valle gibilerini (“Islamisme et Etats Unis, une
alliance contre l’Europe”, 1997 adlı kitabın yazarı)
çok tatmin etmiştir. Kitabının ikinci baskısında
(2001) şöyle yazıyordu: “... Batı - Avrupa uygarlığının
üç ana bileşeni olan Slav Ortodoks dünya, Batı
Avrupa ve Amerika’nın, iktidara geldiğinden beri,
eski KGB ajanı yeni Batıcı Ortodoks liberal
milliyetçi Bay Putin tarafından geliştirilen “İslami
faşizme”, 21. yüzyılın bu gerçek “yeşil vebasına”
karşı mücadelede temel noktalarda birleşmekten başka
seçeneği yoktur.” Bu Fransız yazar daha 1997’de
“ABD’nin Avrupa’ya karşı İslamcılıkla ittifakını”
şiddetle eleştiriyordu; şimdi ise “yeni İslamcı
Münih’ten (!)
nasıl kurtulunacağı ve “Haki ve Kızıl
totalitarizmden” sonra “yeşil faşizme” karşı
nasıl kararlı tutum alınacağı konusunda bol keseden
nasihat vermektedir.
Başkan Bush’un
Moskova’ya gezisi bu fikirlerle uyuşuyor
görünmektedir. Avrupa’daki gezisi sırasında
Amerikan Başkanı 11 Eylül 2001’den sonra
“Dünya’nın artık aynı kalmayacağı” sloganını
tekrarladı. Bu “yeni anlayışların” ışığında
Amerikan başkanı Almanlardan daha çok anlayış ve
Irak’a karşı planlanan askeri harekat için destek,
Rusya’dan da kitle imha silahları konusunda İran’a
baskı için daha çok işbirliği almaya çalıştı.
George W. Bush Avrupalı muhataplarıyla toplantılarında
Filistin topraklarındaki korkunç durum ve İsrail’in
etnik temizliğe yönelik soykırımlarından çok daha
fazla bu sorunlarla ilgilendi.
ABD DIŞ POLİTİKASI
GÜVENİLMEZ OLMAYA BAŞLADI
ABD’deki trajik
11 Eylül terör eylemlerini izleyen olaylar gösteriyor
ki, ABD iç ve dış politikası giderek daha da
güvenilmez ve sinirli olmaya başlamıştır. Amerikalılar,
hergün ABD’ye yapılacak yeni muhtemel terör saldırıları
haberlerinin oluşturduğu alarm ve sersemlik hali
içinde psikolojik terör altında yaşamak zorunda kaldılar.
Öte yandan Amerikan diplomasisi, bütün ilgiyi
uluslararası teröre karşı savaşa toplayan yeni
stratejisinin, yakın müttefikler nezdinde bile
yeterince inandırıcı olmaması yüzünden sinirlidir.
Uluslararası politika ve kamuoyunu diğer dünya çapındaki
sıcak problemler ve geleneksel jeopolitikten öteye de
çevirememektedir. On yıl önce Soğuk Savaş sonrası
Yeni Dünya Düzeni üzerine yapılan yüksek perdeden
vaadlerden geriye bugün ABD hükümetleri ve Amerikan
halkının zihinlerinde, duygularında ve
beklentilerinde çok
az şey kalmış olup, onlar uluslararası ve iç
meselelerinde bir ilerleme görmek istiyorlar.
Uluslararası terör denen bir ortak ölümcül düşmana
karşı Dünya Savaşı stratejisi, eski jeopolitikten
miras alınan yeni durumdaki gelişmeler konusunda
birçok kişiyi tatmin etmiyor. “Yeni anlayışlar”
ile ilgili yoğun propoganda çok kişiyi ABD liderliğinin,
uluslararası terörün kökünü kazıma konusundaki
vaad ve girişimlerinin geçerliliğinden daha çok şüpheye
düşürüyor.
Eski problemlere
yeni anlayışlar herzaman ve muhakkak en iyileri
olmayabilir. Rand Corporation’da araştırmacı ve
Beyaz Saray danışmanı Bryan Jenkins “terörle savaşın
hiçbir zaman bitmeyeceği” haklı tespitini yaptı
(Arnavutça “RD” gazetesi, 16 Mayıs 2002). İşte
bu, bu tuhaf dünya savaşının lider gücü ABD’nin
yeni stratejisinin genellikle müttefik ülkelerde anlayış
bulamaması ve bazen devletlerarası sürtüşmelere ve
uluslararası korkuya yolaçmasını açıklamaktadır.
Üst düzey Amerikalı yetkililerin diplomatik tutum ve
eylemleri, George W. Bush’un son gezisiyle ilgili
belirsizlikler de dahil, bize uluslararası genel
durumun aslında 11 Eylül’ün trajik olaylarından
öncesinde alışılageldiğinden pek farklı olmadığını
anlatıyor. Jeopolitikte derin değişiklikler olmadan
güçlü ABD bile, örneğin Ortadoğu Sorunu gibi kimi
uluslararası problemlerin çözümünde daha iyi
sonuçlar elde edemez. Kremlin’de birkaç gün önce
iki süper güç ABD ve Rusya arasında imzalanan
nükleer silah stoklarının azaltılması konusundaki
anlaşmalar önemli bir dünya olayıdır. Bunun değişen
dünyanın getirdiği yeni sonuçlardan olduğu,
sebebinin de uluslararası terör denen bir korkunç
hayalet düşmanla küresel çatışma olduğu
söyleniyor. Aslında bu anlaşmalar özel bir övünç
ya da kutlama sebebi sayılamaz. Onlar rutin
diplomasinin bir parçasıdırlar; kökleri eski
Amerikan - Sovyet ilişkilerine; özellikle eski ABD başkanı
Nixon ve Sovyet lideri Brejnev’in askeri nükleer
gücün azaltılması konusunda kimi belgeleri imzaladıkları
yıllara gider. Dolayısıyla yeni bir politikaya, hatta
bu sorunlar konusunda yeni anlayışlara da şahit olduğumuz
yok.
DÜNYA JEO-POLİTİKASINDA
YENİ BİR ŞEY YOK
Amerikan Başkanı,
özellikle babasının ortaya attığı Yeni Dünya
Düzeni’ni kurmaya yönelik Amerikan politik amaçları
ve planlarına uygun bir hava yaratmakla çok ilgili
görünmektedir. Ama bu kez bu amaçlar ve planlar
genelde, “Şer Ekseni” ile başlayan ve dünyanın
her köşesine daha çok ve hızlı müdahaleyi
gerektiren uluslararası teröre karşı genel savaş
çerçevesi içinde algılanmaktadır. Şu sıra ABD
politikası bu “eksen” ülkelere Kuzey Kore, İran,
Irak, Suriye gibi, Balkanlarda Adriyatik’ten başlayıp
Basra Körfezi ve Kızıldeniz’e oradan da Afganistan
ve Keşmir’e uzanan “kriz kuşağı” diyebileceğimiz
yerde bulunan ülkeleri dahil etmektedir. Ama sonra başka
ülkeler de listeye dahil edilebilir. İşte “Yeni
Dünya Düzeni” açısından yeni olarak şahit olduğumuz
tek anlayış budur diyebiliriz.
Birçok politikacı,
devlet adamı, siyasal planlamacı ve hatta kamuoyu
kurgulayıcıları Dünya Ticaret Merkezi trajedisinin
akabinde ünlü “dünya artık asla eskisi gibi
olmayacak” formülüne yapışarak uluslararası gelişmelerdeki
“yeni anlayışın” getirdiği Amerikan politikaları
ile dayanışma göstermekte diğerlerinden ileri
geçmeye çalıştı.. Ama ilk hevesler artık söndü,
çünkü dünya jeopolitikasında olan biten ve olayların
algılanışı açısından pek yeni birşey yok.
Uluslararası teröre karşı barış ve istikrar arayan
uluslar ve toplumların yeni savaşı olarak görünen
şey sadece eski çatışmaların devamı, uzun süre
ihmal edilmiş haksızlıklar ve yanlış anlaşılmaların
sonucu olan eski anlaşmazlıkların sürdürülmesinden
ibaret.
Bu olgu ile 20.
y.y’ın son onyılında Balkanlar’da süren savaşlar
sırasında da karşılaştık. Aynı şey çok daha
trajik olarak İsrail’in Filistin halkına saldırısında
ortaya çıkıyor. Hatta Afganistan, Keşmir ya da
Makedonya’daki en son gelişmeler bize açıkça anlatıyor
ki, dünya aynıdır ve ona yönelik yeni anlayışlar
çözülmemiş problemlerle uğraşmakta bir değişiklik
getirmedi. Moskova’da imzalanan, ABD ve Rusya nükleer
kapasitesini düşürmeye yönelik anlaşmalar bile
gerçek tehdidi azaltmak ya da insanlığı avucuna almış
en kötü korkuları dağıtmakta faydasız. Ve en vahşi
terör de budur.
ARNAVUTLAR TÜRKİYE’NİN
ROLÜNDEN MEMNUN
11 Eylül’den
sonraki olayları tamamen yeni bir Dünya durumu olarak
görmeye aşırı eğilim çok yararlı olmayacak, karmaşık
uluslararası problemlerin çözümünü bulmak ve
temellerine inmek de bize ışık tutmayacaktır.
Balkanlar gibi
sorunlu bir bölgede bu çok övülen, teröre karşı
savaş çerçevesinde değerlendirilen yeni stratejilere
aşırı bağlanma ve bütünleşme şeklindeki “yeni
anlayışlar” jeopolitiğin miras bıraktığı
gerçekleri değiştirmek ya da civar bölgelerde daha
yakın zamanlarda oluşan altüst oluşları
düzeltmekte pek faydalı olmayacaktır.
2000 yılında
ABD’de yayınlanan 500 sayfalık dikkat çekici bir
kitapla William Joseph Buckley, Kosova sorunu konusunda
değişik görüşlerden 67 kısa makale derledi.
4 küçük ve basit harita “Balkanlar’da İ.S.
284’ten 1991’e dek imparatorlukların
egemenliklerini” gösteriyor. Bu haritalarda bölgenin
üzerinde Roma, Bizans, Osmanlı ve Sovyet
imparatorluklarının nasıl hükümran olduklarını
görüyoruz. Bölgenin insanları öyle kolaylıkla
yüzyıllar sürmüş jeopolitik etkilerden kurtarılamaz.
Buna ilaveten dış güçlerin müdahaleleriyle oluşan
yeni uluslararası jeopolitik sorunlar baş
göstermektedir.
Arnavutlar şu sıra
ABD’nin Balkan jeopolitiğine müdahalesine sempatiyle
bakmaktadır. Ama başka Balkan ulusları bundan memnun
değildir. Arnavutların çoğu Türkiye’nin Balkan
jeopolitiğinde oynadığı rolden memnudur ve bunun
daha da artmasını dilemektedir. Arnavutlar ABD’nin
Türkiye’nin oynadığı role gösterdiği ilgiden
memnundur. Ama Arnavutlar arasında da kimileri
Amerika’nın teröre karşı savaş çağrısını
istismar ederek Balkanlar
için asıl tehlikenin İslam ve İslam ülkeleriyle ilişkilerden
geldiği yanlış görüşünü yaymaya çalışmaktadır.
ABD’nin 1999’da Kosova’ya NATO müdahalesinde
oynadığı lider ve önemli rolü gördüğümüzde
büyük umutlarla dolmuştuk. Artık sonunda en güçlü
uluslararası faktörün Balkan jeopolitiğinde uzun
süre ayaklar altına alınmış ulusal hakları iade
için faal olduğuna inanıyorduk. Ama şimdi, Balkan
jeopolitiğine Amerikan müdahalesinin Arnavut ulusal
sorununun kolay ve mutlu bir
çözümünde geri dönüşsüz bir düzeye ulaştığını
o kadar kesinlikle söyleyemiyoruz. ABD’nin Balkan
politikasındaki rolüne hayranlığımıza rağmen, biz
Arnavutlar için, ABD’nin Balkan jeopolitiğinde çıkarları
olduğunu ama kesinleşmiş bir politik stratejisinin
olmadığını akıldan çıkarmamak daha doğrudur.
Balkan bölgesindeki hayati olmayan Amerikan çıkarları
için değişken Amerikan taktikleri hala bir takım
problemlere doğru çözümleri olumsuz etkileyebilir.
Hatta Türkiye gibi, Amerika’nın Balkan ve Ortadoğu
politikasında avantajlı bir konuma sahip önemli bir bölgesel güç bile bölgesel jeopolitik açısından
Amerikan politikasının gadrine uğramayacağını
yüzde yüz garanti edemez.
11 Eylül olaylarından
sonra öyle görünüyor ki, Amerikan politikası eskiye
nazaran daha çok Ortadoğu’da İsrail’in politik
ihtiyaçları ve uluslararası Siyonist lobinin İsrail
için oluşturduğu desteğin etkisi altındadır. Bu şartlar
altında Türkiye gibi bir Müslüman ülkenin İsrail’le
iyi ilişkileri ABD cihetinden daha çok sempati
getirebilir, ama uzun vadede ve temelde bu ilişki
dünyanın bu bölgesindeki jeopolitiğin doğal eğilimleri
ile tam da uyuşmamaktadır.
Açıktır ki, ABD
diplomasisi mümkün olduğunca çok ulus ve devleti
ABD’nin etrafına toplamak için bütün dünyada
faaliyetler içindedir. Bundan amaç Henry
Kissinger’in sözünü ettiği “ahlaki inanç ile
beslenen angajmanlar”dır (“Diplomacy”, s. 50).
Ama Kissinger’in rahatsız edici şu tespiti de vardır:
“Amerikan liderleri kendi değerlerinden o kadar
emindirler ki, bu değerlerin başkalarına ne kadar
devrimci ve ihtilalci geldiğini pek görmezler.”
Belki Amerikan politikasını ve stratejisini eski
jeopolitikasının “yeni anlayışı” için destek
toplamakta zayıf kılan tam da budur. Amerikan
stratejisi bütün dünyayı terörden kurtarmaya yardım
etmek istediğine dair garantiler verirken kaygılar
yaratıyor.
|