|
- Türkiye,
1980’de geleceğini kuracak kuşaklarını
mahkeme salonları ve hapishane
duvarları arasında kaybetmiştir.
Sonra da en sinik, en uysal, en
itaatkar ve en söz dinleyen
“kenarda kalmışlar” bütün
fırsatçılık ve
kurnazlıklarıyla
politik alanı istila etmiştir.
|
|
|
14. yy. yazarı Don
Juan Manuel, İspanya’daki Müslümanlara karşı savaşın
nasıl yürütüleceğini anlatırken geniş bir soğuk
savaş tarifi yapmış: “Son derece çetin olan savaş
ya ölümle ya da barışla sonuçlanır, öte yandan soğuk
savaş, katılan taraflara ne barış getirir ne de onur
kazandırır” (Halliday, Soğuk Savaş, s.12)
Bu soğuk savaş
tanımlaması, Türkiye’nin içinden geçmekte olduğu
ve bir türlü sonlanmayan çalkantılı uzun mazisini
kavramsallaştırmaya fazlasıyla yardımcı olmaktadır.
İktidarda kalmak ve iktidarı sürdürebilmek adına
toplumsal çelişki ve gerginliklere hem iç hem dış
odakların bolca müracaat ettiği yakın tarihin geniş
bir dilimi, Türk soğuk savaşı olarak
isimlendirilmeyi hak etmektedir. Türkiye de, bunaltılı
yakın tarihinde ne barış ne de onur üretebilmiştir.
2. Dünya Savaşı
sonrasında ABD ile SSCB arasında nükleer tehditlerle
80’li yılların başına kadar devam eden dünyanın
soğuk savaşı, Türk soğuk savaşını azdırmış ve
daha kanlı hale getirmiştir. 1953’te soğuk savaş
henüz başlamamışken, soğuk bir çatışmanın bütün
köşe taşları Türkiye’de yerlerine konmuştur. Bu
anlamda “Türk soğuk savaşı”, uluslararası
alandakinden daha eskidir ve devlet kertesinden
kaynaklanan özgünlüklere de sahiptir. Dinmek bilmez
kitlesel çatışmaların, birbirini izleyen askeri
darbelerin, ideolojik-politik yarılmaların en üste çıktığı
Türk tarihinin trajik safhasını doğuran neden, dünya
soğuk savaşı kadar, müesses düzenin aktörlerinin içinde
taşıdıkları çatışma ve klikleşme eğiliminin açığa
çıkması ve toplumsal alana taşınmasıdır.
HER ŞEY İKTİDAR
ADINA...
|
- Dünya
ve ülke ile yürütülecek ilişki
biçimi, milli birikimin
“stratejik korunmasını”
gözetmeyen, taktik ve geçici
ittifaklarla sadece müesses aygıtı
ve dolayısıyla aygıt
üzerindeki denetimini ayakta
tutmayıhedefleyen,
“pragmatik” ve
“oportunist” bir çizgide
yürüneceğini de göstermiştir.
|
|
|
Türkiye’nin çok
partili demokrasisinin işleyişini tayin eden
dinamikleri ve bu tarihin derin sarsıntılarını
besleyen nüveleri 1946 ile başlayan kısa kavşakta
oluşmuştur. Türkiye, 2. Dünya Savaşı’nda görünürde tarafsızlık
politikası izlemiş, ancak içten içe Almanya’nın
zaferini beklemiştir. Almanya’nın yenilgisi belli
olunca Nazi yanlısı Türkçüler tutuklanmıştır. Türkçüler
davası, bir yandan gizli Almancılığın açacağı
belaları defetme, diğer yandan Türkçülerin Almanya
ile (tıpkı 1. Dünya Savaşı’ndaki gibi) elbirliği
içindeki Turancı hayallerin Sovyetlerde yarattığı
tepkiden kurtulma çabasının ifadesidir.
Tutuklamalardan
sadece Nazi yanlısı Türkçüler değil, sol da
nasibini almıştır. Solun bastırılması hem batıya
selam çakma hem de Sovyetlerden duyulan “derin
korkuyu” bertaraf etme kaygısını taşımaktadır.
Postdam ve Yalta’da dünya paylaşılmış ve Türkiye
batıya kalmış olmasına rağmen Stalin Türkiye’den
toprak talepleriyle ortaya çıkmıştır. Sonuçta Türkiye,
Sovyetlerden gelen “güvenlik tehdidi” ile karşılaşmış
ve “güvenliğini sağlamak” için rotasını tam
batıya çevirmiştir.
Bu tutuklamalar,
yeniden yapılanan müesses düzenin iç siyasal sürece
kendi gözlüğünden değil de, güvenlik ve beka adına
batıyla girdiği ilişkilerin düzeyinden algılayacağının
ilk işaretlerini vermiştir. Dünya ve ülke ile yürütülecek
ilişki biçimi, milli birikimin “stratejik korunmasını”
gözetmeyen, taktik ve geçici ittifaklarla sadece müesses
aygıtı ve dolayısıyla aygıt üzerindeki denetimini
ayakta tutmayı hedefleyen, “pragmatik” ve
“oportunist” bir çizgide yürüneceğini de göstermiştir.
Bu bağlamda uluslararası güç ilişkilerinin izin
verdiği dar ve yabancılaştırıcı “imkanlara”
tutunarak var kalmaya çalışılırken, “ulusal
dinamik ve imkanlar” kulakardı edilip, ya konjonktür
icabı kullanılacak ya da çelişme halinde bir biçimde
oyun dışına itilecektir. Artık bir parçası haline
gelinen batının ideolojik-politik öncelikleri Türkiye’nin
de öncelikleri sayılacaktır. Fakat Türkiye örneğinde
önceliklerin batıya endekslenmesi, batıda
rastlanmayan kırılma ve çatışmaların tetiklendiği
bir etkene kolayca dönüşmüştür. Hiçbir batı ülkesi
Türkiye’nin yaşadığı gibi “kardeş kavgasına”
sürüklenmemiştir.
Türkiye’deki seçkinler
de, siyasi hareketler de içinde bulundukları süreci
abartılı ve ölesiye bir bağlılık ve görev
bilinciyle anlamışlardır. Bugün bu “bilinç sapmasının”
kendiliğinden mi, yoksa yönlendirmeler mi ortaya çıktığının
cevabı tam olarak verilmelidir.
60’lar bitip
70’lere gelindiğinde iç savaşın mevzileri “el
altından” hazırlanmış ve kitlesel kıyımlara tırmanacak
şekilde tahkim edilmeye başlanmıştır. Solda da sağda
da, şiddet ve silahlı mücadelenin kutsanması almış
başını gitmiştir. Solun 60’lardaki demokratik,
ulusalcı ve bağımsızlıkçı niteliği hızla
kaybolurken, silahlı mücadeleyi savunan gruplar öne
çıkmıştır. Türk solu, kitlesel ve demokratik çalışmayı
unutmuş, devrimin kırlardan mı, kentlerden mi silahlı
bir kalkışmayla başlayacağı üzerine fraksiyonlara
ayrılmıştır. Yine bu kertede sol, dış merkezlerin
siyasetlerinin Türkiye’deki uzantıları gibi
isimlerle kendini ifade etmeye başlamıştır. Solun
ana fraksiyonları Çinci, Sovyetçi, Kübacı, Gueveracı,
hatta Arnavutçudur. Türk solundaki bu köklü değişim
dünyadaki soğuk savaş dizilişine göre pozisyonların
“manüpülatif” yeniden düzenlenmesidir.
Buna karşın
radikal sağ gençlik hızla gövdeleşmektedir. Yeni
gelişen sağın ideolojik-politik formasyonu, Atsız ve
ekibinin Türkçü, Turancı ve Şaman marjinal kliğince
değil, Anadolu’nun muhafazakar ve dindar değerlerinin
kitle/gençlik mobilizasyonundaki önemini anlamış bir
“akıl” tarafından yeniden çizilmektedir. Soğuk
savaş düzenininde sağın Osmanlıcı ve muhafazakar
yanları sadece tablodaki silüetlerdir. Sağın üstleneceği
işlev açısından anti-komünist ve anti-Sovyet
keskinlik “leitmotive”dir.
Türkiye’deki sağ-sol
mücadelesi faşist ve komünist diskurunda gelişip
silaha, kana ve kardeş kapışmasına kolayca dönüş(türül)müştür.
Gerçekte ne sağcılar faşistlik, ne de Sol, Sovyetçilik
peşindedir. İlginç olan nokta Türkiye, “yakın bir
Sovyet tehlikesi altında” gösterilirken, Sovyetçi
Sol, Türk solunun her zaman marjinal bir kanadı olarak
kalmıştır.
Solcular da, sağcılar
da ne kadar birbirlerine benzediklerini 12 Eylül
hapishanelerinde paylaştıkları hücrelerinde “yüzyüze”
gelince anlamışlardır.
Türkiye’nin en
genç, en dinamik, en haysiyetli ve memleket aşkıyla
dolu deli fişek kuşağının mensupları ya idam
edilmiş, ya yurt dışına kaçmış ya da hayata küsüp
köşesine çekilmiştir. Türkiye, 1980’de geleceğini
kuracak kuşaklarını mahkeme salonları ve hapishane
duvarları arasında kaybetmiştir. Sonra da en sinik,
en uysal, en itaatkar ve en söz dinleyen “kenarda
kalmışlar” bütün fırsatçılık ve kurnazlıklarıyla
politik alanı istila etmiştir. Türkiye “negatif
seleksiyonla” bir kez daha elini kolunu bağlamış, büyük
mücadeleleri göğüsleyebilecek evlatlarını kurban
vermiştir.
Birkaç yanlı çalışmanın
dışında Türkiye’nin “kayıp kuşaklarının”
trajedisi toplumsal bilinçte hiçbir karşılık
bulamamıştır. Bu acılı yılların ne romanı yazılmış
ne de sineması çekilmiştir. Yaşanan her şey sanki
“boşlukta” yaşanmıştır. Üstelik “yeni
siyasetçiler”, rakiplerini sık sık 80 öncesine dönmeye
çalışmakla suçlamışlardır. Hesaplaşılması,
iyice düşünülüp derslerin çıkarılması gereken Türkiye’nin
“en uzun on yılı” siyasetin dünyasında suçlayıcı
bir umacılıktan öteye geçememiştir.
BİÇİMSEL
DEMOKRASİ
|
- Türkiye,
batıya gitmek adına kendi soğuk
savaşını bitiremeden 50’ler
ile 80’lerin ilk yarısına yayılan
dünyadaki soğuk savaşa yakalanmıştır.
İki soğuk savaşın üst üste
gelmesi Türkiye’ye büyük kayıplara
mal olmuştur.
|
|
|
Savaş sonrasının
değişen dünya koşulları karşısında İnönü ve
CHP, yeni bir yol çizme mecburiyeti ile karşı karşıya
kalmıştır. Bugün geçerli olan müesses düzenin yapı
taşları bu evrede yerine konmuştur. Bunlardan ilki
iktidarın elde tutulması/ele geçirilmesi için her türlü
manevranın meşru kabul edildiği siyaset refleksidir.
CHP’liler, dörtlü
takrir ile kendilerinden kopan ve gittikçe geniş bir
toplumsal ilginin odağı olan DP’den oldukça rahatsızdır.
İnönü ve CHP seçkinlerinin bütün isteği,
“uysal” ve “denetimlerinde” bir muhalefet
partisi yaratarak biçimsel bir demokrasiye geçmektir.
Yeni parti, batıya, “bakın! Biz demokrasiye geçtik”
demeye yarayacak, ancak hiçbir biçimde CHP iktidarını
da tehlikeye atmayacaktır. Köylünün, ticaret
burjuvazisinin ve tek parti idaresinden bıkan aydınların
geniş desteğini arkasına toplayan DP, CHP’nin gözünde
büyük bir tehlikedir ve tehlikenin yok edilmesi için
“zecri tedbirlerin” alınması CHP içinde konuşulmaktadır.
46 seçimleri hileyle atlatılmış ve CHP iktidarını
korumuştur. İşte bu ortamda Türk demokrasisin “sui
generis” niteliğini tayin eden adım 12 Temmuz
1947’de atılmıştır. İnönü, Truman Doktrini
kapsamında Türk-ABD askeri işbirliği anlaşmasını
imzaladığı aynı gün, DP’yi “meşru muhalefet”
sayan bir bildiri de yayınlamıştır.
Türkiye
demokrasisi “toplumsal rıza” ile ve “ulusa saygının”
gereği değil, batıyla verilen bir “taviz” olarak
doğmuştur. Devlet seçkinleri, bu tavizi geri almak içir
zaman zaman hamle yapmaktan çekinmemişlerdir. Türk
siyasi yaşamının “biçimsel demokrasi” ile
“askeri yönetim” arasında gidip gelen tüketici
sarkacı sıcak bir yaz gününde ilk hareketini almıştır.
Devlet seçkinlerine
göre demokrasi tavizi, sadece batıya değil, “cahil
ve kaba” halka da verilmiştir. Halk ise, seçkinlerin
elinde toplanan iktidar ve kamu servetinden pay almak için
demokrasiyi “fırsat” görmüştür. Bu denklemde
hem kitle partilerinin oy için halk dalkavukluğu ve
kamu talanı, hem halkın demokrasi oyunu içinde çalışmadan
zenginleşme fırsatçılığı ve hem de iktidar
odakları arasında siyasi mücadele kızıştıkça batının
bu oyunun içine daha fazla çekilmesi alışkanlıklarıyla
Türkiye’nin “siyasi pandomimi” başlamıştır.
Demokrasi, batıyla ve kendi kendiyle oynanan sahte bir
oyuna dönüşmüştür.
Türkiye’nin batıyla
ve kendisiyle ilişkileri, sürekli kavga edip duran bir
aile üyelerinin, komşusunun hakemliği ve insafına sığınması,
birbirini rakip ve düşman sayarken, “yabancıyı”
dost ve hak/erdem veren merci kabul etmenin çıkmazına
sürüklenmiştir.
Batı, Türkiye’de
oynanan demokrasi oyununa çıkarı tehlikeye düşmedikçe
ses çıkarmamıştır. Doğuda ve müslüman bir
toplumda demokrasinin bundan fazlasının olabileceğine
de inanmamıştır. Türkiye’nin batıyla ilişkilerini
sürdürebilecek ve batı denetimine izin verecek kadar
“demokratik/açık” olması, hatta arasıra
kesintiler olağan görülmüştür.
Millet seçkinleri
doğmadan, Türkiye’nin batıyla ilişkileri ve batıyla
ilişkilere göre tasarlanmış iç siyasal kuruluşu
demokratik/milli bir dönüşüme uğratılmadan Türkiye’nin
“kendini tüketmesi trajedisi” çözülemeyecektir.
KİM SUÇLU KİM
GÜÇLÜ...
47 Kurultayında
CHP yeni dönemin koşullarında halk desteğine duyacağı
ihtiyaç nedeniyle din politikasını yumuşatmaya başlamıştır.
İmam-Hatip okulları ve Ankara’da bir İlahiyat Fakültesi
açılmıştır. İlkokullara seçmeli din dersi konmuş,
türbeler açılmış ve Hac için döviz alımı
serbest bırakılmıştır.
Halkın diyanetini
rahatça ifade etmeye ve yaşamaya layık sayılması
yine dünya konjonktürünün gereği olanaklı kılınmıştır.
Yoksa Türk halkı doğrudan ve kendi başına serbest
bir dini hayat yaşamaya hak sahibi sayılmamıştır.
Her ne sebeple olursa olsun bu bir ülkenin yönetici seçkinleri
için “utanç” sebebidir.
Geçmişte
yasaklanmışken, dış politik sebeplerle serbest bırakılması
din ve dini duyguları Türkiye politik hayatının en
çok “kullanılan” malzemesi yapmıştır. DP,
irticaya prim vermekle suçlanmıştır, ancak dini
duyguları politikada ilk kullanan yukarıda anlatıldığı
gibi CHP olmuştur. Ama DP ve izinden giden sağ
partiler CHP’nin açtığı yoldan ilerleyerek dinin
kullanımını tekelleştirmişlerdir.
Türk siyasi hayatındaki
çarpılmalardan birisi de IMF, OECD gibi kapitalizmin
uluslararası kurumlarına üyeliğin İnönü tarafından
gerçekleştirilmiş ve ABD ile ilk askeri anlaşmaya
imza atılmış olmasına rağmen batıcılık bayrağının
DP/AP’nin elinde kalmasıdır. DP tıpkı din
politikası gibi yalnızca CHP’nin açtığı kapıdan
girip, batıcılığı aşırıya götürmüştür. ABD
ile askeri bir anlaşmaya imza atılmasından sonra
Menderes’in NATO’ya girmek için çabasının sol ve
CHP tarafından sürekli eleştiri konusu edilmesi yalnızca
propaganda maksatlı bir söylev olabilir.
Türkiye’nin
talihsizliği Türk politik sisteminin iki temel aktörü
CHP ve DP/AP’nin batının gözüne girmek için sürdürdükleri
kör yarıştır. Türkiye’ye batının ileri karakolu
rolü, hiçbir ulusal opsiyon dikkate alınmadan fazlasıyla
ve gönüllüce oynatılmıştır. Bugün yaşadığımız
genel ve derin krizin kökeninde Türkiye’nin
siyasetinin, ekonomisinin ve güvenliğinin kaygısızca
ve fütursuzca batıya terk edilmesi yatmaktadır.
Merkez sağ ve merkez sol batı öykünmeciliği içinde
Türkiye’nin kalelerini birer birer batıya terk etmiştir.
Bugün 70 milyonluk Türkiye’nin kaderi IMF Başkanı’nın
iki dudağı arasından çıkacak bir çift söze bağlıdır.
Batıyla onurlu, verimli ve geliştirici bir ilişki düzeni
kurulamamış, iktidarda kalmak ve iktidar nimetlerini
üleşmek adına sağ ile solun ana partileri arasında
süren kavgayla Türkiye Batı karşısında çaresiz bırakılmıştır.
Sadece bu kadar da değil, Türkiye, evlatlarını iç
ve dış dinamiklerden güç alan kıyıcı bir soğuk
savaşa kurban vermiştir. Sonuçta Türkiye, ne barışa
ne onura erişebilmiştir.
DOĞU-BATI SOĞUK
SAVAŞI
|
- Devlet,
batı merkezlerinin kuşatmasını
sökmek ve batıyla onurlu, eşit
ve kendi yararına bir ilişki
düzeni kurmak için daha fazla
batıya gitmek değil, en geniş sınırlarda
milletine dönmek, milletinin
erdemli ve akıllı evlatlarıyla
kucaklaşmak zarureti içindedir.
|
|
|
“Soğuk savaşta,
ABD-SSCB, doğu-batı arasında ilişkiler soğuktur;
dondurulmuş ve dumura uğramıştır. Ancak aradaki ilişkiler
her ne kadar kötü ve savaş haline yakın olsa da, bir
yerde frenlenmiş ve sıcak savaş noktasına da gelmemiştir.”
(F.Halliday, Soğuk Savaş, s.15)
Dönemin ele alınabilecek
çok sayıda başka özelliğinin yanında soğuk savaşın
Türkiye’yi etkisi altına alan asıl özelliği,
blokların içi denetimin sıkılaşmasıdır. Bu
noktada çizgi o kadar kalın çizilmiştir ki, gereğinde
paramiliter güçler devreye sokularak bloklararası soğuk
savaş çemberinin dışında kalanlar cezalandırılmıştır.
Soğuk savaşın
ilk evresinde çatışma Avrupa topraklarında ve Berlin
üzerinde cereyan etmiştir. Kampların ideolojik kapışması
yerini karşılıklı nükleer tehditlere terk etmeye başlayıp,
insanlığın olası bir nükleer savaşta topyekün yok
olması ihtimalinin belirmesiyle blok ilişkileri bir
yumuşama dönemine girmiştir. 70’lerin başında başlayıp
on yıl kadar süren Detant döneminde bloklararası çatışmanın
merkezinin üçüncü dünyaya kayması Avrupa’yı
rahatlatmıştır. Barış ve anti-nükleer hareketler
ile Yeşil hareketler, muhalif pozisyonda durarak kıtalarının
soğuk savaş parantezinden çıkmasında aktif rol almışlardır.
Avrupa çatışma
alanı olmaktan çıkmış, ancak bu defa Türkiye; İran,
Afrika, Afganistan ve Arap dünyası kuşağında hızlanan
bölgesel çatışmalara komşu hale gelmiştir. Türkiye,
soğuk savaşın tam menziline yerleşmiştir.
Oysa 60’lı yıllar
Türkiye’sinin politik gerginlikleri “silaha bulaşmadan”
atlatılabilmiştir. Komünizmin güneye sıçrayışını
engelleyecek tampon rolü oynaması başından beri
beklenen Türkiye birden soğuk savaşın “sıcak çekişmesinin”
cephe ülkesi haline gelmiştir. Türkiye, her türlü
uluslararası kışkırtma ve yönlendirmeye açılmıştır.
Müesses düzenin zaaflarının uluslararası ilişkilerin
çatışmacılığı ile birleşmesinden Türkiye’de,
sokak terörünü doğmuştur.
Soğuk savaşın
ikinci evresine damgasını vuran diğer bir önemli
gelişme, ABD’nin ekonomik olarak toparlanan
Avrupa’yı denetim çabasının blok içi bir çelişki
olarak belirmesidir. Avrupa, ekonomisi güçlendikçe
ABD’den bağımsızlaşma ve uluslararası siyasette
kendi başına davranma eğilimi içine girmiştir. İlginç
bir şekilde Sovyet tehdidi, batı içi rekabette
Avrupa’nın bağımsızlaşmasını engellemede
ABD’ye sağlam bir gerekçe sunmuştur.
Türkiye’deki sol
yükselişe bu uluslararası bağlamdan bakmak açıklayıcı
ve çarpıcı sonuçlar göstermektedir. Türk solu, ABD
emperyalizmine ölesiye düşman olmuş, fakat Avrupa
emperyalizmlerinden neredeyse hiç söz açmamıştır.
Oysa Avrupa
“soy-emperyalist”tir ve 2.Dünya Savaşı’ndan
bitap vaziyette çıkmış olsa dahi küresel politik süreçlerdeki
etkinliğini kaybetmemiştir. (Örnek: özellikle İngiltere)
Buna karşın Türk solu, aydınlanmanın ve Marksizmin
anavatanına büyük bir hayranlık taşımıştır. (örnek:
68 Dalgası) Soğuk savaş aktörlerinin Türkiye’de kışkırttığı
kitlesel ideolojik çatışmayı ABD-SSCB yerine
ABD-Avrupa ayrışması ve çekişmesi eksenine
oturtanların tahlili çok kere doğrulanmıştır. Türkiye’de
bugün Avrupacılığı
solun eski tüfeklerinin üstlenmiş olması dikkate çekicidir.
Dolayısıyla Türkiye’de iç savaşın dış
merkezleri aranacaksa, adresler Sovyetlerden çok Avrupa
ve batı merkezlerini işaret etmektedir.
70’ler sona erdiğinde
kanlı bir iç savaştan yorulmuş, bitkin düşmüş
bir toplum kaldı Türkiye’ye. Soğuk savaşın
bedelini, bütün mazlum dünyanın çocukları gibi Türk
evlatları da ödemiştir. Onca heyecan, düşünce ve
gelecek mutlu günler umudundan geriye sadece kayıp kuşakların
acı hatıraları kalmıştır.
Anadolu çocukları,
kurban olmuş/edilmiştir. Devlet, çocuklarını
bu kanlı kapışmadan koruyamamıştır. Onları, bazı
komprador unsurlara kurban vermiştir. Tıpkı
mitolojideki evlatlarını yiyen Tanrı Moloch gibi o
da, bütün evlatlarını yemiş ve kendine tapacak
kimse kalmayınca makamından olmuştur
SONUÇ YERİNE...
Türkiye, batıya
gitmek adına kendi soğuk savaşını bitiremeden
50’ler ile 80’lerin ilk yarısına yayılan dünyadaki
soğuk savaşa yakalanmıştır. İki soğuk savaşın
üst üste gelmesi Türkiye’ye büyük kayıplara
malolmuştur.
Türkiye bugün batı
merkezleri önünde bitap vaziyettedir. Yeni milli mücadele
koşulları ve aynı ölçüde beka problemiyle karşı
karşıyadır. 1919 şafağında bu problem millet ve
milli kuvvetlerle bütünleşmeyle aşılmıştır. Bugün
devletin en az millet hatta milletten daha fazla çaresiz
olduğu görülmektedir.
Devlet, batı
merkezlerinin kuşatmasını sökmek ve batıyla onurlu,
eşit ve kendi yararına bir ilişki düzeni kurmak için
daha fazla batıya gitmek değil, en geniş sınırlarda
milletine dönmek, milletinin erdemli ve akıllı
evlatlarıyla kucaklaşmak zarureti içindedir. Bunun
yolu da Türkiye’nin milli ve demokratik temelde
kapsamlı bir elit dönüşümü yaşamasından geçmektedir.
|