|
- Jöntürklerin
sahneye çıkışı ve 600 yıllık
bir düzenin çöküşünü
engellemek ve milletin varlık ve
bekâsı için devlete rağmen
kavgaya atılmasını, ilk ve örnek
bir model olarak alabiliriz. Jöntürklerin
analizi, sadece bir örnek elit dönüşümü
açısından değil, ülkemizin
derin iktidar bileşenleri ve oyun
kuralları açısından da oldukça
verimli ipuçları ile
doludur.
|
|
|
Türkiye, doğu ve
batı arasındaki kritik konumu dolayısıyla hâlâ bir
soğuk savaş kuşatması altındadır. Bu soğuk savaş,
ancak ve sadece içerden başlatılacak bir elit dönüşümü
süreci sayesinde ve bu sürecin bir sonucu olarak yeni
fikir ve projelerin gündeme getirilmesi dolayımıyla aşılacaktır.
Bu anlamda , toplumsal hegemonya çeperi olarak resmi ve
sivil alanların kanaat önderleri ve karar vericileri
anlamında ‘elit’, sadece politik olanın değil, kültürel
ve ekonomik düzenin dönüşümü için de kilit bir
anlama sahiptir. Weberyen anlamda patrimonyal (pederşahi)
ve yarı kutsal- değişmez elitlerin egemenliğine alışkın
bir siyasal geleneğin içinden radikal bir elit dönüşümü,
tarihimiz boyunca iki örnek süreçle gerçekleşmiştir.
İlk, İstanbul’un fethi sonrasında Fatih dönemiyle
başlayan ve imparatorluğun son dönemlerine kadar süren
devşirme sistemi üzerinden gerçekleşen yukardan dönüşüm;
İkincisi ise Tanzimat’a tepki olarak doğan ve
Cumhuriyet’in kuruluşuyla sonuçlanan Jöntürk kuşaklarının
aşağıdan gerçekleştirdiği dönüşümdür. İlk
elit dönüşümü, Anadolu beyliklerinin konfedere
birliği olarak Osmanlı Devleti modelini dönüştürerek
emperyal özellikte (ama içkin olarak Müslüman/Türk
karakterli) merkezi bir devlet yapısını inşa etmiştir.
İkinci dönüşüm ise devşirme modelinin yozlaşmasının
üzerine binen Yeniçeriliğin ilgâsı ve Tanzimat
reformlarının doğurduğu kozmopolit
elit yapısını dönüştürüp Sünni/Türk
karakterli ve bir anlamda halkçı bir elit yaratarak
ulus-devleti inşa etmiştir. Devşirme modelini bu yazının
kapsamı dışında tutarsak, Jöntürklerin sahneye çıkışı
ve 600 yıllık bir düzenin çöküşünü engellemek
ve milletin varlık ve bekâsı için devlete rağmen
(ve devletin de gücünü kullanarak) kavgaya atılmasını,
ilk ve örnek bir model olarak alabiliriz. Jöntürklerin
analizi, sadece bir örnek elit dönüşümü açısından
değil, ülkemizin derin iktidar bileşenleri ve oyun
kuralları açısından da
oldukça verimli ipuçları ile doludur.
JÖNTÜRKLER’İN
SAHNEYE ÇIKIŞI
Osmanlı’nın
çöküş sürecinde III. Selim’den beri devam eden
yenilenme çabaları, Fransa etkisiyle yeniçeriliğin
ilgâsından başlayarak 1839 Tanzimat ve 1856 Islahat
Fermanları’yla birlikte Düvel-i Muazzama’nın ‘gözetim
ve denetimine’ girmişti. II. Mahmut’un Yeniçeriliği
kaldırması dışında, görüntü ve kabuk değiştirme
düzeyinde süren yenilik çabaları, her defasında
yeni sorunlar yaratan fasit bir daireye dönmüştü;
gayri müslimlerin eşitlik hakları ayrılıkçı eğilimleri
güçlendiriyor, orduyu yenileme gayretleri ise borçlanma
yoluyla, ordunun karşısında kullanılacağı Batılı
güçlere bağımlılığı pekiştiriyordu.
İngiltere açısından
Hindistan yolunun güvenliği ve Rusya ile Almanya’nın
denizlere açılmaması için, 1900‘lere kadar Osmanlı’nın
‘hasta adam’ halinde yaşaması gerekiyordu.
Bu politika gereği
hem reform çabaları destekleniyor, hem de yıpratma ve
zayıflatma politikaları uygulanıyordu. Fransa için
de çapı ölçüsünde benzer bir politika söz
konusuydu. Osmanlı Devleti’nin İngiltere ve
Rusya’yı dengeleme politikası gereği Fransa kollanıyor
ve yenilenme prototipi olarak ayrıca taklit ediliyordu.
İşte bu vasatta,
tarihçilerin ‘Yeni Osmanlılar’ olarak isimlendirdiği
ilk aydın kuşağı sahneye çıktı. Mithat Paşa, Namık
Kemal, Ziya Paşa, Şinasi ve sonradan Ali Suavi ve
Mizancı Murat gibi isimlerin öncülüğünde başlayan
muhalif çizgi sonraki bütün jöntürk kuşaklarının
eylem ve söylemine damgasını vurdu.
1865’te Namık
Kemal ve beş arkadaşının Belgrad Ormanları’nda
kurduğu İttifak-ı Vatan cemiyeti, İtalyan Carbonari
hareketinden esinlenen ilk gizli cemiyetti.
Tasvir-i Efkar, İbret,
Muhbir, Mizan gibi yayınlar ise, okuma yazma bilen
efkar-ı umumiyeye hitap eden ilk propaganda
faaliyetiydi. Namık Kemal’in ‘Vatan’ ve ‘Hürriyet’
temalı şiirleri, özellikle 1873’te sahnelenen
‘Vatan yahut Silistre’ piyesi, genç nesli saran
muazzam bir heyecan dalgası yaratıyordu.
Bu kuşak, Mısır
hidivi olamadığı için padişah Abdulaziz’le kişisel
kavgası olan Mustafa Fazıl Paşa’nın himayesi ve
Fransız sefaretinin yardımıyla Paris’e gitmiş, ardından
M. Fazıl Paşa’nın padişahla anlaşıp desteği
kesmesi üzerine İstanbul’a dönüp devlet görevleri
almış, sonra tekrar sürgün edilmiştir.
Bu serüven, aydın
ve dava adamlığının bugüne de ışık tutan bazı
özelliklerini mayalamıştır; devletten himaye arama,
bulamayınca devlet dışı bir güce yada yabancı bir
devlete sığınma, yani her halükarda üstün bir güce
intisap etme ihtiyacı duymaktır. Bu tutum, esasen güç
birikimi anlayışının tabii sonucuydu. Zira Yeni
Osmanlılar, içinde büyüdükleri kadim devletin gücünü
iyi tanıyor ve ona denk bir güç sahibi olmanın
yollarını arıyorlardı. Bu anlamda, himayecilik, jöntürkler
için bir tür kuvvet çarpanı olarak bilinçli şekilde
tercih ediliyordu.
Mithat Paşa’nın
Abdulaziz’i devirip önce V. Murad’ı, ardından II.
Abdulhamid’i tahta çıkarması ile birlikte Yeni
Osmanlılar kısa bir ümide kapılmışlardı. Namık
Kemal, Ziya Paşa ve Şinasi’nin de bulunduğu bir
komisyon, Kanun-i Esasi taslağını hazırladı. Ancak
Abdülhamit, Mithat Paşa korkusu nedeniyle 1877’de
Rusya ile savaşı bahane ederek bu ilk anayasayı rafa
kaldırdı. Mithat Paşa ise önce sürgün edildi, ardından
1884’te, Abdulaziz’i öldürtmekle suçlandı ve
Taif’te boğularak öldürüldü. Böylece 30 yıl sürecek
istibdat dönemiyle birlikte, Jöntürkler’in serüveni
yeni bir safhaya girdi.
Tanzimat’ın üç
ünlü paşası, İngiliz eğilimli Reşit, Fransız eğilimli
Ali ve Fuat Paşalar döneminde muhalefete başlayan
Yeni Osmanlılar’ın devlet ile ilişkileri bir tür
baba-oğul ilişkisi tarzında gelişti. Hem paşazade kökenleri,
hem de devlet memuru olmaları nedeniyle olsa gerek,
devletle ve aynı anlamdaki padişahla kurdukları aşk-nefret
ilişkisi, herhalde o dönem için sadece Osmanlı
muhaliflerine özgüydü.
Öyle ki, Mithat
Cemal Kuntay’ın aktardığı şekliyle, “..Fuat Paşa,
Tasvir-i Efkâr muharriri Namık Kemal Bey’i, altında
ağlamak şartıyla asmak istiyordu.” Fuat Paşa’nın
bu ilk muhalif kuşağa bakış açısı, o günden beri
adeta devletin politikası oldu. Reform, yenilik ve değişim
talebiyle ortaya çıkan her muhalif kuşağı devlet,
idam, hapis ya da sürgün ederek ‘ağladı’.
Yeni Osmanlılar’ın
devletle, devletin de ilk ‘yaramaz çocukları’ ile
ilişkisi, Nietzsche’nin Platon’un ‘devlet’i üzerine
söylediği “Devlet, bir kuşağın tinsel enerjisini,
ancak varolan kurumların çıkarlarına hizmet edecek
bir biçimde serbest bırakır.” sözünü doğrulayacak
nitelikte idi. Yani değişen dünya koşullarını
‘hissederek ‘çökeceğini anlayan ‘devlet aklı’,
en yetenekli çocuklarını sahneye çıkartıyor ama
-yeni olan herşey karşısında olduğu gibi- sınırlarını
ve sonuçlarını ‘denetlemekte’ zorlanıyordu. Aynı
şekilde genç muhalifler de, Fransız Devrimi’nin yıkıcı
ve yeniden kurucu sloganlarını, kadîm Osmanlı mülkünün
bekâsına göre uyarlamak gibi paradoksal bir zihniyet
ve gaye peşinde idiler.
Macar kökenli Türkiyatçı
A. Vambery’nin Jöntürkler için yaptığı değerlendirme,
bu paradoksu yeteri kadar açık tavsif ediyor:
“..saatlerce
kendileriyle görüştüm. Ecdatları için besledikleri
hayranlık ve hürmet, hükümdara karşı duydukları hürmete
muadil idi. Vakıa ihtilalci idiler, fakat ‘sadık’
ihtilalci .. O saf Almanlara benziyorlardı, ki
memleketlerinde cumhuriyetin tesisini isterler, lakin başında
bir Grandük bulunmak şartıyla...”(Aktaran Y. Küçük,
Aydın üzerine tezler, C. 2, s. 178)
K. Marx,
“insanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama
devraldıkları koşullar içinde” diyor. Jöntürkler,
bir askerî tarım imparatorluğunun kadîm düzeni ‘içinde’
durarak, ama ilk defa hanedan dışında tarihe müdahale
etmenin örneği idiler. Osmanlı mülkünün sahibi
olarak hanedanlığın bu ilk ve modern sorgulanması,
tabii olarak naif ve sınırlı bir perspektife sahipti.
Örneğin vatan, millet ve hürriyet kavramlarına yüklenen
anlam ve yapılan aşırı vurgu, aslında dolaylı bir
hanedan eleştirisiydi. Sultan-ı şahane uğruna yaşamaya
ve ölmeye alışkın kul toplumunda, bu tek mutlak gücü
anmadan, asıl Mülk sahibine (millete) ve Mülk’ün
bizatihi kendisine (Devlete ve Vatana) vurgu yapmak, o dönem
için hem bir ilkti , hem de cesur bir eleştiri
denemesiydi. Bu dolaylı çağrışımlar, îmâlar ve
semboller usûlüyle geliştirilen muhalif söylem, Türk
siyasal geleneğinin temel dili olarak bugünlere kadar
gelişerek devam etti.
Yeni Osmanlılar’ın
dönemin şartlarıyla sınırlı ufku ve devletle ilişki
tarzları, hem pratik hem de teorik düzeyde bir diğer
jöntürk özelliği olan pragmatizmin mayalanmasını
sağladı. ‘Dalalet ve gaflet içindeki hanedanlığa
rağmen, bir an önce çöküşü durdurmak için
reformlar yapmak’ şeklinde özetlenebilecek fikri
istidat, bütün ilhamı veren Avrupa semalarından,
yeni olarak sadece acil addedilen fikirleri seçerek aldı.
Öyle ki, sosyalizm, cumhuriyet, ulus, ulusal pazar gibi
rüzgarların estiği Paris cafe ve salonlarından, jöntürklerin
kulakları sadece ‘hasta adamı’ tedaviye yarayacak
vatan, anayasa, meclis ve hürriyet seslerini algılıyordu.
Jöntürkler’in
fikri yapılarının bu sığ ve eklektik karakteri,
pratik sorunları acilen çözmeye dönük pragmatizmin
ürünüydü. Aynı şekilde sürgünde dahi Padişah’a
‘Layiha’lar hazırlayıp kabulünü bekleyen ve en küçük
bir olumlu sinyal alınca yurda dönüp devlette
memuriyete başlayan pratik tavırlarda, dönemin
Avrupa, Balkanlar ve Rusya’daki ihtilalci kadrolarıyla
kıyaslandığında, anlaşılması mümkün ama kabulü
zor bir kişilik yapısı görülmektedir.
MÜLTECİ
MUHALEFET
1889 yılında, Namık
Kemal’in şiirleri, Mithat Paşa’nın trajik sonu ve
Mizancı Murad’ın dersleriyle yetişen Tıbbiye ve Mülkiye
öğrencileri, ‘Osmanlı Terakki ve İttihat
Cemiyeti’ni kurdu. İbrahim Temo, İshak Sukuti, Çerkez
Mehmet Reşit, Abdullah Cevdet, Dr. Nazım ve Ahmet Rıza
gibi isimlerin öncülüğünde kurulan ve sonradan ‘İttihat
ve Terakki’ olarak ismini değiştiren Cemiyet, jöntürklerin
ikinci kuşağının sahneye çıkışını ifade
ediyordu. Osmanlı Birliği perspektifi ve Abdülhamit
İstibdat’ına son vererek Anayasa ve Meclisi tekrar yürürlüğe
koyma ülküsü etrafında şekillenen cemiyetin merkezi
Selanik ve Paris’ti. Bu kuşak, Yeni Osmanlılar kadar
İstanbul’da ve devlet üzerinde etkili olamasa da, Jöntürklüğün
sonraki tüm serüvenine damga vuran şiddet kullanımı,
ayrışma ve iç çatışma, komitacılık ve yarı
askeri kadro ve eylem karakteri gibi özelliklerin yeşermesi
söz konusu oldu. 1908 Meşrutiyet Devrimi’ne kadar,
başta Selanik ve Paris olmak üzere, Manastır, Edirne,
Kosova, Cenevre, Londra gibi merkezlerde faaliyet yürüten
cemiyetin ideolojik dönüşümü ve parçalanması da
bu döneme rastlar.
Üslup ve yöntem
olarak giderek keskinleşen muhalefet mensuplarının sınıfsal
yapısındaki değişim de bu sürecin nedenlerinden
biridir. Tıbbiye
ve Mülkiye gibi okulların, ilk defa taşradan ve küçük
memur, esnaf çocuklarından talebe almasıyla birlikte
önce bu okullarda ve giderek devlet bürokrasisinde
beyzadeler-taşralılar çelişki ve çatışması yaşandı.
İttihat Terakki’nin hızla örgütlendiği ilk sosyal
küme, işte bu okullarda ki taşra kökenli
talebelerdi. Böylece modern siyasal geleneğin sınıfsal
karakteri ilk örneğini de üretmiş oldu. Bu biyolojik
dönüşüm, Prens Sabahattin vakasında keskin bir ayrışmaya
neden oldu. Kendine özgü liberal tezleri olan Prens
Sabahattin grubuyla, Paris’te İTC’nin yayın organı
Meşveret’i çıkaran Ahmet Rıza grubu arasında 1902
kongresinde ihtilaf yaşandı. Ve Prens Sabahattin “Teşebbüs-i
Şahsi ve Adem-i Merkeziyet’ cemiyetini kurarak İttihatçılarla
yollarını ayırdı.
Öte yandan, başta
Fransa, İngiltere ve sonradan Almanya olmak üzere, batılı
devletlerin Jöntürk muhalefetini kullanmaya dönük eğilimleri
ile ittihatçıların stratejik ve taktik himaye arayışının
örtüşmesinden doğan karmaşık ilişkiler de bu döneme
rastlar. Bir yandan etkisi abartılsa da Talat Bey, Dr.
Nazım , Emmanuel Karasu ve Abdullah Cevdet gibi isimler
üzerinden masonik bağlantılar, öte yandan Osmanlı
kimliğinin korunması amaçlı güçbirliği politikası
gereği Ermeni, Sırp, Bulgar ve Makedon çeteleriyle
kurulan ittifaklar, bu ilişkilerin karmaşıklığıyla
orantılı bir kafa karışıklığına yol açıyordu.
İkinci jöntürk kuşağı, güçlenmek ve iktidara
biraz daha yaklaşmakla birlikte, ‘devlet’e ve
millete yabancılaşma riski barındıran farklı bir
kulvara giriyordu. Gizlilik ve komitacı faaliyet tarzının
da etkisiyle esrarengiz bir güce ulaşan cemiyetin yayın
organlarında pozitivist esintili makaleler yayınlanması,
dini ve örfi değerlerin sorgulanması, özellikle Abdülhamid’in
İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) aleyhine
propagandalarına malzeme veriyordu. Ancak yine de
istibdada karşı olan ulema ve İslamcı aydınlardan
da İTC mensuplarının olması nedeniyle ciddi bir meşruiyet
sorunu yaşanmıyordu. Gerçi jöntürkler konusunda
neredeyse ittifakla kabul edilen pozitivist ve laik
karakter, bugün örneğin herhangi bir İslamcı
cemaatin ya da tarikatın pozitif ilimler ve teknoloji
merakıyla kıyaslanamayacak kadar zayıf ve belirsizdi.
Ama o gün için söylenen sözü dine refere etmeyen
her fikir, rahatlıkla din dışı ve din karşıtı
olmakla itham edilebilmekteydi. Şüphesiz bunda saraya
bağlı devletlü ulema ve meşayih’in etkisi büyüktü.
Yine de İTC, giderek hem fikri çeşitlilik hem de iç
hizipleşmeler anlamında bir tür ‘cephe’ örgütü
haline gelmekteydi.
Aynı şekilde
bireysel ideolojik karakterde eklektik olmanın ötesinde
çelişik ve paradoksal bir hüviyete bürünüyordu. İTC
önderleri aynı anda hem batıcı ve batı düşmanı,
hem Osmanlıcı hem Türkçü, hem İslamcı hem
pozitivist, hem milli hem kozmopolit bir çizgiyi
savunabiliyorlardı. İttihatçılık bu yönüyle fikir
ve ideolojiyi asıl amaca hizmet ettiği ölçüde ve
fanatik olmadan savunabilme kabiliyeti anlamını kazandı.
İTC’nin özellikle
Selanik ve Manastır’daki öğrenciler ve askerler
arasında güçlenmesi, şüphesiz Balkanlar’daki
toprak kayıpları ve ayrılıkçı eğilimler karşısında
yaşanan çaresizliğin sonucuydu. Sanki,
Balkanlar’daki fetihlerle büyüyen devlet, şimdi
oradaki kayıplarla çöküyordu. Dolayısıyla sınırda
başlayan çöküntüye karşı direniş eğilimi de aynı
noktada güçleniyordu. Bu süreç İTC’nin yarı
askeri karakter kazanması ve şiddeti bir araç olarak
daha fazla kullanmaya başlamasını doğurdu.
SUYU ARAYAN
ADAMLAR
|
- Devlet
de,
Jöntürkler de Fransız
Devrimi’ne kilitlenmiş ve
Sanayi Devrimi’ni ıskalamışlardı.
Göremedikleri şuydu; çöken
Osmanlı İmparatorluğu değil,
tarıma dayalı askeri düzenlerin
tümüydü.
Jöntürkler’in bütün eylemi
ve söylemi, suyu tersine akıtmaya
çalışmanın o trajik esintisini
daima
üzerinde taşıdı.
|
|
|
1907-1918 yılları
arası, jöntürklerin ve Osmanlıların son devresidir.
Bu dönemde İTC artık romantik bir mülteci hareketi
olmaktan çıktı ve 600 yıllık hanedanlığın erkini
paylaşan yeni bir iktidar bileşeni olarak denkleme
yerleşti. Ancak daima geri planda kalarak sadrazam ve
paşaları yönlendirmeye dayalı ittihatçılıkla özdeş
bir iktidar oluş pratiği sergiledi. Bu yöntem aslında
devleti yönetme yeteneği ve kadrolarına sahip
olmamaktan kaynaklanıyordu. Ama kapalı olmanın verdiği
kudreti olduğundan güçlü görünme kurnazlığıyla
telif edebildikleri için, hep iktidarda kalmayı başardılar.
Nitekim ilk seçimlerde politik hileler , Hürriyet ve
İtilaf ya da Ahrar fırkası gibi İTC muhalifi
partilere karşı çeşitli baskı ve yıldırma
taktikleri ve siyasi suikastler, İTC’nin siyasi
geleneğimize kazandırdığı yenilikler olarak tarihe
geçti.
Bu dönem, bir başka
açıdan şiddetin, ayrışmanın, savaşmanın ve ölümün
yıllarıdır. Trajedi, dram, acı, hüzün içiçedir.
Devletin genetik kodlarına kadar nüfuz eden korkuların,
kaygıların ve parçalanmanın yaşandığı dönemdir.
Milletin bilinçaltına kazınan travmanın tahripkar kuşatması
söz konusudur.
İşte bu dönemin
sayfaları 1907’de Resneli Niyazi ve Enver Paşa’nın
dağa çıkmasıyla başlar. 1908’de meşrutiyet ilanı
bayram ve ümit rüzgarları estirir. 1909, 31 Mart olayı
sonunda Abdülhamit tahttan indirilir ve ittihatçılar
fiilen iktidarı yönetmeye başlar. Trablusgarp işgali,
Balkan Savaşı ve 1. Dünya Harbi.. 1915 Ermeni
Ayaklanması ve tehcir, 1915 Çanakkale Destanı ve 1918
mütareke ve işgal... Bizim tarihimizin en uzun on yılı
böyle yaşanır.
Bu yıllar politika
sanatına bizim orijinal eylemlerimizi de ekler. Örneğin,
Enver Paşa’nın kurdurduğu Teşkilat-ı Mahsusa,
modern siyasi tarihin ilk beynelmilel operasyon örgütüdür.
İttihatçılar, dünya savaşına girerken düşmanların
bilmediği yeni bir silahı, yaygın ve gayrı nizami
savaşı sahneye sürmüştür.
İngiltere ve
Rusya’ya karşı, başta Anadolu ve Trakya olmak üzere,
Ortadoğu, Kuzey Afrika, İran, Hindistan, Orta Asya,
Uzak Asya ve Avrupa’da, istihbarat, karşı casusluk,
gerilla savaşı, yerel direnişlerin organizasyonu,
propaganda ve ajitasyon faaliyetleri gibi çok boyutlu
bir mücadeleye girişen teşkilatın ilk görev dağılımı,
boyutu hakkında yeterli bir fikir verir: Süleyman
Askeri, İngilizlere karşı Irak’a, Enver Paşa’nın
kardeşi Nuri Paşa, Senusilerle birlikte
Trablusgarp’a ve Mısır’a, Halil Paşa Rusya’ya
karşı Kafkasya’ya, Rauf Orbay İngilizler’e karşı
Afganistan’a, Kazım Karabekir Rusya’ya karşı
Tahran’ı işgal etmek üzere İran’a görevlendirilmişti.
Libya’da Abdulaziz el Senusi, Cezayir’de Şerif
Burgiba (Habib Burgiba’nın babası) ve Emir
Abdulkadir, Mısır’da Aziz Ali, Suriye’de Şekip
Aslan gibi Türkistan’dan Tunus’a, Hindistan’dan
Hicaz’a kadar, her bölgenin önde gelen dini, siyasi
ya da aşiret liderlerinin çoğu teşkilat mensubu ya
da destekçisiydiler.
Teşkilat,
Trakya’da Edirne’nin işgali tehlikesine karşı göstermelik
bir cumhuriyet kurmaktan, Kuzey Afrika’da gerilla savaşı
organizesine, o dönemde yeni oluşan İrlanda Kurtuluş
Ordusu’na lojistik destek göndermekten, Abdurreşit
İbrahim kanalıyla Filipinler, Malezya ve Japonya’da
propaganda faaliyetine, silah ve mühimmat temininden,
casusluk etkinliklerine kadar, Osmanlı ufkunun dahi ötesinde
çok yönlü bir savaş pratiği geliştirmişti.
Dünya Savaşı’nı
Almanya’nın kaybetmesiyle birlikte yenik sayılan İstanbul’un
işgali sırasında, Karakol Teşkilatı’nı kurarak
Anadolu’ya silah ve kadro sevk etmişti ve Kuva-yı
Milliye, Kuva-yı Seyyare , Müdafaa-yı Hukuk gibi
yerel direniş odaklarının örgütlenmesinde de teşkilat
mensuplarının rolü büyüktü.
Enver Paşa Türkiye’den
ayrılırken Teşkilatı, Hüsamettin Ertürk’ün
liderliğine bıraktı ve ismini ‘Umumu Alem İslam
ihtilal Teşkilatı “olarak değiştirdi.
1950’li yıllarda
Türkiye’deki Amerikan görevlisi P. H. Stoddard,
muhtemelen CIA’nın soğuk savaş dönemi hazırlığı
içinde olduğu bir zamanda, Teşkilat-ı Mahsusa konulu
bir tez çalışması yapar ve kurucu liderlerden Kuşçubaşı
Eşref’i bularak Teşkilat hakkında bilgiler alır.
Kuşçubaşı’nın Stoddard’a söyledikleri, dönemin
atmosferi ve teşkilat kadroları hakkında aydınlatıcı
izler taşımaktadır:
“Osmanlı Devleti
içinde gaye ve fikir birliği yapmak, bütün Türkleri
bir bayrak ve bir devlet telakkisi altında birleştirmek,
temsil ettiğimiz manevi iman nizamı olan müslümanlığı
takip edilecek harici siyasetin müteessir kuvveti
haline koymak ve bunun kadrosunu yetiştirmek gayesiyle
Teşkilatı Mahsusa kurulmuştu...
“...İçimizden
kimsenin kaybedecek birşeyi yoktu. Davamızın haklı
olduğuna ve çalışmalarımızın mühim olduğuna
inanmıştık. Sonunda kazanamayacak oluşumuzu gözardı
etmeye meyyaldik. Hiç değilse harbin sonunda etrafımızdaki
dünya çökmeden, ufak tefek birkaç zafer
kazanabilirdik.. Durmadan çalıştık.. Bu işe gönül
vermiştik.. Mantık ne derse desin.. Hiç bir zaman
filozof ya da siyasetçi olmadım ve bu işten iyi
dostlar, yara izleri ve kalça çıkığı, birkaç
madalya ve memleketim için çok iyi döğüştüğümü
bilmenin verdiği manevi tatmin dışında hiçbir şey
elde etmedim...” (P. H. Stoddard, Teşkilat-ı
Mahsusa, İst. 1957)
1918-1922 yılları
arasında, Jöntürklük yenilgiyi kabullenmedi ve
birbirini tamamlayan iki ayrı koldan tekrar direnişe
geçti. İçeride, yani son kale olan Anadolu’da,
Mustafa Kemal önderliğinde Milli Mücadele, ve dışarıda,
yani Asya’da Enver Paşa ve diğer İttihatçıların
önderliğinde Pantürkist ve Panislamist özellikli
anti emperyalist mücadele başladı. Mustafa Kemal ve
Enver Paşa’nın kişisel çekişmesi ve rekabetini içerse
de, bu iki farklı yol aslında birbirini tamamlıyor ve
Anadolu’da yeni bir devletin kurulmasının şartlarını
hazırlıyordu. Enver Paşa ve İttihatçılar, bir
yandan yeni Sovyet rejimiyle diyaloğa girerek hem
Sovyetler’in İngiltere’ye karşı Almanya ile
ittifak yapması için diplomasi yürütüyor, hem de
Anadolu’da süren mücadeleye ve Asya’da başlatılacak
Anti-İngiliz ihtilallere Sovyet desteğini sağlamaya
çalışıyordu. Sonuçta, M. Kemal’in temsil ettiği,
mantık ve realizme dayalı seçenek haklı çıksa da,
Enver efsanesinin bütün Asya’da ve İslam
Alemi’nde başına bela olacağından korkan İngiltere’nin
M. Kemal liderliğindeki Ankara hükümetine ve yeni Türkiye
Cumhuriyeti’ne ‘razı’ olmasında Enverizm’in
varlığının payı büyüktür. Nitekim İngiltere,
Sovyetlerle anlaşma yolunu seçerek 1921 Mart ayında
anlaşma yapmış, Sovyetlerin Anti-İngiliz hareketlere
desteğinin kesilmesini şart koşmuştur. Bu antlaşma,
dolaylı olarak yeni Türkiye Hükümeti’ni de
kabullenmenin yolunu açmış ve sonuçta İngiltere
Yunanlılar’dan desteğini çekerek Ankara Hükümeti’ni
tanımıştır.
Sovyetler’in İngilizler’le
anlaşması, Enverist seçeneğin kaybettiğini kesinleştirmişti.
İngiltere, anlaşma yaptıktan hemen sonra Rusya’ya
nota vererek, Afganistan’da İngiltere aleyhine
faaliyetlerde bulunan Cemal Paşa’ya Rus desteğinin
sona ermesini istemişti. Sovyet liderlerinin ‘nefes
almak’ bahanesiyle anti-emperyalist faaliyetlerden
vazgeçme politikası hemen etkisini göstermiş ve
Enver Paşa’nın faaliyetlerine karşı tedbirler alınmaya
başlanmıştı. Yolun bittiğini anlayan ve Ruslardan hıncını
almak amacıyla Türkistan’da Basmacı Hareketi’ni
Ruslar’a karşı ayaklandırmak için uğraşan Enver
Paşa, Pamir Dağları’nda her zamanki cesareti ile
adeta intihar saldırısı olarak aktarılan bir çarpışmada
şehit düştü. Cemal ve Talat Paşa, Ermeni suikastçiler
tarafından katledildiler. Bazı ittihatçı kadrolar,
M. Kemal tarafından sürgün edildi. Geri kalanlardan
bazıları ise 1926 yılında Atatürk’e suikast olayı
bahanesiyle idam edildiler. Böylece jöntürk çizgisi
, yenilgisi ve tasfiyesiyle dahi yeni bir cumhuriyetin
kuruluşuna hizmet ederek, amacına ulaşmış bir şekilde
fiziken tasfiye edilmiş oldu. Kemalist kadrolar, yaşanan
travma ve çöküşü ittihatçıların Almanya safında
bir oldu bitti ile savaşa girmesine bağlamak suretiyle
tasfiyeyi haklı çıkarıyorlardı, ama aslında en
ciddi rakiplerinden kurtulmuş oldular. Tarihi bir belge
olmamakla birlikte, Şeyh Sait İsyanı’ndan sonra ve
tabii isyanın ‘etkisiyle’ Musul’a el koyan İngiltere’nin,
bir yan istek olarak son İttihatçıların tasfiyesini
de dayatmış olması ihtimal dahilindedir. 1826’da
Fransa’nın arzusu yönünde Yeniçeriliğin kanlı
tasfiyesi gibi, tam yüz yıl sonra 1926’da İngilizler’in
arzusu yönünde ittihatçılık tasfiye edildi. Genç
cumhuriyet, milletin varlık ve bekası davasında
Osmanlı çınarının köklerinden filizlenen yeni bir
damar halinde yoluna koyuldu.
JÖNTÜRKLER
NEDEN KAYBETTİ?
Kemalist kadroların
ittihatçılara yönelik suçlamalarında haklılık payı
elbette vardı. Mustafa Kemal’in Enver Paşa çizgisine
yönelik maceracılık nitelemesi, sonuçta doğrulandı.
Ancak Almanya’nın Ostpolitik’inin peşine takılmak
kendi başına bir hata olarak kabul edilse de eksik
kalmaktadır.
Bu hatayı da doğuran
ve aslında başından beri bütün Jöntürk çizgisine
egemen olan bir zaaf, bizce İttihatçılığın temel
hatasıydı: Jöntürkler, İngiliz emperyalizmini ve
ekonomi-politiğini kavrayamamışlardı ve bu nedenle gücünü
de küçümsemişlerdi. Bütün batı seyahatlerinde, doğunun
geri kalmasını kötü yönetimlerde, batının
ilerlemesini yeni politik araçlarda gören fikri
sabitelerini pekiştirecek malzemelerle donandılar.
Belki de padişah ve devletle olan o bize özgü ilişki
tarzının etkisiyle, sadece devleti ve doğru ya da
yanlış politikaları eksen alıyorlardı. Oysa İngiltere,
daha doğrusu asıl adıyla Britanya, Portekiz ve
Hollanda Emperyalizmi’nin devamı ama yeni ve daha
orijinal bir örneği olarak ekonomi-politik bir güçtü.
Doğulu zihnin askeri-dini temelli güç algılamasının
sınırlarını aşan ve mutlaka yeni olguları ifade
eden kavramlar ve araçlar yoluyla anlaşılması mümkün
olan bu gerçeğin, Jöntürkler tarafından ıskalanması,
sadece Britanya politikalarının değil, içerde sürdürülen
reform taleplerinin de eksikli ve paradoksal olmasının,
dolayısıyla başarısızlığın temel nedeniydi. Salt
iktidar hedefi ve yine iktidarın askeri tarzda kullanımıyla
büyük güçlere direnme yönteminin yenilgiyle sonuçlanacağını
kestirmek, o gün ve Jöntürk psikolojisiyle kavranması
imkansız bir şeydi. Öyle ki, 1900’lü yılların başında
petrolün sanayi hammaddesi olarak kullanılacağının
anlaşılması üzerine, Hind yolunun güvenliği
politikasını terkedip, Ortadoğu’nun ele geçirilmesi
politikasına yönelen İngiltere’ye karşı, hem
devletin hem de Jöntürklerin eski algılama ve anlayışlarını
değiştirmemelerinde de, bu imkansız olan neden yatıyordu;
Devlet’te, Jöntürkler de Fransız Devrimi’ne
kilitlenmiş ve Sanayi Devrimi’ni ıskalamışlardı.
Göremedikleri şuydu; çöken Osmanlı İmparatorluğu
değil, tarıma dayalı askeri düzenlerin tümüydü.
Jöntürkler’in
ve devletin savaştığı düşman, esasta bilinçaltlarında
yaşayan geçmişin Haçlı-Moskof karışımı bir heyülaydı.
Gerçekte ise karşılarında, hammadde, pazar,
burjuvazi, ucuz işgücü, kentleşme, bilimsel ve
teknolojik ilerleme, paylaşım, sermaye birikimi gibi
kavram ve olgular üzerinden anlaşılması mümkün
yeni bir sürecin yarattığı somut bir düşman vardı.
Sovyet Devrimi’ni
gerçekleştiren kadro, sosyalizmin kazandırdığı
diyalektik düşünme biçimi ve kapitalist emperyalizm
gerçeğini kavradığı için, Jöntürkler’le aynı
koşullarda olmalarına rağmen, Rusya’yı yeni bir
kabukla yine imparatorluk çapı ve gücünde tutmayı
başarabilmişlerdi.
Oysa, İttihatçılar’ın
Almanya tercihi dahi, kökleri daha derinde bulunan bir
zihni yetersizliğin son örneği olarak salt askeri
ittifak amaçlı bir tercihti: Esas düşmanlardan biri
olan Rusya ile savaşı kaçınılmaz görüyorlar ve
Rusya’nın en yakın düşmanı olan Almanya ile
ittifakı stratejik bir tercih olarak seçiyorlardı.
Oysa Almanya’nın kendisi dahi, emperyalist paylaşım
kavgasına ekonomik politikaların zorunluluğu
nedeniyle girmişti. Ve Osmanlı ile ittifakı, askeri
değil ekonomik yayılma stratejisinin gereği olarak
tercih etmişti.
Jöntürkler’in bütün
eylemi ve söylemi, suyu tersine akıtmaya çalışmanın
o trajik esintisini daima üzerinde taşıdı. Jöntürk
çizgisi, kendinden öncekiyle yani Tanzimat’la çatışmış
ve kendinden sonraki, yani Kemalizm tarafından aşılmıştır.
Tanzimatçılar, Jöntürkler’i, ‘Osmanlı’yı batıracaklar’
diyerek engellemeye çalışmış, Kemalistler de
‘Osmanlıyı batırdılar’ diye suçlayarak tasfiye
etmiştir. Oysa bizatihi Jöntürklük, batışın ve
çöküşün karşısında, hanedanlığı ve günü
kurtarma peşindeki ‘devlete rağmen’ bir kurtuluş
iradesi ve kurtarıcı figürü olarak sahneye çıkmıştı.
Bu anlamda, Türk sağcılığı ve İslamcılığının
da paylaştığı bu suçlamanın, gerçeği eksik
kavrama eğilimini pekiştirmekten başka bir anlamı
yoktur. Gerçek, çoğu tıbbiye kökenli Jöntürkler’in
‘ölüyü’ hasta sanarak biteviye tedavisiyle uğraşmalarıdır.
Hataları ise, tedavinin yanlış yapılması değil, teşhisin
yanlış koyulmasıdır. Ne var ki onların
vatanseverlik ve istikbale olan umutları, Osmanlı’nın
bittiğini kabullenememe duygusallığı ile birleşerek,
sonuna kadar direnme yolunu tek seçenek haline getirmişti.
YENİ BİR ELİT
TİPİ: JÖNTÜRK
Jöntürkler
Hareketi, tarihimizde olup bitmiş ve anılarla
yadedilecek bir olgu değildir. Bütün cumhuriyet dönemine
şu veya bu şekilde damga vurmuş ve adeta temel
siyasal esas ve usüllerin ekseni olarak yaşayagelmiştir.
En önemlisi Osmanlı Tarihi boyunca ilk defa devlet dışı
ve millet kaynaklı bir elitin muktedir olmasıdır.
Jöntürk, temelde
hanedan ve bağlılarının mutlakiyetine karşı,
milletin devletini savunma davasıdır. Şerif
Mardin’in tabiriyle, “seçkinlere karşı aşağıdan
bakışın radikalizmidir”. Bu bağlamda Jöntürk, J.
Habermas’ın kategorileştirmesiyle söylersek,
‘Toplumun devletleşme talep ve arzusu’nun ideolojik
ifadesidir. Politik temsilin, sosyal unsurların katılımıyla
ve özerk bir tarzda -Anayasa ve meclis talepleri bağlamında-
gerçekleşmesi davasıdır. Daha da ötesi, yüzlerce yıldır,
Timur Savaşı ve Şah İsmail Olayları’ndan sonra
adeta Anadolu’ya küserek kapılarını kapatmış
olan Devlet’in politik küresini yeniden millete açma
ve Cumhuriyete/Demokrasiye giden yolun bu en köklü
engelini kaldırma hareketidir.
Jöntürkler,
Osmanlı’nın kutsal düzeninin büyüsünü içerden
bozan ve esasta millete ait olan Mülk’ün (devletin)
gücünü kullanarak muktedir olan, milli iradenin seçkin
öncüleridir. Yasak ve tabuları çiğneyip, artık bir
zindana benzeyen düzenin duvarlarından yeni bir dünyaya
pencere açmış, ilk gördüklerini de içeriye
aktararak değişme ve ilerlemenin ateşini tutuşturmuşlardır.
Devlet’in ve Din’in bir hanedana tapulu olmasının
ilk sorgulanması ve güç karşısında inatla doğruyu
savunmanın zafere giden örneğidir. Jöntürk, bir büyük
bunalım döneminde, kollektif vicdanın harekete geçmesi,
varlık yokluk sınırında açığa çıkan derin
reflekstir.
Jöntürk, bir yönüyle
jakobendir. Cahil ve çaresiz halk yığınlarına
dayanmak yerine kendi gücüne dayanmak ve eksiğini de
dışarıdan (devletten, devlet dışı güç
sahiplerinden yada dış devletlerden) ödünç almaktır.
Jöntürkler’in bir kadro hareketi olarak örgütlenmesi
ve tepeden yönetme/yönlendirme tarzındaki politikaları,
gücün bulunduğu yeri doğru tespit ederek en kısa
yoldan devşirilmesi amacına matuftur. Güç, hiçbir
zaman, özellikle de Osmanlı yıkılırken halkta olmadı.
Güç, devletlerin elindeydi ve Jöntürkler, başından
sonuna kadar bu doğru adreslerin etrafında dolaştılar.
Öyle ki, ittihatçılar’ın yabancılarla ilişkisi
dahi tekrar onlara karşı kullanılacak gücün
biriktirilmesini amaçlıyordu. Bunu ne kadar sağlayabildikleri
tartışılır. Fakat Jöntürkler’in hiç bir kanadının
bir yabancı devlete ajanlık yaptıklarını hiçbir
tarih yazmamaktadır. Jöntürkler’in himaye ve
ittifak anlayışı ve politikası, sui generis, kendine
özgü bir karakter taşır. Örneğin Fransa’ya hem
politik hem de ideolojik olarak yakın olan en
kozmopolit kişiliklerden Ahmet Rıza, 1911’de borçlarını
alamadığı için Midilli Gümrüğü’nü işgal eden
Fransa’ya karşı, hem de Paris’te çıkardığı Meşveret
Gazetesi’nde ilk tepkiyi verir ve boykot kampanyası
başlatır. Aynı şekilde, Avusturya’nın Bosna-Hersek’i
ilhak kararı ve İtalyanlar’ın Trablusgarb’ı işgali
sırasında da halkı sokaklara döken ve boykot
kampanyaları düzenleyenler, İttihatçılardır. Bu
gibi, İngiliz, Fransız, Alman sefaretleriyle ilişkileri,
irtibatları olsa da, son tahlilde Jöntürkler dönemin
tek milli gücü idiler. Sonuçta bütün hayatlarını
zaten bu güçlere karşı savaşmaya adamışlardı. Bütün
iddialarından vazgeçmiş ve diz çökmüş bir ülkeyi
ayağa kaldırma davasının çilekeş kuşaklarının
aslında tek suçları iradeleri dışında, tarihin akışına
ters bir misyonu üstlenmeleri ve sonuçta
‘yenilmeleri’ idi. Üçüncü kuşak Jöntürkler’den
ve Teşkilat-ı Mahsusa mensubu Mehmet Akif’in İstiklal
Marşı, bu tür kara propagandaların esastan reddi ve
eleştirisidir. Tarih, Jöntürkler’in bu ülke ve
millet için verdiği mücadeleyi yazmakta ve onları
hakettikleri yerlerinde muhafaza etmektedir.
NEGATİF SELEKSİYON
Soğuk savaşın
dayattığı sahte çatışmalar, bir tür negatif
seleksiyona yol açarak idealist kuşakların
tasfiyesine ve konformist unsurların elitleşmesine kapı
açmıştır. Türkiye bu negatif elemenin diyetini
siyasetin esnaflaşması, bürokrasinin otokrasiye dönüşmesi,
sivil toplum örgütlerinin kariyerizm ve oportinizmin
aracı haline gelmesi ile ödemektedir. Resmi ya da
sivil kanaat önderleri, karar vericiler veya kamuoyu
oluşturucuların büyük çoğunluğu negatif
seleksiyon sayesinde köşe tutanlardan, yükselenlerden
oluşmaktadır. Türkiye’nin kılcal damarlarında
dolaşan bu kirli kan
temizlenmeden sorunların çözümü ya da yeninin
ortaya çıkışı sağlanamayacaktır. Hiçbir kutsalı,
davası, değer yargısı kalmamış unsurların köşe
başlarını işgal ettiği bir ülkede, uluslarası
sistemin dayatmalarına karşı devlet ya da millet düzeyinde
direnebilecek bir odak yaratmak mümkün değildir. Öte
yandan kırılmış ve küstürülmüş kuşakların
hesabını soracak, bu yarayı tamir edecek ve en azından
gelecek kuşaklar için kör idealizmle alçakça bir
realizmden oluşan iki uç yanlışın dışında
dengeli ve verimli bir politik bilinç modeli üretecek
çabaların gelişmesi sağlanmalıdır.
İşte bunun için,
yeni bir dünya kurulmaktayken, yenilmeyen, yeniliği
isteyen, millet, vatan, ahlak, adalet ve özgürlük
davasını tekrar bu ülkenin ana davası haline
getirecek, devlet ve millet içindeki tüm namuslu,
haysiyetli insanların, her fikir, etnisite, meşrep ve
mezhepten milli unsurların kollektif vicdanını buluşturacak
bir yeni Jöntürk rüzgarı gerekiyor. Türkiye ancak böyle
bir rüzgarın sahneye çıkaracağı yeni elitleriyle
‘Türkiye olarak kalma’ ve yenilenme sorunlarını aşabilir.
|