|
- Mafiyöz
toplum yapımız, erlik vurgulu
grup davranışımız ve kardeş
kavgaları arasında çok sıkı
bağlantılar vardır ve Türk
tipi modernleşmenin karakteristiğini
sağlayan da, ona en büyük
engeli çıkaran da işte bu sıkı
bağlantılardır.
|
|
|
Grup davranışımızın
tarihin diplerine doğru giden örüntülerini araştırma,
yani bir davranış arkeolojisi yapma arzusuyla Türkiyat’la
ilgilenmeye başlayalı beri,
ulusumuzun yaşadığı hemen her toplumsal
olguya bakışım biraz değişti. “Türk grup davranışı”
diye kavramlaştırarak bu davranış örüntülerini arşivlediğimizde
açık bir biçimde görülüyordu ki, birçok davranışımız,
Türk tarihi boyunca belirgin bir süreklilik göstermektedir.
Çok ciddi yöntem ve yönelim farklılıklarımız
olmakla birlikte, araştırmacı Murat Çulcu, ‘Türkiye’de
Mafialaşmanın Kökenleri’ adlı dev bir çalışmanın
birinci cildi ‘Her Sakaldan Bir Kıl’
kitabında, benim o zamana kadar şimdiki duruma
(Özal sonrası döneme) özgü bir anomali olarak sandığım
toplumumuzun “mafiyöz” niteliğinin en azından Türklerin
Anadolu’ya gelişinden bu yana süren “yapısal”
bir olgu olduğunu kanıtlayarak, “Türk grup davranışı”
arşivimize önemli bir katkı sağlıyordu. Bugünlerde
bizi canımızdan bezdiren, azgın ve vicdansız
sosyopati hiç de öyle döneme özgü, koşullara bağlı
bir olgu değildi; toplum yapımız, psikoloji diliyle söyleyecek
olursak grup davranışımız bizzat sosyopatiye çanak
tutan öğeler barındırıyor; pederşahi ve hemşericiliğe
dayalı, “yiğitlik, delikanlılık, erkeklik”
vurgulu kültürümüzden sosyopatlar kolayca önlere fırlayabiliyorlardı.
MAFİYÖZ TOPLUM
Araştırmacı
Murat Çulcu, mafiyöz toplum yapısını Önasya’yı
karakterize eden “otorite çatışması”nda, bu çatışmaların
neden olduğu toplumsal kan davalarında, merkez ile
yerel arasındaki çatlaklarda arıyordu. Anadolu Selçukluları,
Türkmen boy ve aşiretlerini Anadolu’ya yerleştirirken
geniş ailelerin aynı yerde kalmalarına dikkat ediyor;
böylece doğal olarak başkalarına karşı içe dönük
birlikler, klanlar oluşuyordu. Yerel olanın hızla bir
örf ve gelenek yaratması; “biz ve onlar” ayırımın
kökleşmesi nedeniyle bu topraklarda otoritenin
merkezileşmesine karşı yüzyıllardır süren bir
direniş vardı. Merkezin otoritesini bir türlü kabul
ettiremeyişi, bir hukukun tüm halka eşit olarak
uygulanmasının önüne geçiyor; yerel güç odaklarının
varlığı ikili bir hukuk ve ahlak sistemi doğuruyordu.
Zaten “beylik” dediğimiz Anadolu Türk yönetim biçiminin
temel olgularından birisi, bir aile devletinden başka
neydi ki? Yerel güç odakları, geniş aile sistemine
dayanıyor, soy sop ve şecere bir güç kaynağı
olarak karşımıza çıkıyordu. Buna koşut olarak, sağdıçlık,
kirvelik, hısımlık, kan kardeşliği, yol kardeşliği
gibi yerel dayanışma ağını genişleten ilişki
formları, kültürümüzün temel unsurları oluyordu.
Bu yerel dayanışma ağına dayanan kendine özgü bir
hukuku ve ahlakı olan yerel güç odakları mafyalaşmanın
temeliydi.
KARDEŞ
KAVGALARI TARİHİ
Geniş aile dışında
mafyöz toplum yapısının oluşturucu unsurlarından
birisi de “ayrıcalıklılar-koruyucular-korunanlar”
şeklindeki bir toplumsal kategorinin varlığıydı. Türklerin
Anadolu’ya gelişlerinden itibaren Fütüvvet ehli
olarak bilinen ve çoğunlukla heterodoksik dinsel inançların
beslediği gruplar, bir yandan kendi hiyerarşisi içinde
hareket eden klanlaşmalar oluşturarak merkeze karşı
bir direniş içine girmişler ve ortaya çıkan otorite
boşluğunu kendileri doldurmuşlar ama bir yandan da
birbirlerine karşı
merkezle işbirliği yaparak, ayrıcalıklar elde
etmişlerdi. Bu ayrıcalıklı güç odakları, sonradan
çok kolayca haydut, eşkıya ve mafiaya dönüşebilecek,
delikanlılık, külhanbeylik tipolojisinin ve kültürünün
oluşumuna kaynaklık edeceklerdi. Tüm bu konuları İtalya’daki
örneğiyle karşılaştırmalı biçimde işleyen Murat
Çulcu da kitabına Celali İsyanları’nın ünlü eşkıya
reisi Abdulhalim Karayazıcı’nın atlarının arpa
parası diye halktan zorla topladığı haracın adını
koymuştu: “Her sakaldan bir kıl”...Görünüşte eşitlikçi
ve zalim merkeze karşı isyankar oluşları, bu yerel
zorbalara, onların hukuk ve ahlaklarına bir meşruiyet
kazandırıyordu.
“Tarihsel
sosyoloji” diyebileceğimiz bu bakış açısının 12
Eylül öncesi on yılda, yani 1970-1980 arasında genç
olan 1950’li yıllarda doğmuş kuşakların siyasi
tutumlarını, örgütlenme ve “mücadele” biçimlerini
anlamamızda sağlam bir kavrayış sağlayacağı açıktır.
İktidar için gerek Sağ’da gerek Sol’da, bir
yandan kaosla başa çıkma iddiası taşırken bir
yandan sürekli mitotik bölünmeye uğrayarak dağınıklığı
kronikleştiren inanç gruplarının acımasız “vuruşma”ları,
en meşru kendi zümrelerinin olduğu bağnazlığıyla
halkı haraca kesmeler, Ahi Evren’ı ve Mevlana’yı
bile birbirlerine karşı acımasız düşman kılan
tarihsel mirasın ışığında elbette daha kolay anlaşılabilir.
Ama sosyolojik bakış
ne kadar sağlam olursa olsun gerçekliği tamamen tüketme
yetkisine haiz değildir; gerçekliği bir de derinden
kuşatan, adeta toplumsal döngünün dinamik cevheri
niteliğindeki psikolojik boyut vardır. Zaten bu
psikolojik boyut olmadan, Türk tarihinde nasıl oluyor
da işgalciye ve büyük düşmana karşı güçlerini
birleştirmek, yek vücut olmak yerine, düşmanla işbirliği
yapmaktan çekinmeyerek, vahşi bir “kardeş kavgası”na
tutuşulduğunu anlayamayız. Artık itiraf edilmelidir:
“Türk tarihi, bitmek tükenmek bilmeyen kardeş
kavgalarının tarihidir.” Büyük olasılıkla yüzlerce
yıldır çocuk yetiştirme pratikleriyle aktarıp durduğumuz
gündelik yaşam kültürümüz, kardeş rekabetini, hoş
bir yarışa dönüştürerek değil ancak “katl”
yoluyla halledebileceğimizi kafalarımıza nakşetmektedir.
Kültürümüzün maalesef, ağıtlardan gayri kardeş
rekabeti için önerebildiği bir yol yoktur. 1950’li
yıllarda doğanların 12 Eylül’den önceki
birbirleriyle boğazlaşmaları, tarihimizde birçok örneği
bulunan son kitlesel kardeş kavgasıdır. Ölenler ölmüşler;
kalanlar kardeş katlinin acıları ve derin suçluluk
duygusuyla, önce sağa sola savrulmuşlar sonra bu
zalim hayatın içinde elleri böğürlerinde kalakalmışlardır.
Üstelik acılarını ve suçluluk duygularını, başta
yaşıyor olduklarından dolayı şükredip duran
aileleri olmak üzere kimselere göstermemek, içlerinde
tutmak zorundadırlar. Sonsuz mateme mahkum etmiştir
vicdanları onları. Ama başına gelen bunca beladan
sonra, hiçbir şey yokmuş gibi yapabilme becerisiyle
donatılmış toplumsal yetenekten bu yitik kuşak da
faydalanmakta gecikmez. Bakın şöyle bir çevrenize,
bu toplumun gençlerinin daha kısa bir süre önce
birbirlerini her köşe bucakta katlettiklerinin en küçük
bir işaretini bile bulamazsınız. Ne ki ruhlarımız,
vicdanlarımız kaydedicidir!
SUÇLULUK
DUYGUSUNU AŞABİLMEK
Kardeş kavgaları,
yaşam kültürümüzün temellerinden birisi olduğu için
bilinen tarihimizin her döneminde, büyük düşmanla işbirliği
içinde olan Türkler var olmuştur; Çinlilerle,
Farsilerle, Araplarla, Moğollarla hatta Haçlılar ve
Yunanlılarla... Düşmanla işbirliği yaparken onun ve
izleyicilerinin içleri rahattır; çünkü o kardeşini
halledebilmek için muvakkaten böyle bir işbirliği
yapıyordur; hele bir kez kardeş def olsun, bu kez düşmana
da haddi bildirilecektir.
Böyle olunca
Merkez ancak, kardeş kavgalarına son verecek bir
despotik dirayet gösterebildiğinde, tarihimizin “altın
sayfaları” yazılabilmiştir. Tarihimizin altın
sayfaları, kardeş kanıyla yazılmıştır. Bugüne
kadar haklı olarak yönetme yeteneğimizle ve kaç
devlet kurduğumuzla övünüp durduk; ama artık bu
devletlerin kardeş kavgalarıyla yıkıldığını, eğer
Türklere has bir grup psikolojisi varsa, bu
psikolojinin içinin kardeş katlinin yıkıcı bir suçluluk
duygusuyla dolu olduğunu görmenin de zamanı gelmiştir.
Mafiyöz toplum yapımız,
erlik vurgulu grup davranışımız ve kardeş kavgaları
arasında çok sıkı bağlantılar vardır ve Türk
tipi modernleşmenin karakteristiğini sağlayan da, ona
en büyük engeli çıkaran da işte bu sıkı bağlantılardır.
Eğer bu bağlantıları
anlayabilirsek, bu bağlantıları yüksek kaliteli
bilimsel çaba ve sanat yaratılarıyla deşifre
edebilirsek, bu vahşete rağmen yaşıyor olmanın suçluluk
duygusunu verimli bir yaratıcılığa dönüştürebilirsek,
genç yaşta toprağa verdiğimiz yüzlerce arkadaşımızı,
ölen sevgili arkadaşlarımızı boşuna kaybetmemiş
oluruz. İşte o zaman şimdi çocuklarımıza aktardığımız
ve onları yeni vuruşmalar için kinle dolduran
sonsuz matemimizi dindirebilir, kuşak olarak
“yitik” sıfatıyla anılmaktan kurtulabiliriz. İşte
o zaman despotik bir dirayet, bir itaat mercii aramak
yerine demokratik bir dayanışma umudunu canlandırabiliriz.
|