|
- 1968-1980
yılları arasında Türkiye’de
binlerce Anadolu çocuğu
ideolojik çatışmalarda
birbirini öldürdü. 1970’lerin
ortalarından itibaren giderek
yaygınlaşan ve sokağa hakim
olan şiddet dalgası, hangi
tarafta yer alırlarsa alsınlar,
bu ülkenin en iyi çocuklarını,
aydınlarını tüketti. Bu ülkenin
gençleri, bu ülke için, neye
inanıyorlarsa, onun adına adeta
bir iç savaşın tarafları
haline geldiler. Bu sadece iç
savaşın taraflarıyla sınırlı
değildi, uluslararası güçler,
istihbarat örgütleri, politik
liderlerin de bunda rolü vardı
muhakkak.
|
|
|
1968-1980
yılları arasında Türkiye’de binlerce Anadolu çocuğu
ideolojik çatışmalarda birbirini öldürdü.
1970’lerin ortalarından itibaren giderek yaygınlaşan
ve sokağa hakim olan şiddet dalgası, hangi tarafta
yer alırlarsa alsınlar, bu ülkenin en iyi çocuklarını,
aydınlarını tüketti. Bu ülkenin gençleri, bu ülke
için, neye inanıyorlarsa, onun adına adeta bir iç
savaşın tarafları haline geldiler. Bu sadece iç savaşın
taraflarıyla sınırlı değildi, uluslararası
güçler, istihbarat örgütleri, politik liderlerin de
bunda rolü vardı muhakkak. 1950’lerin sonlarında
üniversite gençleri sokaklara dökülerek bir askeri
darbenin önü açılırken, 1970 başlarında da bir başka
darbenin aksesuarları olarak görüldü gençlik.
1980’de gerçekleşen askeri darbenin gerekçesi de
ülkede yaşanan iç savaştı. Kör şiddet, vicdanları,
düşünceyi, aklı ve sağduyuyu bastırdı. Tek amaç,
daha fazla ülkücü ya da faşist, daha fazla devrimci
ya da komünist öldürmek oldu. Arada kalan pek çok
masum insan da can verdi. Oysa kelimenin tam
anlamıyla ne ülkücü gençler faşistti ne de
devrimci gençler komünistti. Elbette kör dövüşünden
yararlananlar, Anadolu çocuklarının kanlarından
kendilerine ikbal devşirenler de oldu. Ölen öldü.
Gidenler gitti. Kalanlar eski günleri çok da hatırlamak
istemiyorlar. Ülkenin geleceği olan gençler, kendi
geleceklerini kararttılar. Bu güzel vatanda bir daha
bu acılar yaşanmasın, bir daha bu oyunlar kurulmasın
istiyoruz. Bunun için hatırlatıyoruz, amacımız eski
acıları deşmek değil. Aşağıda 1960’lı ve
1970’li yıllarda ideolojik örgütlerde yer almış,
hayatta kalabilmeyi başarmış, geçmiş ile yüzleşmesini
yapabilmiş militanların sözlerinden alıntılara yer
verildi. Umuyoruz ki anadolu delikanlıları geçmişten
gereken dersleri çıkarırlar, 1970’lerde yapılan
hataları tekrarlamazlar. Ülkenin en genç, en dinamik,
en idealist, en gözüpek potansiyelinin kurutulmasında
devleti yönetenler de sorumludurlar. Umuyoruz ki
devletin mekanizmalarını ellerinde tutanlar da geçmişte
yapılan yanlışlarla yüzleşirler..
12Mart döneminin
önemli isimlerinden Sarp Kuray’ın, mülteci olarak
yaşadığı Avrupa’dan dönmeden önce Mine G
Saulnier’e yaptığı açıklamadan..
..Deniz Gezmiş’i
ben sakladım. Bunu herkes biliyor. Deniz, benim
elbisemle yakalandı. Hepimiz vardık bu işin içinde.
Denizler de var, Mahirler de var, biz de vardık. Zaten
üç büyük grup vardı. Deniz’i saklandığı bir
evden diğerine Orman Bakanı Turhan Şahin’in makam
arabası taşıyordu. Turhan Şahin Nar Limited Şirketi’nde
İrfan Solmazer’le ortaktı. Ve hazırlanıp düşük
doğan 9 Mart olayının içindeydiler. Yukarıdaki
kadrolarda mevzilendikleri için de, bir yandan bizi,
bir yandan komuta merkezini, bir yandan Amerika’yı
çevire çevire oynattılar.
9 Mart hazırlığına katılan herkesi karalamak
niyetinde değilim. Samimi olarak inananlar da vardı işin
içinde. Zaten biz de inandığımız için girmiştik.
(...)Bu iş çok karışık, örneğin Hasan Cemal’i
ele alalım, Uluç Gürkan diyelim. Bunlar o zaman
Devrim gazetesindeydiler. Bu 9 Mart olayının
düzenlenmesinde en uç adamlardı. O gün Hasan
Cemal’in kaleminden kan damlıyordu. Adını saydığım
kişiler sayesinde, CIA’nın bir komplosuna kurban
gittiğimiz inancını taşıyorum. Üstüme gelirlerse
daha da çok konuşurum. Ama bu tarafı hiç kurcalanmadı.
Uğur Mumcu ile ölmeden önce konuştuk, kaset yapıp
verdim. Niçin olayın bu yönüyle üstüne gitmediğini
sordum: “Demokrasi diyorsunuz, Celil Gürkan olayını
ele alıyorsunuz, 9 Mart’ı bir yere kadar
getiriyorsunuz. Bunları da anlatmak gerek Uğur ağabey”
dedim. Bana, “Onun arkasına bizim kudretimiz yetmez
Sarp” dedi.
POLİSİN
ÜSTÜNE BOMBA ATACAK, "ORDU-GENÇLİK
ELELE" DİYECEKTİK
Hasan CEMAL, Arı
Grubu’nda gerçekleştirdiği sohbette, 1971’deki
“Büyük Devrim” hayalleri ile ilgili soruları
cevapladı.
.. Kitap çıktıktan
sonra ilk defa Hulki Cevizoğlu “Ceviz Kabuğu”
programına davet etti ve kitabı okumaya başladı.
Kitabın başı şöyleydi: “Meydanın iki tarafına
iki tane bomba atılacak, hem de polisin üstüne ve
ondan sonra hareket başlayacak”. Fakat bir anda
okumaya başlandığında herkes tedirgin oldu. O olayın
planlanmasında ben de vardım, yine de bunun bir anda
tv’de söylenmesi beni ürküttü. (...) 1970 yılı
Türkiye’de müthiş bir kutuplaşma yaşanıyordu.
Ülkücüler ve devrimciler vardı. İnsanlar sokaklarda
vuruşuyor, özellikle öğrenciler öldürülüyordu.
Türkiye’nin sarsıldığı bir dönemdi. Biz de bir
eylem düşünüyorduk. Bu eylem Ankara’da Atatürk
Meydanında gerçekleşecekti. Meydanın bir köşesinde
sinema, bir köşesinde orduevi, karşısında da
Yüksel Caddesi vardı. Büyük bir gösteri, ondan
sonra yürüyüş ve Orduevi’nin önüne geliş. Sonra
iki taraftan iki tane bomba polisin üstüne atılacaktı.
Sonra “ordu gençlik elele” diye bağırılacaktı.
27 Mayıs’ın tekrarına benzer bir sol darbe yapılacağı
düşüncesi hakimdi. O zamanlar 23-24 yaşında ve
“Devrim” dergisinin yazı işleri müdürüydüm.
Amacımız Türkiye’yi kurtarmaktı. Bu darbe,
Türkiye’de bir devrimci uzantısı yaptı. Bu
devrimci yol tek parti yönetimini savunuyordu. Planlama
hem özel kesim için hem devlet kesimi için zorunlu
olacaktı. NATO’dan çıkılacaktı. En büyük düşmanımız
emperyalizm ve Amerika’ydı. Bu yol içinde ilk adım
askerin darbe yapması, parlamentoyu kapatması idi. Ama
kısa süre sonra 12 Mart 1971’de darbe geldi, DEMİREL
istifa ettirildi, Nihat ERİM’in başbakanlığında
hükümet kuruldu, dergimiz kapatıldı, Deniz GEZMİŞ
ve arkadaşları idam edildi. 28 yıl sonra ben bu kitabı
yazdım, DEMİREL’e de birkaç satır yazarak
gönderdim. İçine şöyle yazmıştım: “İyi darbe
yoluyla devirmeye çalıştığım yılların
hikayesi”. İlginç bir şey; aradan yıllar geçiyor
ve biz şimdi birlikte seyahatlere gidiyoruz.
Gazeteci-devlet adamı ilişkimiz de iyi.
(...) Moskova ve Amerika Türkiye’yi kendi
taraflarına çekmeye uğraşıyorlardı. İş yeraltına
girdi, silah karıştı, şiddet yaşandı.(...) Eğer
1971’deki devrimi gerçekleştirmiş olsaydık, sadece
S.S.C.B gibi bugünlere gelmek için vakit
kaybedecektik. Ama eninde sonunda geleceğimiz yol, bu
yol olacaktı. Devrim gerçekleşmediği için, bu yolu
daha hızlı katettik, bu yüzden iyi ki gerçekleşmemiş
diyorum.
ONLAR
BİZİM KARDEŞLERİMİZDİ
1971’deki
Nurhak Operasyonu’nu yürüten Piyade Jandarma
Albay Yılmaz Erkekoğlu, Nurhak Ey Nurhak kitabında
anlatıyor..
..Bir avuç insana bakıp, anayasa ile müesses
demokratik nizamı, silah zoru ile yıkarak yerine
marksist-leninist bir düzen getirecek insanlar bu
kadar mıydı düşüncesi yanlış olur. Onlara
verilen görev görünüşün ardında yatan
büyük ve gizli girişimin ufak bir bölümü
idi. Bu görevi yapmak için büyük bir
içtenlikle bir araya geldiler, zorlukları göğüslemeye
çalıştılar, ellerinden geleni yapmak için
çaba sarfettiler. Belki zamansız olarak
görevlendirildikleri ve yanlış yere
gönderildikleri, belki de arkalarındaki büyük
güç’ün desteğinden yoksun kaldıkları için
yenildiler. Bu ilk pratikti. Büyük ve affedilmez
hatalar da yaptılar. Zaman zaman bu hatalarını
dile getirirken asla onları küçük görme düşüncesinden
hareket etmedim. Bu hataları yapmasalar,
kaybettikleri üç arkadaşları da, Sinan Cemgil-Kadir
Manga-Alpaslan Özdoğan hayatta olabilirlerdi. Yaşamlarına
ve ölülerine saygı duyduğumuz bu üç
gözüpek gençin Gölbaşı ilçesi İnekli
köyü sırtlarında öldürülmeleri olayında
kendilerin yakalamaya çalışan nizami
kuvvetlerden çok, kurtarmaya çalıştıkları
halkın büyük katkısı olmuştur. Bunu ifade
ederken İnekli köyü sakinlerini kötülemek,
cumhuriyet jandarmasını korumak gibi bir niyetim
asla düşünülmemeli. Gerçek budur. Nurhak
operasyonunda yakalayabildiğimiz gençlere, harp
esirlerine yapılacak yasal muamelenin dışında
gösterdiğimiz ilgi ve yakınlık yaşayanların
belleklerinden silinmemiştir. Yürürlükteki
düzen ve yasalara aykırı hareket etmişlerdi
ama onlar bizim kardeşlerimizdi. |
HALKIMIZ 12
EYLÜL’E ALKIŞ TUTTU
14-18 Eylül 2000,
12 Eylül Kaçakları, Emin Karaca, Milliyet
..Köye indim. İnsanlarımızın
(12 Eylül 1980)darbeye sevindiklerini gördüm. Benim
kod adım ‘Şahin Hoca’ idi. Bana dediler ki: ‘Şahin
Hoca artık kurtulduk, asker geldi, iktidarı aldı,
Demirel hükümetini devirdi, şimdi Vali Reşat
Akkaya’yı da görevden alırlar, jandarma komutanını
da, bütün MHP’liler tutuklanır, asker tarafsız
davranacağına söz verdi, kurtulduk.’ Bizim uzun
zaman kendilerine faşizm ve askeri cuntalar üzerine
seminer verdiğimiz halk, daha ilk günden 12 Eylül’e
işte böyle bakmaya başladı. (...)
Komünizmden,
70’lerde 19 - 20 yaşındayken anladığımdan çok
daha farklı şeyler anlıyorum. Ben şimdi
komünizmden, Marksizmden insan hakları düşüncesini
üstün tutan bir siyasal projeyi anlıyorum. Düşünce
özgürlüğü insan haklarının önemli ilkelerinden
biridir. Ben faşistler için de düşünce özgürlüğünden
yanayım. Silahla devrim yapmaya ilkesel olarak
kesinlikle karşıyım. Demokratik bir toplum
arzuluyorum. Sosyalistlerin de çifte standart
kullanmamasını istiyorum.
(Fatsa Dev -Yol
davasından idama mahkum edilen Adnan Keskin, Köln’de
mülteci olarak yaşıyor.)
ARKADAŞIMIN ELİNDE
BOMBA PATLADI
“Acilciler”
örgütünden Engin Erkiner, 1980’de Sağmalcılar’dan
kaçtı. Şimdi Frankfurt’ta taksici.
..Planımız 1977’nin başlarında Malatya olaylarının yıldönümünde
Türkiye’de bir silahlı çıkış yapmaktı. Olabildiği
kadar fazla sayıda şehir ve kasabada aynı gece belli
hedefleri bombalamayacaktık. Ama başlangıç iyi olmadı.
26 Ocak 1977’de 13 kişi birden aynı gece eylem yaptık
ve kayıp verdik. Trabzon’da, Yüksel Eriş adlı
arkadaşın elinde bomba patladı ve öldü. Bir başka
arkadaş (Rıza) polisle çatışmada yakalandı. Bu ilk
kadrodan tek ben hayatta kalmıştım, çok kayıp vermiştik.
BİNLERCE
GENÇ CAN VERDİ
1978-1980
yılları içinde 5 bin 241 kişi siyasal şiddet
olaylarında hayatını kaybetti, 14 bin 152 kişi
yaralandı, sakat kaldı. İstiklâl Harbinde,
Sakarya Savaşındaki şehit miktarı 5 bin 713,
yaralı miktarı ise 18 bin 480’dir..
12 Eylül döneminde 517 kişiye idam cezası
verildi. 49’u infaz edildi. 300 kişi kuşkulu
bir biçimde öldü. 171 kişi işkencede öldü.
14 tutuklu açlık grevinde öldü. 650 bin kişi
gözaltına alındı. 210 bin dava açıldı. 230
bin kişi yargılandı. 30 bin kadar insan siyasal
sığınmacı olarak yurtdışına kaçtı. 1
milyon 683 bin kişi fişlendi. 30 bin kişi işten
atıldı. (Kaynak: Bugünkü Türkiye 1980-1995,
Cem yayınları)
OHAL
verilerine göre 19.07.1987 - 30.04.2002 yılları
arasında 5 bin 44 asker, korucu, polis hayatını
kaybederken 11 bin 76 güvenlik görevlisi
yaralandı. Aynı yıllar içinde 4 bin 479 vatandaş hayatını kaybetti, 5 bin 501 vatandaş
yaralandı. Yine aynı yıllar arasında 307 kamu
görevlisi yatamını yitirirken, 204 kamu
görevlisi de yaralandı. 23 bin 515 örgüt
üyesi çatışmalarda ölürken, 623 örgüt
üyesi de yaralı olarak ele geçirildi. |
ADAM ÖLDÜRMEYİ
MAZUR GÖSTERECEK KADAR ÇILDIRMIŞTIK
Prof. Ümit Necef,
eski TİKKO önderlerinden
..O dönem bizim düşüncelerimize
göre toplum bastırılmıştı. Durumu halka göstermeyi
amaçlıyorduk. Bunun için de karakollara saldırmayı,
asker ve polis öldürmeyi, amacımızı gerçekleştirmenin
tek yolu olarak görüyorduk, yanıldığımızı anladığımızda
ise iş işten geçmişti. 1974’de örgüt polis tarafından
dağıtıldı. Devlet bunu yaparken halktan büyük
destek gördü. Toplumun bizi sevmediğini o zaman anladık.
İnsanlar bizim saklandığımız yerleri polise
bildirdi ve yakalanmamıza yardım etti. (...)Yaptığımız
kesinlikle yanlıştı ve etkin değildi. Diğer
insanların hayatlarını tehlikeye atmamalıydık.
Onları öldürmemeliydik. Amacımızın, aracımızı
yani öldürmeyi mazur göstereceğini düşünecek
kadar çıldırmıştık. 1975 yılında şiddete ve
silahlı mücadeleye olan inancım yıkılmıştı.
Bundan dolayı, parti içinde şiddete karşı mücadele
ettim, bir süre sonra kendi hayatımın tehlikede olduğunu
hissetmeye başladım. Terörizme devam etmek isteyen örgüt
arkadaşlarım bir şekilde benden kurtulmak istiyorlardı.
Sonunda sahte bir pasaport temin ederek, Türkiye’den
ayrıldım. (...)Sonu ölümle biten bazı kararlara katılmış
olabilirim. Şükür ki kimseyi bizzat öldürmedim... Bütün
bu olaylara katıldığım için çok üzgünüm ve
bunun bedelini çok ağır ödedim. Üniversiteyi ve
ailemi terkettim. Ülkemden ayrılmak zorunda kaldım.
Hapse girdim. Zihnimde birçok yaralar açıldı. Ayrıca
insanın kendine verdiği zarar hiçbir şey ile kıyaslanamaz.
(...)Bizim terörümüz, 1971’de askeri darbeye neden
oldu. Terörist eylemler 1980’de başka bir askeri
darbeyi yarattı. Ben Türkiye’deki şiddetin artmasına
katkıda bulunan kişi, bir teröristim. Eğer tarihi
bir mahkeme kurulursa ilk önce bizi, sonra hem
1970’li yıllarda gerçekleştirilen terörist
hareketleri, hem de PKK’yı yargılamalıdır. Biz, Türk
ulusunun karakterinin en dibindeki bölümü gün
ışığına çıkardık, harekete geçirdik, toplumu şiddete
ittik. Artık terörle birşeyleri elde etmenin ne kadar
yanlış ve haksız olduğunun herkes tarafından
bilinmesi gerekir. Terörizm hiçbir şekilde mazur gösterilemez.
(25 Şubat 1999, Hürriyet, M. Ümit Necef)
SOL GEÇMİŞİYLE
HESAPLAŞIYOR
10 Ocak-12 Ocak 2002, Milliyet, Can Dündar
..Darbenin kapsam ve boyutunu, bunun toplumda yarattığı altüst
oluşu ve özellikle de halk tarafından desteklenmesi
olgusunu yeteri kadar göremedik. Anlamadık bile... Bu
nedenle de, yakalandıktan sonra “Biz yenilmedik.
Darbe, yaptıklarımızdan değil, yapamadıklarımızdan
oldu” dedik. Her şeyi basit bir çizgisel devam üzerine
oturttuk ve “12 Eylül öncesi neyi yapamadıysak,
(silahlı mücadele temelinde devrim, solda birlik
cephesi, parti vs.) onu en iyi şekilde yapmak
gerekir” diyerek kaldığımız yerden devam etmeye başladık.
Oysa yapılması
gereken, 12 Eylül öncesi de dahil köklü bir eleştiri
ve muhasebeydi. (...)Büyük bir romantizm ve çocuklukla
giriştiğimiz işler kısa sürede “gerçeğin acı
tokadı”nı yedi: Halkın büyük çoğunluğu darbeyi
destekliyordu ve bazı şehirleri bile kontrol altında
tutacak kadar büyümüş hareketimiz kitlesel desteğini
tümüyle kaybetmişti. (...) Bizim kuşak çok acı çekti.
Bunun nedeni ülkemizi ve insanımızı gerçekten çok
sevmemiz, daha da önemlisi kendimize saygı duymamızdı.
İnsanların çoğu yurtdışında kalmayı bile kabul
etmeyip, geri döndüler; aç kalmayı, hapse düşmeyi,
ölümü tercih ettiler.
Onlar bu ülkeyi
gerçekten seven, sessiz kahramanlardır. (...) Şiddetin
benim hayatımda yarattığı tahribatı biliyorum. Bir
bireyde bunları yaratanın, toplumda yarattığı
tahribatı bir düşünün. Bu nedenle Türkiye’nin
temel probleminin şiddet zihniyeti ile hesaplaşmak
olduğuna inandım, hala da inanıyorum. Asırlardır
sorunları şiddet temelinde çözmeye alışmış
toplum, sadece evlatlarını yiyip bitirmekle kalmıyor,
kendini de tahrip ediyor ve en kötüsü, şiddeti içselleştiren,
doğal kabul eden bir kültür yaratıyor. Söylediğim
sadece sola ilişkin bir durum değil. Genel ve temel
bir toplumsal sorunumuzdan söz ediyorum. (Taner Akçam,
Dev-Yol Liderlerinden)
GEÇMİŞİMLE YÜZLEŞMEYE
ÇALIŞTIM
Ülkücü militan
Ali Oğuzhan Cengiz, 12 yıl hapis yattı. Yanık
Kale/Cezaevi Günlüğü
adıyla bir kitap yayınladı.
..Kimsenin yıllar
öncesine dönme cesareti yok şimdi. Hatta unutmak ve
unutturmak isteyenler çoğunlukta. Gerçeğin sesini
susturmak mümkün mü? Değil! Kişisel çıkar ve
hesap peşinde koşanlar yıllar öncesini asla hatırlamak
istemezler. Fakat o yılları karşılıksız,
beklentisiz, hesapsız yaşayanların hâlâ söyleyecek
sözleri var ve bu sözler henüz söylenmedi. Ülkemizin
gerçeğiydi yaşadıklarımız, bu gerçeklere kimsenin
sırtını dönme hakkı yoktur, özellikle de yaşayanların.
Yanlışlar gelecek kuşaklara aktarılırsa tekrarı önlenir,
doğrular aktarılırsa tekrarı önlenir, doğrular
aktarılırsa doğru büyür ve güçlenir. (...) Ben
hayatımın bir dönemindeki yanlışları ve doğrumu
ortaya koymaya çalıştım. Yüzleşmeye çalıştım
geçmişimle, kendi içimden gelen sesi duyurmaya çalıştım
yıllar sonra. (...)Ne için ve kim için ölüyorduk,
öldürüyorduk? Bu sorunun cevabını kendi şahsım adına
biliyorum ama bilmeyerek ölen ve öldüren yüzlercesini
tanıdım. Sadece macera ve hareketin olduğu yere akan
yüzlerce insan... Onlar için ideal, ülkü, ufuk gibi
kavramlar yoktu. Öncelikle mensubiyet duygusunu yaşayarak,
kendilerini bir yere mal ederek var olmanın yollarını
arayan bir sürü insanın, siyasi aksiyon içine katılması
seviyeyi müthiş düşürdü. İdeolojik militarizm, şahsi
inisiyatifin eline geçmeye başladı. İhtiraslar,
hesaplar karıştı işin içine. Kıyım işte bu
noktada başladı ve hiçbir kabahati, günahı olmayan
masumların canı yandı. (...) O kadar agresif ve
kendini bilmez insanlar var ki zaman zaman onlarla aynı
ideolojiyi paylaşmış olmaktan dolayı utanç duyduğum
anlar oluyor. (...) 3 Mart 1982’de idamları Danışma
Meclisi tarafından onaylanan üç mahkumun infazı bu
sabah gerçekleşmiş. Bir an için şok oldum. İdam
kararının infazı, bütün siyasi mahkumlara yönelik
bir hareket. Asılanın hangi görüşten olduğu pek önemli
değil. Önemli olan bu kararın uygulanması. Böylece
12 Eylül 1980’den bu yana asılanların sayısı
13’e çıktı. Asılanların onu devrimci, ikisi ülkücü,
biri de sadece mahkum (...)
Bunların üçü de ‘‘Türkiye Komünist Emek
Partisi’’ üyesi. Ölüm cezası, dün gece sabaha
karşı Buca Kapalı Cezaevi’nde infaz edilmiş.
Haberi okuyunca tüylerim diken diken oldu. Asılanlar
her ne olursa olsun, önce insandılar. Kimsenin kimseyi
asmaya hakkı yok. Onlar da kendi inançları için,
ideolojileri için ve en önemlisi Türkiye için mücadele
ettiler. Sistem onların fikirlerini ve fiillerini kabul
etmeyebilir ama idam etmeye asla hakkı yok. (16.09.2001
Hürriyet, Bombacı geçmişiyle yüzleşiyor)
MHP’Lİ İŞÇİLERİ
ÖLDÜREMEZSİN
Doğu Perinçek, Dış
Politika dergisi, sayı 7, ekim 1989
..Denge Kava’nın
lideri Ferit Uzun, Beş Parçacıların lideri Ali Rıza
Koşar, bizim Gaziantep İl Başkanımız
Zeki Ön, Dev-Yolcular, Kurtuluşçular, her
gruptan insan öldürüldü. Solcular tarafından öldürüldü.
(...)Antepte sol içi kavgalarda bir iki ay içerisinde
60 kişi öldü. Adam gidiyor Ümraniye’de taşocaklarında
götürüyor beş tane işçiyi kurşuna diziyor, başlarını
taşla eziyor. Niçin yaptın? “Yahu bunlar MHP
sempatizanı.” (...) Hiç kimsenin MHP sempatizanlarını
kurşuna dizmeye hakkı yoktur. Ben bir marksist olarak
söylüyorum: Adam bunu Marksizim adına yapıyorsa, ben
o MHP sempatizanı işçilerle beraberim. Bir takım
Marksistler gelip 5 işçiyi yine kurşuna dizmeye
kalkarsa ve ben o kahvede olursam, ben onların silahına
sarılıp işçileri savunmazsam kendimi vicdanen mahkum
ederim. Sosyalizmin de bir legalitesi ve kanuniyeti vardır.
Sosyalizmde kimsenin adam öldürmeye hakkı yoktur.
Nedir, savaşta insanlar birbirlerini öldürüyor, o
ayrı bir mesele. Ama masasında oturan adamı kaldırıp
götürerek kurşuna dizemezsin. (...) Kaldı ki kahve
taramak, kepenk kapattırmak, halktan zorla para
toplamak, bunlar da sonuç itibariyle sosyalizmi rezil
eden ve Türkiyede sosyalizmin halkla birletmesini
engeleyen olaylar haline geldi.
ONLAR DÜŞMAN,
ACIMAYA GELMEZ
6 Kasım 1978-16 yaşında
cinayetten yakalanan ülkücü Ferhat Tüysüz’ün
ifadesinden bir bölüm, Mehmet Ali Birand, 12 Eylül,
Karacan Yayınları)
..Bir ara arkadaşım
yanımızdan ayrıldı ve biraz sonra ...........adındaki
şahsı, silahla tehdit ederek yanımıza getirdi. Onu
sorguya çektik, üzerini aradık, Atatürk Eğitim
Enstitüsünde öğrenci olduğunu, Örnektepe İlkokulu’nda
öğretmenlik yaptığını tespit ettik. Üzerinden çıkan
hüviyette bize karşıt olan bir derneğin üyesi
bulunduğunu anladık.
Biraz dövüp serbest bıraktık ama, arkadaşımız...
“bu adam beni tanıdı, biz onu öldürmesek onlar
beni öldürür” dedi. Ben itiraz ettim. Bunun üzerine
...bana, “senin silah nasıl olsa katil oldu, ver de
biz öldürelim” dedi. ..Silahı alıp şahsın yanına
gitti. Arkadan yedi el silah sesi geldi. Arkadaş yanımıza
gelince, “Yazık değil mi, yedi el niye sıktın?”
diye sordum. Arkadaş, “Onlar düşmanımız, acımaya
gelmez” cevabını verdi. Arkadaşın sözleri üzerine
diğer arkadaş da o şahsın yanına gitti, bir el de o
sıktı.
OYUN MASASI ÖYLE
KURULMUŞTU
..Haluk
Kırcı, Zamanı Süzerken, Burak Yayınları
Gelgitlerin acımasız
girdabına kapılan bizler nasıl bir açmazın
içine düşmüştük.
Girdaplara kapılan ve açmaza düşen
yalnızca bizler değildik. Sonraki
yıllarda cezaevinde yakından
tanımak fırsatını bulduğum solcu militanlar
da aynı durumdaydı.
Hiçbirimiz, bilgilenmenin, kültürün, öğrenmenin,
aydınlanmanın gerçek
savaş olduğunu farkında değildik. Oyun Masası öyle
kurulmuştu. Oyunda bu
sayılanlara yer yoktu. Hatta bütün bunlardan uzaklaşmak oyunun başlıca
kuralıydı. Çünkü oyunda bilgi
olarak galip gelmek gibi bir hedef yoktu. Oyunun
hedefi, oyuncuları sembollerle ve totemlerle uğraştırarak birer kesin inançlı
yapmak ve yok etmekti. (...) Soğuk savaş yıllarının
sıcak savaş mağdurları
olan bizleri, katil veya
maktul, kim olursak olalım, şiddet
rüzgârlarının miras bıraktığı kalıntılar
olarak görüyorum.
Bu kalıntıların izleri hangi insana gurur
verir, bilmiyorum;
bana asla gurur vermiyor. (...) Bilgi ile
beslenmeyen beyin, işe yaramaz bir et yığınına dönüşüyor
ve başka beyinlerin
çekim alanı içine giriyor. Bunun neticesinde
de düşünme ve idrak
melekelerini yitirerek, adeta bir robot
halini alıyor. Karar mekanizması da
dumura uğrayınca, yarı
felçli duruma düşen insan, hem kendisine ve
hem de çevresine
acı çektirmeye mahkum oluyor.
KİMİN ELİ KİMİN
CEBİNDE?
..O günlerde Doğu
(Perinçek) beni, yeni bir itirafçı ile tanıştırdı.
Ancak, ondokuz yirmi yaşlarında gösteren bu genç, diğer
itirafçılardan farklı olarak, MHP’nin değil, bizim
partinin(TİKP) üyesiydi.
Kendisinin anlattığına göre, partinin Elazığ
örgütüne mensup bu gence, yerel MİT örgütü el atmış,
onu fiilen ajanı haline getirmiş ve bir yıla yakın
bir süre ajanı olarak kullanmıştı. Gencin anlatıkları,
devletin istihbarat örgütü MİT’in neyin peşinde
olduğunu açıkça ortaya koyuyordu. MİT, bu genci sağı
solu bombalamakta ve şiddet eylemlerini tırmandırmakta
kullanmıştı. Bombaları bizzat MİT temin ediyor ve
gence, hedefi söylüyordu. İşin ilginç yanı, bu
hedeflerin ‘sağ-sol’ ayrımı yapılmadan tespit
edilmiş olmasıydı. Örneğin aynı genç, birkaç gün
arayla, hem MHP, hem de CHP parti binalarını bombalamıştı.
Tek başına bu bile, 12 Eylül öncesi şiddetin önemli
bir bölümünün , bizzat devlet ve darbeciler tarafından
körüklendiğini göstermeye yeter de artar bile.
Gencin anlattıklarını kayda geçtik ve bir ‘itiraf
dizisi’ hazırladık. Ne var ki, dizi yayınlanmadan
12 Eylül darbesi gerçekleşti. (Gün Zileli,
Havariler, İletişim Y. 2002, ist.)
68’LİLERİN
PİYANGOSU DA DÜZENLENECEK Mİ?
Ergun
Aydınoğlu, ‘Söylenmese de Olurdu’, Belge
Yayınları, 1996
..Bu çocuk bana bir fotoğrafını vermişti.
Şimdi nedense aklıma o düşüyor. Ama fotoğraf
değil de , arkasına yazdıkları. “Ergun Şek-Şun”a
diye imzalamıştı fotoğrafını. Yıl
1968’di. Daha o zamandan farketmişti demek,
Çin-Sovyet çatışmasında Çinlileri biraz daha
sempatik bulduğumu. Yoksa Ergunof falan diye birşeyler
yazardı. Ama yok. Arada öyle şeyler de diyordu
zaten. Ayrıca o zamanlar bizler için farketmezdi,
Çinli, Rus, Wietnamlı.. Hepsi ‘bizimkiler’
değil miydi. O uluslardan özel isimlerin nasıl
da güzel ve romantik anlamları vardı bizler
için. Şimdi ‘Nataşalar’ varmış. Öyle
diyorlar. Nereden nereye geldik. (...) Ne kadar
çok şeyler söyleniyor şu 1960’ların
devrimcileri hakkında. Daha çok da 68’liler
hakkında. Yok “1968 kuşağı”, yok bilmem
nesi.. Bu arada “vakfı” bile kuruldu
“1968’lilerin” inşallah “piyango”su
düzenlenmez. (...) 1979’un son aylarında bir
gün, İstanbul’da Beşyüzevler’in
kahvelerinde bir propaganda kitapçığı satıyoruz.
Her kahve, bir muhtemel silahlı çatışma alanı.
Ama yapıyoruz işte. Yapmayıp da ne yapacaksın.
Bazen durumun ne kadar kritik olduğunu, şatışın
iyi gitmesinden anlıyoruz. Kahve sakinleri, bizim
bir an önce oradan çekip gitmemizi sağlamak
için, broşürü hemen alıyorlar. Belli ki,
vukuat çıkabilecek bir yerdeyiz. Ağır geliyor
bize. İnsancıklar, bir anlamda bizden böylece
‘kurtulmak’ istiyorlar.
Satsan bir türlü satmasan bir türlü. Sınıf,
çekilmiş aradan. Ya da çekilmek istiyor. Iki
“ordu olmayan” ordu dövüşüyor. O sınıfın
içinde. Ne denir. Yine herkes haklı. Bir ara öğreniyoruz.
Dev-Yol’un bölgesine girmişiz. Ne yaparsın.
Topoğrafyası karışık bu işin. Dolanıyorsan
eğer, bir “kurtarılmış bölge”den
öbürüne göçmen kaçınılmaz. Bir ara genç
bir çocuk yanaşıyor yanımıza. ‘Burada
faaliyet gösteremezsiniz’ diyor. Dev-Yol’un
bölgesiymiş. Beş şehit vermişler bu bölge
için. Hala faşistlerin saldırısı varmış
üstelik.
(Ergun
Aydınoğlu, eski DEVGENÇ’li)
. |
|