|
- 12
Eylül sonrasının acı günlerini
dile getirmek ve o dönemin
muhasebesini yapmak niyetinde değilim.
Fakat şu kadarını söyleyeyim
ki; 1971 ve 1980 sonrası kuşakları,
kayıp kuşak idiler ve bu yaranın
sarılması, ancak 1990’ların
son yıllarında mümkün
olabilirdi..
|
|
|
‘Kayıp Kuşak’,
20.yüzyılda ortaya çıkan bir kavramdır. Özellikle,
iki dünya savaşı öncesindeki kuşakların, savaş içinde
tam anlamıyla “telef olmalarının” ardından;
yitip giden kuşaklara, “kayıp kuşaklar” adı
verilmiştir.
Aslında uzun süren
savaşlarda gençlerin neredeyse kitlesel olarak telef
olmaları, elbette salt 20.yüzyılda görülmemiştir.
Örneğin; 19. yüzyılda Napoleon savaşları sırasında
Fransa, yüz binlerce genç evladını savaşlarda
yitirmiştir. Aynı şeyi, kendi tarihimizin kimi
evreleri için de söyleyebiliriz. Örneğin; 19. Yüzyılın
sonlarında; “93 Harbi”nde ve Libya, Balkan ve 1.Dünya
Savaşları’nda, yüz binlerce evladımızı şehit
vermişizdir. Fakat “kayıp kuşak” kavramı, bunların
ardından gelecektir.
1. ve 2. Dünya
Savaşları öncesi ve elbette sonrası kuşakların,
“kayıp” ya da “yitik” sayılmalarının nedeni,
bu savaşların “kitlesel özellikleri”dir.gerçekten,
bu iki savaşta ve maalesef bunları izleyen savaşlarda
(Kore, Vietnam, Irak vb.); savaş, orduların işi
olmaktan tümüyle çıkmış ve sivilleri de kapsayan
bir biçimde, “topyekün savaş” dediğimiz bir savaş
türü belirmiştir. Daha önceki yüzyıllardaki savaşlarda,
elbette sivillerde işin içine giriyorlardı. Fakat bu
durum, istisna idi. Topyekün savaşta ise; savaşan
devletin ya da devletlerin savaş gücünü kırmak asıl
amaç olduğu için “sivil hedefler”, askeri
hedeflerin yanı sıra “asli hedefler” arasına
girmiştir.Ve tabii bu arada, kadın-yaşlı-çocuk vb.
dikkate alınamıyordu.
Doğal olarak, bir
savaşta gençler kırılır. Fakat 20.yüzyılın savaşlarında
çocuklar da kıyıma uğradıkları için, savaşları
izleyen onyıllarda eski kayıplar telafi
edilmemektedir. Geride kalanların psikolojik yıkıntıları
da, fizyolojik kayıplarından pek geri kalmamaktadır.
Yani savaşlar, hem psikolojik hem fizyolojik yıkımlara
neden olmaktadırlar. Hem de tüm yaş grupları için...
*
Türkiye, 15 Ekim
1992’de yürürlüğe giren Mudanya Mütarekesi’nden
sonra bir daha savaşa girmemiştir. 2.Dünya Savaşı
sonrasında, Almanya’ya ilan edilen savaşın,aslında
hiçbir “kıymet-i harbiyesi” yoktu. ABD’nin
California kentinde yapılacak Birleşmiş Milletler
toplantısına, “kurucu üye” statüsüyle katılmak
için yapılan bir işlemdi. Daha sonra Kore Savaşı’na
girilmiştir ama, bu da Birleşmiş Milletler Gücü çerçevesinde
girilen bir savaştı ve bu konuda, Türkiye Büyük
Millet Meclisi’nde savaş kararı alınmamıştı. Kıbrıs
çıkartması ise, Londra ve Zürih Antlaşmaları çerçevesinde
imzalanan “Garanti Antlaşma” hükümlerinin verdiği
bir hakkın kullanılması olmuştu. Peki o zaman; Türkiye’de,
“Kayıp Kuşaklar”dan nasıl söz edilebilir?
Türkiye’de söz
konusu olan yitik kuşaklar, 1.Dünya savaşı ve Ulusal
Kurtuluş Savaşı’mız sonrasındaki kuşak; 1960
devrimi ve 1971 ve 1980 müdahaleleri sonrasındaki kuşaklardır.
Gerçekten “10.Yıl”da, onbeş milyon genç yaratıldığından
söz edilmesine karşın, toplumumuzun en nitelikli gençleri
cephelerde kalmıştı. Fakat Türkiye bu yarayı
beklenenden daha çabuk sardı.
1960 Devrimi, gençlere
büyük itibar sağlamıştı. Bu nedenle,bu kuşağın
kayıp kuşak olduğunu söylemek zordur. Aralarında
kendimi de saydığım ve bugün 50-65 yaş arasında
olanlar; zaman zaman ağlaşsalar bile, kendilerinden önceki
ve sonraki acı ve sıkıntılarıyla mukayese bile
edilmeyecek bir rahatlık içinde yaşamlarını sürdürmüşlerdir.
Ve bugün bu yazımda, Ulusal Kurtuluş Savaşımız
sonrasındaki kuşağı da ihmal ederek, özellikle 12
Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbeleri sonrasındaki kuşakların,
temel bazı özellikleri ve “yıkıntıları” üzerinde
durmak istiyorum.
*
Biraz yukarıda değindiğim
gibi, benim yaş kuşağımda olanlar ne denli “ağlaşırlarsa
ağlaşsınlar”; bizler, 1961 Anayasası’nın özgürlük
ortamı ve 1960 sonrasının ekonomik gelişme süreci içinde
yetiştik. Ve çok fazla sıkıntımız olmadı. Fakat
yaşadığımız günlerde bunu değerlendirebilmemiz,
elbette mümkün değil.
1970 sonrasında,
“68’liler”olarak isimlendirilen gençler, ilk büyük
acıları yaşadılar. 1980 sonrasında yaşananlarla
karşılaştırılması mümkün olmasa da, hem darbe öncesinde
ve hem de darbe sonrasında can verenler oldu. Üç
gencin idam edilmesi, belki küçük bir rakam gibi görülüyor.
Fakat “anayasaya” sahip çıkmaya çabalarken,anayasayı
silah zoruyla değiştirmeye kalkışmak suçundan
“ipe gitmek”, gerçek bir dram olmuştu. (Bir süre
sonra “birileri”, 1961 Anayasası’nı bu kez gerçekten
silah zoruyla değiştirecekler, fakat inanılmaz
derecelerde ödüllendirileceklerdir).
Hukukun en basit
yorumuna göre; bir “suç”, o suça teşebbüs ettiği
ileri sürülen “güç”e bağlıdır, bu güçle değerlendirilir.
Örneğin, kundaktaki bir bebeğin, bir kadına tecavüz
ettiği iddia edilemez. Oysa ki Türkiye’de, en basit
kural bile ihlal edildi. Fakat bir sonraki kuşağın
neler çekeceği, akla bile gelmiyordu.
Türkiye’yi adım
adım 12 Eylül’e götüren “terör”, “anarşi”,
“şeriatçı gövde gösterileri” ve nihayet “ayrılıkçı
terör” üzerinde, Kıbrıs Barış Harekatı’nın
ne derece etkisi olduğunu çok düşünmüşümdür.
Zira; 1974 sonrasında, sanki “Birileri bir düğmeye
basmış gibi”, bir yandan ekonomik sorunlar, bir
yandan da ayrılıkçılık, terör ve anarşi Türkiye’nin
boğazını sıkmaya başladı. O dönemin gençlerinin
bir bölümünün; bazıları, “gönüllü olarak”,
bazıları da “zorla”, terörün kollarına düştüler.Ve
devletin beklenen “müdahalesi”, beklenenden çok
daha sert oldu. Doğrusu, bu “gidişata” göz
yumulmasını, kimse beklemiyordu ama; cezalandırmada
“kantarın topuzunun kaçtığı” konusunda,
kimsenin kuşkusunun olmamasının gerekir.
12 Eylül’ün
“cunta lideri”, daha 12 eylül 1980 sabahı, 1980 öncesinin
üç “suçlusunu” ilan etmişti. Bunlar; “üniversiteler”,
“işçi sendikaları” ve “siyasi partiler” idi.
Ve burada üniversiteler denildiği zaman, elbette “üniversite
öğrencileri” kastediliyordu.
12 Eylül sonrasının
acı günlerini dile getirmek ve o dönemin muhasebesini
yapmak niyetinde değilim. Fakat şu kadarını söyleyeyim
ki; 1971 ve 1980 sonrası kuşakları, kayıp kuşak
idiler ve bu yaranın sarılması, ancak 1990’ların
son yıllarında mümkün olabilirdi.
1960’lı yıllarda,
başında “genç” sıfatı bulunan bütün sanatçılar;
1990’lı yıllarda da, “genç” sıfatını taşıyorlardı.
Örneğin; “genç komedyen”, “genç ressam”,
“genç şarkıcı” vs... Aslında tüm bu “gençler”
konusunda, sayısız isim de verebilirim. Fakat doğrusu,
isimlere girişmek istemiyorum.
Aradan geçen yıllarda
ve onyıllarda, bu “gençlerin” yerine gelebilecek
nitelikli gençlerin önü kesilmişti. Bu “engeli”,
bazı tiyatro sanatçıları ve kimi fotoğraf ve
karikatür sanatçıları aşabilmişti. Fakat işin
“geneline” bakıldığı zaman; bu kuşaklar kayıp
kuşaklardı.
Aslında bu düşünce
ve iddiayı, ispatlamak da mümkün değil. Bu konu
“endaziye gelir” bir konu değil. Sadece “gözlemlere”
dayanabiliriz ki; başkalarının, farklı gözlemleri
de olabilir. Hastanelerde psikolojik tedavi gören gençler,
belki daha da objektif bir kriter olabilir ama, acaba böyle
tedaviye gereksinimi olanların kaçta kaçı bu olanağa
sahiptir?
Bir başka ölçü
de, “genç intiharlar” olabilir. Fakat burada da,
“yaygın” bir ölçü yoktur.
Galiba en iyisi,
insanın kendi gözlemlerine dayanması ve
“sezgilerine” güvenmesi. Ve bunlara baktığım
zaman, “Kayıp Kuşakları” teşhis edebiliyorum.Ve
inanın, içim yanıyor...
|