Küreselleşme
mevcut kurumları ve etkileri itibariyle modern bir olgu
ve modernitenin pek çok ürünü gibi yayılmacı bir
kimliğe sahip. İster çatışma ister uzlaşma noktasından
bakalım, bireysel ve kollektif hayatımız üzerinde dönüştürücü
bir etkiye sahip olan küreselleşme, Türkiye’nin ve
İslâm dünyasının orta ve uzun vadede yapacağı
tercihlerde önemli bir unsur olarak karşımıza çıkıyor.
Aşağıda kısaca tahlil edeceğimiz küreselleşmenin
diyalektik yapısı, bir tarafta yeni güç dengelerinin
doğmasına zemin hazırlarken, öte tarafta medeniyet
ve kimlik sorunlarını yeni bir çerçevede gündemimize
sokuyor. Fakat küreselleşmeye bir ‘dünya düzeni’
kavramı açısından baktığımızda, benzer
modellerin ve yapıların Roma’nın Pax Romana ve
Osmanlı’nın nizam-i alem kavramlarıyla kaydadeğer
benzerlikler arzettiğini görüyoruz. Bu manada İslâm
dünyasının ulusal ve bölgesel yapıların ötesinde
‘küresel yapı ve ilişki’ kavramlarına yabancı
olmadığını söyleyebiliriz. Dahası İslâm’ın
adalet, özgürlük ve ahlâk öğretileriyle bir din ve
medeniyet olarak ortaya koyduğu cihanşumulluk mefhumu,
yerellik ile evrensellik arasında çatışma değil bir
uyum ve tamamlayıcılık ilişkisinin varolabileceği
konusunda önemli ipuçları sağlıyor. Bu noktada Türkiye’nin
bir yanda küreselleşme ve yerellik, öte yanda İslâm
geleneğiyle olan ilişkilerini yeniden gözden geçirmesi,
bir zorunluluk haline geliyor.
KÜRESELLEŞMENİN
DİYALEKTİĞİ VE ÜÇ NETİCESİ
Küreselleşmenin
neden diyalektik ve çelişkilerle dolu bir süreç olduğunu
görmek için, içinde yaşadığımız donemin kültürel
ve siyasi unsurlarına bakmak yeterli. Bir tarafta
modern iletişim ve ulaşım araçları sayesinde dünya
küçük bir koy haline gelmekte, öte tarafta bu koyun
kontrol ve hakimiyeti, Batı Avrupa ülkeleri ve
Amerika’nın mülkiyetinde bulunmakta. Yine bir
tarafta belli düşünce ve normlar yerel sınırları aşarak
evrensel bir kültür dilinin doğmasına yol açmakta,
öte tarafta küreselleşmenin getirdiği hegemonik güç
dengeleri, kapitalist yayılım ve çevre krizi gibi
sorunlar dünyanın bütün toplumlarını doğrudan
etkilemekte. Küreselleşmenin diyalektik yapısının
bir neticesi olarak
yerel ile evrensel olan arasındaki kategorik ayrım
gittikçe flulaşıyor ve ‘melez’ kimliklerin ve kültürel
senkretizmlerin şumûl bulmasına neden oluyor. Bu
noktada küreselleşmenin üç önemli neticesine işaret
edebiliriz. Avrupa-Amerikan kültürünün küreselleşmesi,
farklı kültür ve dinlerin birbirine yakınlaşması
ve sekülerleşme.
NEO-EMPERYALİZM
OLARAK KÜRESELLEŞME
Küreselleşmenin
en somut tezahürünün Batı kültürünün evrenselleşmesi
olduğunu söylersek abartmış olmayız. Küreselleşme
sürecinde Batı medeniyetinin sınırlarını aşarak dünya
coğrafyasını istilâ eden urun ve simgelerin, hemen
tamamı Avrupa ve hassaten Amerikan kökenlidir. Hatta
Amerika’nın bu alandaki hegemonik iktidarının
Fransa ve Almanya gibi Avrupa ülkeleri için de ciddi
bir tehdit oluşturduğunu ifade etmek gerekir. Bu açıdan
bakıldığında, küreselleşmenin tek taraflı bir süreç
olduğunu görüyoruz. Bugün küreselleşen emtia ve
simgeler arasında göze ilk çarpan şeyler,
Endonezya’nın batikleri yahut İran’ın kaşgarisi
değil Amerika’nın McDonalds’ı, Madonna’sı,
Blue Jean’i ve Hollywood filmleridir. Bu ürün ve
simgelerin geleneksel toplumların sosyo-kültürel yapısını
nasıl aşındırıp çözdüğünü görmek için, büyük
araştırmalar yapmaya gerek yok. Bu manada küreselleşme,
18 ve 19. yüzyıl sömürgeciliğinin yeni bir
versiyonudur. Klasik sömürgeciliğin tersine neo-emperyalizm
sömürge sürecini ekonomik ve siyasi ilişkiler bağlamında
rasyonalize eder ve onlara global bir meşruiyet kazandırır.
Fransa’nın 19. yüzyılda Kuzey Afrika’yı askeri
araçlarla işgal etmesine mukabil, McDonald’s dünyayı
mevcut ‘rasyonel’ ekonomik ilişkiler ağını
kullanarak fetheder. Dahası, modernite varlığını
yayılmacı politikalara borçlu olduğundan –aksi
halde merkez-çevre ilişkilerinin kontrol imkansız
hale gelecektir- küreselleşmenin Batı merkezli
modernleşme sürecinin son halkasını temsil ettiğini
ileri sürebiliriz.
Bu noktada
Wallerstein’ın geleneksel toplumlarla modern dönem
arasında yaptığı bir mukayeseye dikkat çekmekte
fayda var. Wallerstein’a göre modernite öncesi dünya
düzeni, siyasi merkezi tek, ekonomik merkezi çoğul
bir yapıya dayanıyordu. Yani imparatorluk kültürü
bağlamında İstanbul, Isfahan ve Roma gibi siyasi
iktidarın yoğunlaştığı bir kaç merkeze mukabil,
iktisadi üretim ve etkileşim, pek çok merkeze dağılmış
durumda idi. Modern dönemde ise, ulus-devletlerin ve
IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşların empoze ettiği
sistem içerisinde tam tersi bir durum sözkonusu. Buna
göre zahirde çok-merkezli görünen siyasi yapıların
arkasında aslında tek-merkezli bir dünya iktisadi
sistemi var. Bir ülkenin sistem içindeki yeri, bu tek
merkezli ekonomik yapıya entegre olup olamamasıyla
orantılı olarak değişiyor. Bunun anlamı, sadece dünya
sisteminin tek-eksenli bir yapıya doğru yönelmesi değil,
aynı zamanda küreselleşmenin bu süreci hızlandıran
bir unsur olarak teşvik edilmesidir. Özellikle
Amerikan söyleminde küreselleşme, Çin, Hint yahut
Orta Asya pazarlarının Amerikan şirketlerine açılmasından
öte bir anlama sahip değil. Bu manada küreselleşme,
merkezin yani Avrupa ve Amerika’nın, çevreyle yani
Batı-dışı dünya ile olan ilişkisini ana
parametreleri değiştirmeden yeniden tanzim eden bir söylemdir.
KÜLTÜREL ÇOĞULCULUK
VE EVRENSEL DEĞERLERİN KABULÜ OLARAK KÜRESELLEŞME
Küreselleşmenin
ikinci önemli neticesi, ulusal ve bölgesel sınırların
ötesinde cereyan eden köklü kültürel etkileşim ve
dönüşümdür. Modern iletişim araçları sayesinde,
insanlar bugün başka dinler ve kültürler hakkında
daha fazla bilgiye sahipler. Buna, kültürlerin yakınlaşması
olarak da bakabiliriz. Kültürel çoğulculuk, bir
arada yaşama, dinler ve medeniyetler arası diyalog
gibi kavramlar, artık pratik ve stratejik zorunlulukların
ötesinde bir anlam ve işleve sahip. İslâm dünyası
açısından baktığımızda, Batı medeniyet havzasında
yaşayan müslüman azınlıklar, bu sürecin önemli
bir halkasını oluşturuyorlar. İslâm, Hıristiyanlık
ve Yahudiliğin temsil ettiği İbrahimi gelenekler arasındaki
diyalog ve yakınlaşma, yapısal ve tarihi sorunlara rağmen,
bu dinlerin tarihinde kayda değer bir aşamadır.
Katolik Kilisesinin İkinci Vatikan Konsülü’nde İslâm’ı
ilk defa diyaloga geçilmesi gereken dinler arasında
sayması; öte yandan 11 Eylül olaylarını müteakip
Amerika’da yaşayan Müslümanlar ile Hıristiyanlar
arasında hız kazanan diyalog faaliyetleri, 14 asırlık
bir geçmişe sahip olan bu iki dini yeni bir ilişki ve
etkileşimin eşiğine getirdi. Dini ve kültürel yakınlaşmanın
boyutları bununla da sınırlı değil. Malezya,
Endonezya ve Hindistan gibi ülkelerde bu halkaya İbrahimi
geleneğin dışındaki Hinduizm, Budizm, Konfüçyanizm
ve Taoizm de büyük bir hızla katılmakta ve bu, dinin
evrensel kimliğini bir kez daha teyid etmektedir. Bu süreç
içerisinde ‘öteki’ kavramı, küreselleşmenin
diyalektiğine benzer bir şekilde, bir tarafta tevarüs
edilen kültür ve kimlik kodlarını yeniden üretmekte,
öte tarafta ‘öteki cehennemdir’ mefhumunun aşılmasına
ivme kazandırmaktadır. Zira başka din ve kültürlerin
görece gerçekliğini gözlemleyen insanlar, kendi
ben-tasavvurlarını daha güçlü fakat daha kuşatıcı
ve kucaklayıcı bir şekilde yeniden ifade
etmektedirler
Burada İslâm
medeniyetinin dini ve kültürel çoğulculuk alanındaki
tarihi konumuna kısaca temas etmekte fayda var. Müslüman
topluluklar tarihleri boyunca başka din ve kültürlere
mensup insanlarla bir arada yaşama konusunda zengin bir
tecrübeye sahip oldular. İslâm, dünya tarihi
sahnesine çıktığında, Roma, Yunan, Pers,
Mezopotamya, Afrika ve Hint (daha sonra Çin ve Uzakdoğu)
medeniyetleri başta olmak üzere insanlığın
medeniyet tecrübesinin hemen hepsini fikri ve coğrafi
olarak kuşatacak bir olgunluğa ulaştı. Dimeşk’te
Emevi Sultanı’nın emrinde çalışan ve İslâm
aleyhindeki ilk polemiklerin yazarı Yuhanna ed-Dimeşki
(St. John the Damascene)’den İslâm idaresi altında
yayılan Ortodoks kilisesine, 1492’de İspanya’dan Müslümanlar’la
beraber kovulan Avrupa Yahudileri’nin Osmanlı tarafından
kabul edilmesinden Hint alt kıtasında Hindular ile Müslümanlar
arasında gelişen kültür sentezine kadar pek çok örnek,
İslâm medeniyetinin ‘öteki’ni bir düşman, yok
edilmesi gereken bir hasım olarak değil, insani varlığımızı
zenginleştiren bir muhatap olarak gördüğünü teyid
ediyor. İslâm dünyasında 18 ve 19. yüzyıllarda
ortaya çıkan Batı-karşıtı dışlayıcı ve
reddedici tavır, sömürge döneminin bir sonucu olarak
anlaşılmalıdır. Unutmamak gerekir ki sömürge döneminin
muazzam boyutlardaki yıkımına ve zulmüne rağmen, müslüman
topluluklar Nazizm ve Faşizm gibi ideolojiler üretmediler
Bütün bunlar, küreselleşmeyle
ivme kazanan dinler ve kültürler arası yakınlaşma sürecinde,
İslâm dünyasının doğal bir muhatap olduğunun önemli
göstergeleridir. Dahası küreselleşme sürecinde
evrensel kabul gören bağımsızlık, insan hakları,
yaşama hakkı, din ve inanç özgürlüğü, adalet, eşit
dağılım gibi kavramlar, insanlığın ortak bir
hedefe doğru yönelme imkanını teyid eden göstergelerdir.
Bir başka ifadeyle bu kavramlar, artık belli bir coğrafyanın
yahut kültürün değil, insanlığın ortak değerleri
olarak kabul görüyor. Bu noktada muayyen bir din ve kültüre
mensup olmak -yani kendi yerelliğimizin farkında
olmak-, küreselleşmeyle çatışan değil, onu
tamamlayan bir ögedir. İslâm açısından bakıldığında,
adalet, özgürlük, mal, can ve din hakkı, dinin asli
unsurlarındandır ve bu manada İslâm, bu değerlerin
izafi ve kültürel değil, bilakis mutlak ve evrensel
olduğunu zaten teyid etmektedir. Küreselleşmeyi İslâm
dünyası ve diğer kültürler açısından sorun
haline getiren, dinlerin ve farklı medeniyetlerin
birbirine yakınlaşması yahut insanlığın üzerinde
ittifak ettiği değerlerin şümul bulması değil, küreselleşmeyle
gelen sekülerleşme sürecidir ki bu aynı zamanda küreselleşmenin
burada değineceğimiz üçüncü neticesini oluşturmaktadır.
KÜRESELLEŞME
VE SEKÜLERLEŞME
Sekülerleşme,
felsefi manada dünyanın dünyevileşmesi/profanlaşması,
insanların aşkın hakikat ile olan metafizik bağlarını
kopartarak dünyalılaşması ve bu çerçevede din
kaynaklı geleneklerin çözülmesi sürecini ifade
eder. Felsefi bir program olarak sekülerizmin uzun
boylu tahlilini bir başka yazıya bırakmamız
gerekiyor. Lakin temel kaziyyeleri itibariyle seküler
evren tasavvurunun sadece İslâm’la değil, her
otantik din ile çatışma içerisinde olduğunu görmek
zor değil. Hakikati ve insanın nihai kurtuluşunu
birey ve tarih üstü bir gerçekliğe bağlayan din
ile, gerçekliği Aydınlanma’nın otonom bireyine ve
onun kainat kurgusuna indirgeyen seküler düşünce
arasındaki gerilim, modern dünyanın önemli
verilerinden biridir. İslâmi bir çerçeve içerisinde
düşünüldüğünde, ‘dünyayı sahiplenmek’, yani
onu mamur hale getirmek ve adaleti tesis etmek ile insanın
nihai kurutuluşu arasında zorunlu bir çelişkinin
olmadığı ileri sürülebilir. Bu ihtiyat kaydı özünde
doğru olmakla beraber, sekülerizm projesi, farklı ön-kabuller
üzerine kuruludur ve bu son tahlilde asli farkların
ortaya çıkmasına yol açar. Bir başka ifadeyle dünyayı
kendi içinde kapalı ve kendine atıfta bulunan (self-referential)
bir yapı olarak kurgulayıp imar etmek ile, onu daha büyük
bir planın parçası olarak görüp imar etmek arasındaki
farkı, hümanist ahlak öğretileriyle aşmak mümkün
değil.
Küreselleşme süreciyle
beraber, seküler ve hümanist bir kültürün giderek güç
kazandığını ve bunun dinin varlık alanını her geçen
gün biraz daha daralttığını görüyoruz. Küreselleşme
ile gelen dünyevileşme, eğlence kültürü, ahlaki
yozlaşma ve Batı-Amerikan kültürünün
normalizasyonu ve hızlı yayılımı, sadece kültürel
değil, din-kökenli otantik geleneklerin de zayıflamasına
ve yerellikten yoksun idrak ve davranış biçimlerinin
doğmasına yol açıyor. Sekülerize edici etkilerini gözönüne
aldığımızda, küreselleşme özellikle Türkiye gibi
ülkelerde tarihe ve topluma karşı yabancılaşmayı
da beraberinde getiriyor ki bunun kendi başına bir çelişki
olduğunu görmek zor değil.
KÜRESELLEŞME:
TEHDİT YA DA FIRSAT
Türkiye’nin bağlı
bulunduğu İslâm geleneği ve varisi olduğu Osmanlı
coğrafyası ve tecrübesi, ona küreselleşme sürecinin
önemli aktörlerinden biri haline gelme imkanı
sunuyor. İslâm’ın hak, adalet ve özgürlükler
alanındaki temel öğretileri, dün olduğu gibi Bugün
de muayyen etnik, coğrafi ve kültürel kalıpların ötesinde
bir uygulanım alanına sahip. İslâm hukukçularının
geliştirdiği evrensel ilkeler (külliyat) ve dinin
nihai gayesi (makasid) kavramları, temel ve hak özgürlükler
bağlamında bireysel ve kollektif hayatın tanzimini
hedefler. Ayrıca insan zihninin hurafelerden arındırılması,
metafizik ve ahlaki bir merkeze bağlanması, bilinçli
bireylerin ve erdemli bir toplumun inşası, adalet ve
doğruluğun izafi değil mutlak bir değer olarak kabul
edilmesi, burada zikredilmesi gereken diğer evrensel
ilkelerdir. Buna İslâm medeniyetinin farklı din ve kültürlerle
olan uzun tarihi tecrübesini de ekleyebiliriz. Nitekim
Osmanlı’nın bir ideal olarak vazettiği ‘nizam-ı
alem’ vizyonu, modernite öncesi ‘dünya düzeni’
kavramının önemli bir örneğidir. Belli bir coğrafya
ve kültür ile sınırlı kalmadan, bütün insanlığın
üzerinde ittifak ettiği değer ve ilkelerin siyasi ve
stratejik alana taşınmasını ifade eden dünya düzeni
mefhumu, küreselleşme ile beraber daha akışkan ve şeffaf
bir nitelik kazandı. Bu manada İslâm-Osmanlı geleneğinin
bir dünya düzeni kavramına yabancı olmadığını,
bilakis modernite öncesi dönemde bu sürecin önemli
bir parçası olduğunu söyleyebiliriz.
Yukarıda kısaca
değindiğimiz diyalektik yapısını nazar-ı itibara
aldığımızda, küreselleşmenin bir tehdit mi yoksa fırsat
mı olduğuna, İslâm dünyası ve Türkiye kendi dini
ve tarihi dinamiklerini yeniden gözden geçirerek karar
verecek. Küreselleşmeyi, tek yönlü bir Batılılaşma
bileti olarak gören, çarpık modernleşme idrakini
kendi dinine, tarihine ve coğrafyasına küserek meşrulaştırmaya
ve aşmaya çalışan bir Türkiye’nin bu uzun soluklu
mücadeleden başarılı çıkmasını beklemek aşırı
iyimserlik, hatta naiflik olur. Tarihin bu heyecan
verici noktasında Türkiye’nin bir ‘kendini bil, ötekini
tanı!’ düsturuna ihtiyaç duyduğu aşikar olsa
gerek.
|