|
- Doğaldır
ki, bir ortak ülkü ne kadar geniş konsensusla
gerçekleşirse o kadar derin ve
uzun vadeli çözüm üretme imkanı
doğar. Bunun için,
devlet(imiz)in sine-i millete dönmesini
sağlamalıyız.
|
|
|
Ülke olarak
kaderimiz adeta evrensel gerilimlerle belirleniyor. Ne
zaman dünya dengeleri değişse veya yeni düzen arayışları
başlasa, elimiz ayağımız birbirine dolaşıyor. Bu
durum Osmanlı’nın duraklama dönemlerinden beri
böyle.
Devletin yeni gelişmeler
karşısındaki tavrı; uyarlanma çabasından çok
panik-atak türü reflekslerden oluşuyor. Politika
belirleme çabası yerine günü kurtarma eğilimleri
öne çıkıyor. O kadar ki, devletten topluma doğru
yansıyan prizmada tekil olaylara kadar sinen
belirsizlik ve plansızlık, traji-komik sonuçlar doğuruyor.
Geçtiğimiz ay İstanbul’da oyuncak tabancayla yapılan
bir banka soygunu örneğinde olduğu gibi; Soyguncu
bankayı soyduktan sonra, nereye gideceğini bilememiş
ve bindiği taksiyi bir süre dolaştırıp şans eseri
kaçmayı başarmıştı! Oyuncak tabancayla banka
soymaya kalkan bir cesaretin, sonuçlarını hiçbir şekilde
öngörmemiş olması,tamda
devletin ‘hükümet etme’ tarzına benziyor.
Soğuk savaşın bitişinden sonra,’Adriyatikten Çin
seddine’ söyleminden AB adaylığına uzanan politika
karmaşası ve yönsüzlüğü, başarsa bile şaşıran,
kazansa dahi riske atan soyguncu örneğindeki vatandaşı aklımıza getiriyor.
Köklü bir devlet
geleneği ve ciddi kurumsal yapılarımız olmasına rağmen,
devletin iç ve dış politika üreten ciddi bir kurumu
yahut organı var mı, bilmiyoruz! Devlet, hem içten hem de dıştan bakıldığında; bir sürü kolu
olan ve onları sürekli hareket ettiren bir ahtapota
benziyor.Ama sorunlar karşısında en gerekli uzvun akıl
olduğunu biliyoruz. Devlet adına sürdürülen
etkinlikler tamamen refleksif olup, bir süreklilik arz
etmiyor. Sokaktaki ortalama bir vatandaş için, dış
politikayla ilgili bilgiler nasıl kulaktan dolma ve
sebep- sonuç ilişkisinden kopuksa, devletinkiler de
öyle... Genç bir cumhuriyet olmamıza rağmen devlet,
tarihi geçmişle hatta yakın on, yirmi yıl öncesiyle
bile kopmuş, geçmişten geleceğe taşınan bir
‘biz’ bilincinden yoksun görünüyor. Pek çok
kurum,kuruluş,okul, eğitim ve bunların ülke
ekonomisine yüklediği maliyetle, ortaya çıkan
sonuç,yani belirsizlik ve yönsüzlük arasında
hiçbir paralellik yok. Partilerden meclise,
mahkemelerden hapishanelere, okullardan işyerlerine,
yerel ve mülki kurumlara kadar her yerde mekanizmalar işler
görünüyor. Bir çok aklı başında insan da bu rutin
devinime bakarak devlet ve hükümette derin
hedefler,kalıcı projeler varmış gibi üzerinde düşünüp
tartışarak çeşitli sonuçlara ulaşmaya çalışıyor.
Oysa gerçek hepimiz için maalesef hiç te iç açıcı
değil. Zira devlet ve toplum olarak fena halde
kafamız karışık.. Adeta panik halindeyiz.. Kısa bir
süre yavaşlayıp sakince, sağduyuyla mantık
yürütmemiz gerekirken, takıntılı bir halde; daha hızlı,
daha hızlı koşmamız lazım, yetişmemiz lazım diye
kendimize telkin
ediyoruz;’çağdaşlaşalım, Avrupalı olalım,AB’ye
girelim..’ Ancak bu psikolojide kalıcı ve dönüştürücü
projeler geliştirmemiz mümkün değil tabii. Milan
Kundera’nın Yavaşlık adlı eserinde dikkat çektiği
gibi; yavaşlık ile anımsama, hız ile unutma arasında
gizli bir ilişki var. Sonunu planlamadan koşmanın
geçmişi, hele yüzyılın başlarını unutturucu
etkisi, daha sakin ve aklı selim düşünmemizi
engelliyor. Biz toplum olarak neredeyse devlet kavramı
ve olgusunun en temel ve belkide tek misyonu olan varlık
ve beka sigortası olması gerçeğini ıskalıyoruz.
Küresel dalgaların yokedici ve dağıtıcı etkisi karşısında
millet olarak bizi savunmasız bırakacak formüllere
çok iyimser bakıyoruz! Devlet ve millet olarak her
geçirdiğimiz başarısız dönemi hafızamızdan ve
hayatımızdan silerek, daima yeni olanın doğru olacağı
varsayımıyla hareket ediyoruz. Oysa, devletlerin varlığı
da insan hayatı gibidir. İnsan her yeni evreye
(çocukluk, gençlik, olgunluk, yaşlılık gibi) bir
önceki evrede edindiği bilgi ve deneyimlerle girer.
Bunlar birbirinden tamamen bağımsız evreler değildir.
Her bir evrede elde edilen kazanımlar artarak ve
harmanlanarak, geçmiş dönemlerden izler taşıyarak
yürüyüş devam eder. Bunun gibi, Türkiye’nin
geleceği de kısa değil, farklı evrelerden oluşan
uzun mesafe koşusu gibi düşünülmelidir.
Yöneticiler de bu maratonun koşucularıdır. Bu
anlamda birbirini takip eden projeler,politikalar
bütünü olmadan siyasetin yada bürokrasinin toplum
lehine bir işlev görebilmesi mümkün değildir. Uzun
mesafe koşanlar kendi zeka, beceri ve emekleriyle
hedeflerine ulaşabilir. Halbuki Türkiye de hem
bürokrasi hemde politik aktörler güncel, popüler
söylemlerin arkasına (ya da önüne) geçerek politika
yapma eğilimindedir. Hemen hemen hiçbirinin iyi yahut
kötü de olsa bir projesinin olduğu şüphelidir.
Sorun karar verici pozisyonda duranların sorumsuzluğunu
sineye çekebileceğimiz sınırları çoktan aşmıştır.
Devletin varlığını
ve bekasını koruma misyonu,öncelikle toplum olarak şu
anda en yoksun olduğumuz ortak bir dil, ortak bir
ülkü (üstbenlik) oluşmasına bağlıdır. Bu ortak
ülkü ise önce hayatın içinde,bütün toplumsal
kesimlerin konsensusuyla ve sahici amaçlar üzerinden
gelişebilir. Tarih bilinci ve toplumsal değerlerimizden
beslendiği ölçüde ‘ortak’ olabilir. Yaşadığımız
günler,diğer konularda olduğu gibi,bu hayati sorun
karşısında da sahte ve sanal gösterileri gerçeğin
yerine ikame etmektedir. Futbol tribünleri, chat mesaj
trafiği yada reklam temalarında açığa vurulan bu
sanal/sahte ortak imge arayışları, aslında bulamadığımız
o ‘dil’i ve ülküyü daha da önemli bir hedef
haline getiriyor.
Doğaldır ki, bir ortak ülkü ne kadar geniş
konsensusla gerçekleşirse o kadar derin ve uzun
vadeli çözüm üretme imkanı doğar.. Ancak bundan
sonra bir yön tesbiti yapılabilir. Ve bu yön hepimiz
için sıkıntılı acı reçeteler bile getirse katlanılabilir,paylaşılabilir
bir sonuç olacaktır. Bu zihniyet ve bilinç berraklığı
sağlanabilirse yarın’larımızı da ipotekten
kurtarabiliriz. Bunun için ayrıntılı fikirlerden
önce unuttuğumuz basit bir formülü hayata
geçirmeli, devlet(imiz)in sine-i millete dönmesini sağlamalıyız.
|