KÜLTÜR/SANAT

HASANALİ YILDIRIM

 
Edebiyatın Siyasi Kimliği Olur mu? 
 
‘Dini olan’ ile ‘profan olan’ ayrımı müslümanlar için geçerli değildir. Bu ayrım yalnızca Batı’da anlamlı olabilir. Bir müslümanın hangi işi inançlarından soyutlanarak ele alınabilir ki, yaptığı edebiyat onun inançlarının özgün adıyla sıfatlanma ihtiyacı hissetsin.

Thomas Mann’ın yazdıkları, T. S. Eliot’ın şiirleri, Tolstoy’un romanları ya da Montaigne’ın denemeleri ‘Hristiyani edebiyat’ başlığı altında değerlendirilmiyor da, yakın dönemde ürün veren bir müslümanın eseri niçin İslâmi edebiyat diye adlandırılabiliyor?.

İslâm ve edebiyat kavramları kaç türlü yanyana getirilebilir? Önce yalın hal: İslâm, edebiyat. Ardından öbür olasılıklar: İslâm edebiyatı, edebiyat İslâmı, İslâm’da edebiyat, edebiyatta İslâm, edebi İslâm ve daha fazla absürde kaymamak için bir yerde bitirmeliyiz, İslâmi edebiyat. İşte bizim ilgileneceğimiz bu sonuncusu.

İslâm ve edebiyat, hangi ölçekte ve ne amaçla birlikte zikredilebilir?

İlk anda aklınıza getirdiğiniz ve benim de kimi örneklerini sıralamaktan çekinmediğim gibi bir kombinasyon ya da permutasyon sorunu değil bu, bir zihniyet sorunu. Bu zihniyet sorunu üzerinde durmaya ne dersiniz?

Hangi etmenlerin veya ne tür kaygıların dürtüklemeleri sonrasında insanlar birilerinin yaptığı edebiyattan ya da bizzat yaptıkları edebiyattan söz ederken, ortaya koyduklarını bir başına kendi adıyla anmayı seçmektense, ona yapıştırılan sıfatın barındırdığı kimi niteliklerden medet umarlar? Hemen ayırdına varılacağı gibi burada amaçlanan, İslâm bilimi ya da İslâmi bilim veya İslâm tarihi ya da tarihi İslâm kavramlandırmalarında olduğu türden bir tamlamada bulunmak değil. Buradaki niyeti sorgulamaksa öküz altında buzağı aramaya hiç benzemiyor.

İsterseniz yakından bakmayı deneyelim.

İSLÂM’DA ŞU-BU

Dikkatinizi çekmemiş olamaz; gerek medyada, gerekse her şeye karşın kendilerini o dine izafe etmekte sakınca görmeyenlerde olsun, son yıllarda İslâm’ın adı bir biçimiyle ne zaman anılırsa anılsın, illâ ki bir şeye izafe edilmekte. Bizzat kendisi konuşulmaktansa sanki o konuşuluyormuş gibi yapılarak, İslâm’ın herhangi bir uzantısı, belki o ‘bizzat kendisi’ olmadan yanlış anlaşılabilecek bir ayrıntısı konuşulmakta: İslâmi sermaye, İslâmi ekonomi, İslâmi eğitim, İslâmi basın filân.

Bunun şöyle 10-15 yıl önceki çeşidiyse, kendisini o dine izafe edenlerin köpürttüğü bir yığın, çoğu kof, farklı düzeydeki çalışmada gözlenmişti: İslâm’a göre kadın, İslâm’a göre eğitim, İslâm’a göre toplum, İslâm’a göre şu-bu...

Bazen bu adlandırmada ismin ‘de hali’ tercih edilmiş ve ortaya yine aynı kıratta, İslâm’da kadın, İslâm’da eğitim, İslâm’da toplum gibi başlıklar altında yığınla kitap üretilmişti.

‘İSLÂMİ EDEBİYAT’ MASAYA YATIRILIYOR

Bu yaklaşımların tümünde de, bir türlü sağlıklı bir tanıma kavuşturulmayan ‘İslâm’dan yola çıkarak, birbiriyle ilintisi kurulamayacak, bir biçimiyle ilintisi kurulduğunda da, ayrı ayrı atölyelerde imal edilmiş bir koltuğun parçacıklarının bir araya getirildiğinde ortaya çıkacak farklı çap ve ebattaki parçalar gibi çeşitlilik arzeden ‘izafet sorunu’ vardı.

Tam da bu zavallı yaklaşımdan kurtulduk derken, aynı yaklaşımın son örneği, geçtiğimiz ay İslâmi edebiyat kavramı etrafında köpürtüldü. Bu kez kendilerini İslâm’a izafe etmekten kaçınmak için elinden geleni ardına koymayan bir yerlerde. Yapı Kredi’nin iki aylık edebiyat dergisi Kitap-lık’ın 53. sayısındaki oturumun konusu İslâmi edebiyat kavramıydı. Konukların da, konunun ilginçlik oranından aşağı kalır yönü yoktu. Mustafa Miyasoğlu, Ali Haydar Haksal ve Ali Günvar, ‘İslâmi edebiyat’ın en yetkin temsilcileri’ olarak seçilmişlerdi. Son iki isim Yedi İklim kadrosundan. Demek ki hem ev sahibi Murat Yalçın’a, hem de konuklara göre İslâmi edebiyat denilen şeyi en iyi yansıtan dergi Yedi İklim. Peki sahiden öyle mi?

Konuklardan önce konunun etrafında şöyle kısa bir tur atmaya çalışalım.

‘İZAFET’ SORUNU

Şaşırtıcı olan şuydu: konukların üçü de bu adlandırmanın kendisini sorgulamaktansa, bu adla işaret edilene dair fikir beyan etmeyi tercih ettiler. Hiç mi sorgulamadılar bu adlandırmayı? Evet demek haksızlığa girer ama itirazları da hatadan döndürmek türünden değil de iş olsun kabilinden. Bu duruma ‘şaşırtıcı’ demem lâfın gelişi; aslında belki de hiç şaşmamak gerek. Çünkü öbür tarafın yetkin olduğu alanlardan biri de kime ne söyletebileceğini iyi tayin edebilmek.

İşin rengi başka olduğu için de, yanlış adlandırmayı gözardı etmeyi seçen bu üç silâhşor, sağlıklı bir tanıma kavuşturmaktan kaytardıkları bir olgu hakkında diledikleri gibi konuşabilme, böylelikle söylediklerinin zeminsizliğinden yararlanarak “ne söylersem gider” tavrının rahatlığıyla ahkâm kesip durdular oturum boyunca. Halbuki bu isimlerin üçü de, kendilerine soru sorandan farklı olarak, izafet sorunundan haberdar olma durumunda ve zorunluluğundalar. Öyle ya, onlar varlıklarının değerini, kendilerini bir yere izafe etmekten alan insanlar değiller miydi?

Şu izafet sorununa bir göz atmanın vakti geldi demek ki.

Bir şeye izafe edilen, izafe edildiği şeyin önüne geçen durumunda değildir. O olmadan ‘kendi’ olamayan, en azından öyle olmasını izafe edildiğine borçlu olan konumunda. Halbuki lokomotifin lokomotifliğini sağlayan nitelik, arkasına bağlanan vagonun niteliğine göre değişen bir karakter yapısına bağlı değil ki!

Şimdi buradan konuya bir kez daha bakalım.

İSLÂMİ EDEBİYAT DA NE OLA?

Nedir İslâmi edebiyat? Müslüman bir dünyada yaşayan insanların kotardığı edebiyat ürünleri mi, kendisini İslâm’a izafe eden ve konusunu İslâm’ın konularının açımlanması olarak sınırlayan bir yaklaşımın ürünleri mi? Dikkatinizden kaçtığını sanmıyorum; “müslümanların yaptığı edebiyat” gibi bir yakıştırmayı anmıyorum bile. Çünkü bir kültür ya da medeniyet dairesi içindeki bir bireyin yaptığı, inançları ne olursa olsun, o kültür ya da medeniyet ailesinin içerisinde değerlendirilir. Tıpkı geçmişte bir Ermeni’nin, bir Rum’un veya bir Yahudi’nin ortaya koyduğu bir kültür ürününün İslâm kültürünün malı olması gibi, günümüzde NASA’da çalışan bir müslümanın ortaya koyduğu başarının, İslâm kültürünün değil Amerikan kültürünün malı olması gibi. Hem bu açıdan bakmadığımızda bile ortada ciddi bir sorun var yine de. Çünkü bir Hristiyan’ın yaptığı edebiyat, örneğin Thomas Mann’ın yazdıkları, T. S. Eliot’ın şiirleri, Tolstoy’un romanları ya da Montaigne’ın denemeleri ‘Hristiyani edebiyat’ başlığı altında değerlendirilmiyor da, yakın dönemde ürün veren bir müslümanın eseri niçin İslâmi edebiyat diye adlandırılabiliyor?

Dahası, dışarıdan bakıldığında, çok özel amaçlarla o dışarılara çevrilmiş isimleri, örneğin Orhan Pamuk’u, dahası Yaşar Kemal’i ya da Aziz Nesin’i bu kategoriye yerleştirerek değerlendirmiyor mu dışarıdakiler? Anlattıkları ne denli o dinin niteliklerine uymazsa uymasın, bu isimler müslüman bir dünyanın kalem örnekleri olarak değerlendirilmiyor mu?

SEÇMECE KONUKLAR

Bir de içeriye bakalım. Ta Vurun Kahpeye’den başlayarak, ‘kendini İslâm’a izafe etmeyenler’in o dinin mensuplarına bakışlarını, mürai, cahil, sahteci, ikiyüzlü, korkak, güvenilmez bir insan tipi somutlamıyor mu? Daha sonraları Nehar Tüblek’in ya da Turhan Selçuk’un karikatürlerinde çizildiği gibi, kazma dişli, çember sakallı, kafasında ve kalbinde her kötülüğü besleyen bir tipe bürünmedi mi bu karakter? Bir biçimiyle bu yakıştırmanın o modele uymadığı artık çoktan anlaşılmış durumda. Böyle bir durumda ne yapabilirdi o taraf? Söylediğine yakın örnekler bulamıyorsa, kendine güvenini zedelemeyecek örnekleri öbür tarafın temsilcileri konumuna yükselterek vicdan rahatlığına ermek.

Özel kanalların yaygınlaşmasıyla Abdurrahman Dilipak’ın ‘İslâmcı düşünür’ yakıştırmasıyla açık oturumların aranan kahramanı haline getirilmesini başka nasıl anlayabiliriz? İşte bu oturumda da seçilen isimlerde aynı küçük taktik yaklaşımını görebilirsiniz.

Neleri söyleyemeyeceği ve neleri hangi düzeyde nasıl söyleyebileceği belli kişilerle, yakıştırma adlı konuyu tartışacaksın ki, atı alan Üsküdar’ı geçmiş havası dağıtılabilsin. Çünkü ev sahibi şunun farkında: Bir insan, önemsedikleri oranınca önemli.

Şimdi çoktan bir imza olarak kabul edilmiş Mehmet Akif, Necip Fazıl, Sezai Karakoç ve Nuri Pakdil gibi kişiliklerin dışında bu üçlünün andığı adları bir görseniz. Görür görmez, bu oturumun hedefinin nasıl da onikiyi tutturduğunu fark edeceksiniz.

Çünkü ev sahibi bilmekte ki, çağırdığım bu adamlar ‘dini olan’ ile ‘profan olan’ ayrımının kendileri için geçerli olamayacağını, bu ayrımın yalnızca Batı’da anlamlı olabileceğini dillendirebilecek kişiler değil. Çünkü ev sahibi farkında ki, bu üçlünün arasından biri çıkıp da şöyle bir cümle sarf edemez: Bir müslümanın hangi yaptığı inançlarından soyutlanarak ele alınabilir ki, yaptığı edebiyat onun inançlarının özgün adıyla sıfatlanma ihtiyacı hissetsin.

Peki neler mi konuşuldu bu oturumda?

Minicik bir iki örnekle yetinelim: Ali Haydar Haksal, “Bakın ben Nuri Pakdil’in Edebiyat dergisini okudum ha, ona göre” diye şecaat arz edeyim derken, sirkatten beterini söylediğinin, Pakdil’in adını andığı yazarların dışını göremediğini ağzından kaçırdığının farkında bile değil.

Öte yandan, bu yakıştırmaya biraz ikircikli yaklaştığını vurgulasa da, soldan geldiğinin altını çizmeden edemeyen Ali Günvar, artniyetli olmadan bile birçok alana çekilebilecek şöyle bir lâf eder: “Ben Müslümanlığımı şairliğimin önüne koymaktan haya ederim.”

LİTERATÜRÜN KARŞILIĞI EDEBİYAT MI?

Halkı müslümanlıkla özdeşleştirilen bir ülkenin edebiyatında zaten İslâm mündemicken, hangi akla hizmet için, o halktan birinin yaptığı edebiyatın adlandırılmasında o inancın adı anılma zorunluluğu hissedilsin? Demek ki İslâmi edebiyat deyimi yerine, aslında hiç gereği olmadığı halde, mutlaka İslâm’ın adı da anılması gerektiğinde, şu siyasi ve yakışıksız yakıştırma doğrultusunda, dense dense İslâmcıların edebiyatı denebilirdi. Bu Türkçe’de bile hoş durmayan ifade, kulağa nasıl hoş gelebilir ki! Demek ki bu ülkede ortaya konulan bir edebiyat ürünü, ona karşı bile olsa, dışarıdan bakanın gözünde ‘İslâmi edebiyat’.

Zaten işin en başında ve dolayısıyla en sonunda ‘olan’a edebiyat denmiyor mu? Bir şeyin sahici edebiyat olması için onun İslâm’a ihtiyaç hissetmesi niye? Aynı şekilde, bir şeyin sahici edebiyat olması için İslâm’ı dışarıda bırakması niçin gereksin? Bu ikisi bir başlarına, birbirleriyle ilintilenmeksizin de kendi niteliklerini koruduklarına göre, bunları bir araya getirmek için gerekli olan kaynaştırma, ne diye İslâm’ın sıfat durumuna indirgendiğinde gerçekleşmiş olsun?

İşte bütün bu kavram kargaşalıkları ve anlam bulanıklıkları, modern akımları yanlış anlamaktan kaynaklanan bir dünyevileşmenin çarpık uzantısı; sahici olmayan, sahte, kof ve geçici zeminler üzerine kurulmaya çalışılan küçük dünyacıklar... Halbuki bir müslümandan beklenen, kendine güven eksikliği, entelektüel modalara yenilgi, safdaşlarından şikâyet etme tavrı değil, inancından kaynaklanan bir ontolojik güven değil mi?

Şimdi bu insanlar, edebiyat’ın literatürün karşılığı bağlamında ele alınmaması gerektiğini, mutlaka İslâm bağlamında ele alınacaksa her şeyden önce edebiyat’ın bir ‘edep ilmi’ olduğunu nasıl kavrasın? 

 

yazikonusu-EKONOMİ/POLİTİK
 
BU YAZIYA GÖRÜŞ BİLDİR


   


Yarın imzalı yazılar dergiyi diğer yazılar yazarlarını bağlar.
Kaynak gösterilmeden alıntı yapılamaz. Dergimiz basın ahlak ilkelerine uymayı taahüt eder. Yarın 2002 ©