|
Solun
içinde hızla güçlenen savaşçı
mitolojisi, belki de sol için tarihin
en sakınılır kavramı olması
gereken bir kavramı, “semavî”
bir kahramana dönüştürür. Benim için
geçerli bir Sol tahayyülün belki de
ilk hedefi, bu “belalı tip”ten,
bu “sert erkek”ten, bu “avcı-savaşçı”
pathos’undan kurtulmak olmalıdır. |
|
|
Modern çağ öncesi
ve sonrası solun, bir dizi iktidar deneyimleri olmuştur.
Çeşitli coğrafyalar ve çeşitli kültürler içinde
pek çok “sol” iktidar deneyimi gözlemlemek mümkündür.
Ben burada kendimi
modern çağ ile sınırlayacağım.
Modern solun
iktidarla buluştuğu ilk tarihsel nokta, Fransız
Devrimi ve onu iktidarla buluşturan ilk hareket,
Jakoben hareketidir. “Devrimle Gelen” bu iktidar,
sonraki sol deneyimlerde adeta “devrimci sol”un
iktidar prototipini oluştururken, “iktidar sahibi
solcu” tipinin de ruhunu vermiştir.
Robespierre ve
Saint Just ile başlayan, devrimci iktidarın sahibi
olan solcu tipi, günümüze kadar uzanan uzun bir
zincir oluşturmaktadır. Bu zincire Lenin, Troçki,
Stalin, Dzerjinski, Dimitrov, Mao, Kim il Sung, Ho Chi
Minch, Fidel Castro, Che Guevara gibi pek çok değişik
halka eklemek mümkündür.
Bir de devrimle
gelmeyen solcu iktidar sahipleri vardır. Hemen akla
gelen birkaçı, Salvador Allende, Olof Palme, Felipe
Gonzales, François Mitterand ve diğerleridir.
İlk bakışta, koşulları
açısından, devrimle gelenler, avantajlı görünürler.
Sol, daha önce olmayan yeni bir toplumsal düzen
getireceğine göre, önüne çıkacak engelleri çığ
gibi süpürecek devrim dalgası, ortaya ya beyaz, ya da
beyaza yakın bir tuval çıkaracak ve yeni resim de
buraya yapılacaktır.
Eskilerin dediği
gibi, “Muhayyel olan mükemmeldir.” İşte bu “mükemmel
hayaller”, neredeyse boş bir alan bulmuşlardır ve
buraya inşa edilmeleri gerekmektedir. Bir sanatçı ve
bir entelektüel için inanılmaz bir olanak! Böyle bir
olanak, bütün solcuları heyecanlandırmıştır.
Jakoben iktidarı kısa sürmüş, bu olanağı sonuna
kadar kullanma fırsatı, solcuların karşısına bir
daha ancak 1917’de çıkmıştır.
Bu nedenle Bolşevik
olmayan bir kısım Rus solcusu dışında, hemen tüm dünya
solcuları Bolşevik Partisi’nin 1917 Kasım’ında
Rusya’da militan bir darbeyle iktidarı ele geçirmesini
çılgınca alkışlamışlardır. Bu iktidar, dünya
solunda – Rus solu hariç– o kadar büyük bir
konsensus yaratmıştır ki, o güne kadar iktidarı
kategorik olarak eleştiren bir dizi anarşist grup dahi
Bolşeviklerin varlığında yeni bir dünyayı görür
gibi olmuşlardır.
Lenin, “Kan ve
ateşle” gelen bir Mesih, Troçki’nin “Kızıl
Ordu”su cennetten dünyaya inmiş bir melekler
ordusudur. Söz konusu olan “son bir savaştır”;
Armageddon. Bu savaş ne pahasına olursa olsun kazanılmalıdır,
çünkü ondan sonra artık savaşlar, yoksulluk ve her
türü ile kölelik ortadan kalkacaktır.
O günlerin
atmosferinde, pek az solcu bu genel destek ve coşku
havasının dışında kalabilmiş ve yine pek azı
Rusya’da gerçekten ne olup bittiğine ilgi duymuştur.
Oysa Felix Dzerjinski çoktan çalışmaya başlamıştır
bile.
Sol kamouyu ve
militanlar şöyle düşünmektedir; solun makus tarihi
sona ermiş, “uygulanması için bir fırsat bulunacak
olsa, her sorunu çözecek düşler” uygulama alanı
bulmuştur. Sol “loser” (Müzmin kaybeden) olmaktan
çıkmış, kazanabileceğini göstermiştir. “Acemi
sol el” kılıcı kabzasından sağlamca tutup,
Gordiyon düğümünü bir vuruşta kesmiştir.
“Kazanan solcu kahraman” tipi, alışılmış solcu
tipini bir kenara iterek yepyeni bir görüntüyle
ortaya çıkar. Yeni bir mitoloji yaratılmaktadır.
Daha düne kadar takım elbiseli kravatlı gözlüklü
bir entelektüel tipi olan Troçki, üzerinde üniforması,
başında togası, belinde kılıcıyla birlikleri teftiş
ederken görüntülenir. Ortada henüz İsrail Devleti
de yoktur ve bu görüntü aynı zamanda tarihin ilk
yahudi generaline işaret etmektedir. Bu görüntüler
afişlere dönüşür, afişler önce dünya solunun
ofislerini, sonra dünya sokaklarını süslemeye başlar.
“Kızıl Süvariler”, bu apansız geliveren iyilik
ordusunun pegasusları*, dünya
solcularının düşlerine girer. O günlerin solcusu,
adeta “solcu asker doğar” gibisinden bir havaya bürünmüştür.
“Kötülükle
savaşma ve tuvali beyazlatma yüksek ruhanî
konseyi”nin afişlerden uzak duran büyük baş meleği
Dzerjinski’nin bile çekilmiş bazı karelerini görmek
mümkündür. Bir sürü adam ve silah arasında çamurlar
içinde devrimin yolunu temizlerken görülür.
Kaybeden dervişlerin,
“Kazanan Safevi atlıları”na dönüşümü gibi bir
şeydir bu. Silahlar, kılıçlar, atlar, zırhlı araçlar
solun hizmetindedir artık. Trenlerin bile “kızıl”ı
vardır. Solun içinde hızla güçlenen bu savaşçı
mitolojisi, belki de Sol için tarihin en sakınılır
kavramı olması gereken bir kavramı, “semavî” bir
kahramana dönüştürür. Öyle ki günümüzde bu eğilimin
uzantıları, bırakalım “sub-commandante”leri,
“Yeşil Doğa Savaşçıları” “Hayvan Hakları
Savaşçıları” gibi absürd örnekler
verebilmektedir. Oysa benim için geçerli bir sol
tahayyülün belki de ilk hedefi, bu “belalı
tip”ten, bu “sert erkek”ten, bu “avcı-savaşçı”
pathos’undan kurtulmak olmalıdır.
Ama iktidar solu büyülemiştir
bir kere. Sağ ise iktidarda olduğu dünyanın geri
kalanında, pısmış kalmış, ideolojik ve kültürel
sahalarda solun karşısına çıkamaz olmuştur. Tek düşünebildiği,
bu gelişen “heyula”nın gelişim alanlarını nasıl
sınırlayabileceği, kendisini, pek zor günlerin
beklediği yakın geleceğe nasıl hazırlayabileceğidir.
İktidar büyüsünden
ilk sıyrılanlar ise, solcu entelektüeller ve Bolşevik
olmayan sol hareketlerin lider kadroları olmuştur.
Bunlar, iyice ümitsiz durumdadır. “Cennet”ten
birbiri ardına katliam haberleri gelmekte, ellerindeki
kısıtlı olanaklarla bunları duyurmaya ve protesto
etmeye çalışmakta, bunu yaparken sağ ile ittifak
kurmamaya, solcu kalmaya uğraşmakta ve bu arada da
kendilerini “komünistlerden” kurtarmaya çabalamaktadırlar.
Ve “devrim”, Rusya’da kısa sürede, tüm Çarlık
yönetimlerinin öldürmeyi başardığı solcudan daha
fazlasını öldürmeyi başarmaktadır.
“Yeni toplum”
beyaz üzerine değil, “kırmızı” üzerine
kurulacaktır artık. Bu, bayrağın değil, kanın kırmızısıdır.
Katliama dönüşen kolektifleştirmelerden, “bu olmadı
şunu deneyelim” derken, ölüme terkedilen ya da öldürülen,
binlerce insandan bahsetmek istemiyorum. Meraklısı,
bugün bu sürecin kaynaklarına rahatlıkla ulaşabilir
ve merakını giderebilir. Ama “devrimle gelen” hiçbir
sol iktidar, şu en basit insanlık hesabını verememiştir,
“insanın kişiliği, güç sahibi olduğunda ortaya
çıkar.”
Devrimle gelmeyen
sol iktidarlar ise genellikle “kurtuluş” değil,
“daha iyi”, daha eşitlikçi ve daha demokratik bir
toplum gibi, nisbeten mütevazi hedefler öngörmüştür.
Bunlar, solun olması gereken sivil tutumunun dışına
çıkmamışlar ama, güçlerini, “genel seçim”
gibi bir mekanizmadan ve arkaplanda onu oluşturan
“image-making”ten aldıkları için güçleri sınırlı
kalmış, genellikle de yerlerini bir ya da birkaç seçim
sonra sağcı alternatiflerine bırakarak ve yine
genellikle, ağızda fena olmayan bir tad bırakarak
iktidardan ayrılmışlardır. Salvador Allende’nin
trajik ve namuslu sonu dışında.
Bir üçüncü sol
tavır daha vardır. İktidara mesafeli duran, iktidarı
ele geçirmeyi hedeflemeyen bir sol tavır. Burada anarşistlerden
söz etmiyorum. 19. Yüzyıl sonu ve 20. Yüzyılın
hemen başının anarşistlerinin ancak bir kısmı, bu,
iktidarla sınanma sürecinden, geçer not almışlardır.
Proudhon ve Kropohtin bunlardan akla gelen ilk
isimlerdir. Ama ben burada esas olarak, başka bir örnekten
söz etmek istiyorum. Kendisini solcu olarak tanımlamamış,
ama, belki de 21. Yüzyıl solcuları için en büyük
ilham kaynağı olabilecek bir figürden, Mahatma
Gandhi’den.
Yirminci yüzyıl
tarihini en çok etkileyen kişilerden biri olan Gandhi,
sömürge bir ülkeden yeni bir toplum yaratmayı başarmış
bir hareketin çekici gücü ve ilham kaynağıdır. Gücünü
bir devrim ya da bir ordudan almamıştır. Gücünü
yine binbir manipülasyona açık bir genel seçim
sonucu, “sayılan geçerli oylardan” da almamıştır.
Ama seçimle ya da devrimle iktidara gelen hiçbir
lider, yukarıda sözünü ettiğimiz insanlık sınavında,
Gandhi’yle not ölçüştürmeye kalkamaz. Gandhi,
siyaseti pratikte yeniden tanımlamıştır. “Hareket
halinde” bir doğrudan demokrasi oluşturmuş,
“kamuoyu yoklamalarını” yürürken yapmıştır.
Bu, onun birinci önemli özelliğidir.
Bunun kadar önemli
ve yine daha önce saydığımız isimlerin hiçbirinde
bulunmayan bir başka şey vardır onda. O, toplumsal
bir dönüşümün kişisel bir dönüşümle birlikte
olabileceğini, kişisel bir dönüşümün ise ancak kişinin
kaçınılmaz varoluşsal sorularını ve bu sorulara
getirilen cevap önerilerini de içerirse olanaklı
olabileceğini görmüştü. Modern çağ öncesi
“sol” hareketlerinin hemen hepsinin gördüğü bu
durumu, modern çağda önce o gördü.
O sadece toplumsal
değil, ama aynı zamanda metafizik bir dönüşümle de
ilgilendi.
Dünya
“kamuoyu” – ki bu o dönemde ancak “Batı”daki
ülkelerde vardı – sağcısı ve solcusu ile onda
hemen hemen aynı şeyi gördüler. “Üşütük bir
yalancı peygamber.” “Başı kabak yalınayak” bir
derviş – keşiş – bapu. Çünkü aslında sağcı
ile solcu, modern zamanlarda aynı metafiziği paylaşıyorlardı.
Her ikisi de aynı metafizik devrimin birer parçasıydılar.
“Gerçekte, belli
bir dönemde toplum bireylerinin benimsediği en yaygın
dünya görüşü, o toplumun ekonomisini, politikasını
ve törelerini de belirler.
Metafizik değişimler,
yani büyük çoğunluğun benimsediği dünya görüşündeki
kökten ve toptan dönüşümler, insanlık tarihinde
ender görülür. Bu duruma bir örnek olarak, hıristiyanlığın
ortaya çıkışı anılabilir.
Metafizik bir değişim,
en uç noktalarına değin, hiçbir direnmeyle karşılaşmadan
gelişir. Ekonomik ve politik sistemleri, estetik yargıları,
toplumsal hiyerarşileri hiç önemsemeden silip süpürür.
Bu değişimin akışını, yeni bir metafizik değişimin
ortaya çıkmasından başka hiçbir insan gücü
durduramaz. Metafizik değişimlerin ille de, zaten çöküş
içindeki zayıf düşmüş toplumlara musallat olduğu
söylenemez. Hıristiyanlık ortaya çıktığında Roma
imparatorluğu gücünün doruğundaydı. Çok iyi örgütlenmiş,
o günlerin dünyasını egemenliği altına almıştı.
Teknik ve askeri gücünün üstüne yoktu… Çağdaş
bilim ortaya çıktığında da, Ortaçağ Hıristiyanlığı
insanı ve evreni açıklayacak bir dizge durumundaydı…
Bunların hiçbiri yıkılmasını önleyemedi.”
[“Temel Parçacıklar”
Michel Houellebecq Doğan Kitapçılık İst. 2000 II.
Baskı s. 8)
İşte modern sağcı
ve solcunun paylaştığı ortak metafizik, bu, “çağdaş
bilim”, metafiziğiydi. Metafizik tehdide karşı
ortak tavır aldılar. Gandhi kadar önemli olup, kendi
çağında, ülkesi dışında bu kadar yalnız kalmış
biri daha yoktur.
O kendisini bir
sembole dönüştürmüştü ve “sembolik yapılarla”
buradan aldığı güçle oynuyordu. “Kapitalist
toplum, şüphesiz tek bir toplumsal oluşum ya da bir
oluşumlar salkımıdır. Ve onun tekliği, yine
Sahlins’e başvurursak, “ekonomik sistemin sembolik
belirlemeden kurtulması olgusundan değil, fakat
ekonomik sembolizmin yapısal belirleyiciliğinden”
oluşur “C. John Clark, The Anarchist Moment s. 242
Black Rose Books Montreal 1984)
Gandhi’nin bu
durumu kavradığına en önemli örnek meşhur “Tuz
Boykotu”dur.
Bu kavrayış, onun
yarattığı toplumsal hareketi, modern solun hemen her
örneğinde olduğu gibi, kişiyi metafizik sorularıyla
başbaşa bırakma tavrından uzaklaştırdı. Bir derin
toplumsal dönüşüm, örneğin, ekonomideki
“gereksinim” ya da “insanların sonsuz ihtiyaçları”
kavramlarının çevresinde dönemez. Bir toplumsal dönüşüm,
bu kavramların yarattığı sorulara farklı cevaplar
veren sol ve sağın yapabileceği bir iş değildir.
Burada sembolik yapıyı dağıtacak soru “İhtiyaç
nedir?” sorusu ya da cevap, “Benim sonsuz ihtiyacım
yok ki” cevabı olacaktır. Gandhi bunu çok iyi görmüştü.
Ama yalnızdı. En azından ülkesi dışında.
Yeni sol ve dolayısıyla
yeni bir sağ ancak yeni bir metafizikle mümkün
olacaktır.
Herkesin
zincirlerinden başka kaybedeceği çok şeyi var. Önce
hayatı, sonra bu hayatın taşıdığı muazzam yaratıcı
potansiyel ve sonra da bu yaratıcılığın ortaya çıkmasını
engelleyen yapılara karşı direnme gücü. Bu güç,
ancak kişinin kendi içine bakma riskini üstlenmesiyle
ortaya çıkarılabilir, bu da, metafizik pratikten başka
bir şey değildir.
“Kaybedecek
zincirlerinden başka bir şeyi olmayan” bir özne karşısında
söylenebilecek tek şey vardır; “Hiçlikten ancak hiçlik
doğar.”
* Yunan
mitolojisinde kanatlı at Geri
|