|
1999
seçimleri öncesi kısaca 6/15’le
ifade edilen bir senaryo ortaya
atılmıştı. 6 partinin, alacakları
% 15 civarındaki oylarla 3 partili
koalisyon devrinin başlayacağı,
koalisyonların da, çokuluslu güçlerin
rahatlıkla kontrol edebileceği
yapıda oldukları iddia edilmişti. |
|
|
Beklendiği gibi
Mehmet Ali Bayar, 18 Mayıs’ta yapılan kongre ile DTP
Genel Başkanlığına seçildi. Kongrenin en ilgi çekici
yanı, hiç şüphesiz Bayar’ın kongreden önce basına
yansıyan ‘kongrede kalabalık istemediğine’ dair sözleriydi.
Ankara’dan parti kurup milleti alternatifsiz bırakarak
ehven-i şer’e mahkûm eden seçkinci mantık,
politikayı milletle yapmayacağını artık açıkça
dillendirebiliyor. DTP’nin yeni Genel İdare Kurulu Üyeleri
ise, ilk genel seçimlerde barajı aşması için
partinin dizayn edildiğini gösteriyor. Bundan böyle,
DTP’nin sağın birincisi olduğuna ve iktidara yürüdüğüne
hepimiz inandırılacağız ve DTP’nin bir sonraki dönemin
koalisyon ortaklarından biri olmasına çalışılacağına
şahit olacağız.
Diğer taraftan DSP,
İsmail Cem’li döneme şimdiden hazırlanabilir.
Koalisyonun büyük ortağı DSP, -büyük bir aksilik
olmazsa- önümüzdeki dönem de, başbakanlığı bırakmayacak.
Elbette Kemal Derviş’in tercih edeceği siyasi parti,
dengeleri değiştirecek. Bu parti, DSP olursa,
DSP’nin işi daha da kolaylaşacak Ancak, Derviş’in
ANAP’a veya DTP’ye gitmesi bile sürpriz olmamalı.
MHP’nin bir süre dinlenmeye alınacağı konuşulan
önümüzdeki dönemde, ANAP, barajı geçerse
koalisyondaki yerini yeniden alacak. ANAP’ın, barajı
geçmek için umudunu HADEP’in kapatılmasına bağladığını
unutmamak gerekiyor.
1999 seçimleri öncesi
kısaca 6/15’le ifade edilen bir senaryo ortaya atılmıştı.
6 partinin, alacakları % 15 civarındaki oylarla 3
partili koalisyon devrinin başlayacağı, koalisyonların
da, çokuluslu güçlerin rahatlıkla kontrol edebileceği
yapıda oldukları iddia edilmişti.
Önümüzdeki ilk
genel seçimlerde ise 8/12’den söz edebiliriz. 8
siyasi parti (sırasıyla AKP, DSP, CHP, DYP, ANAP, MHP,
SP, DTP) yüzde 12 civarında seyreden oylarıyla
siyasetteki bölünmüşlüğü zirveye taşıyacak.
Birinci partinin yüzde 20’ye bile ulaşamaması, hele
hele baraj yüzde 7’ye düşerse, dört partili
koalisyonlara hazır olmamız gerektiğini haber
veriyor. Siyasetteki bu bölünmüşlük “dağınık
durmasında sakınca görmeyen” bir cephenin iştahını
kabartıyor. Öyle ya, yüzde 40’larla bir parti
iktidara gelirse muktedir olma şansını yakalayacak.
Halbuki üçlü ya da dörtlü koalisyonlarda, koalisyon
ortaklarından biriyle anlaş, kap bir ihale! Ötekiyle
anlaş, seç Cumhurbaşkanını, Başbakanı, Meclis Başkanını;
berikiyle anlaş, TBMM’den istediğin kanunu rahatça
geçir. Güçlü siyaset, güçlü siyasal partiler, böylesi
manipülasyonlara fırsat vermeyeceğinden, bölünmüş
siyasi yapının en az bir seçim dönemi daha devam
etmesi kaçınılmaz olarak görünüyor.
‘TESLİMİYETÇİLER’E
KARŞI ‘ÜLKEMİZ ANADOLU’
Siyasi düşüncelerin
ve siyasal partilerin sınıflandırılması konusu,
uzun yıllardır gerek siyaset bilimcilerin gerekse
siyaset sosyologlarının üzerinde durdukları ana
konulardan olmuştur. Ülkemizde sağ-sol kavramları
tam yerleşmemiş olmakla birlikte, yine de ana tasnif
olarak sağ-sol ayrımının kullanıldığını görüyoruz.
Halbuki 1990’lı yıllardan sonra sıklıkla karşılaştığımız
milliyetçi sol, faşist sol, müslüman demokratlar,
laik sağ, anadolu müslümanlığı gibi ilginç
sosyolojik terimler, sağ-sol ayrımının yerine lügatimize
açıklayıcı tasniflerin girmesini zorunlu kılmıştır.
Çünkü sol görüşlü sağcılar ve sağ görüşlü
solcuların sayısının azımsanamayacak boyutlara ulaştığını
görüyoruz .
Ülkemizde bugün
yapılabilecek en gerçekçi tasnif olarak karşımıza
“teslimiyetçiler” ve “egemen batı paradigmasına
karşı olanlar” ayrımı çıkıyor. Siyasi
partilerin tamamı (iki küçük parti hariç) ile medya,
TÜSİAD ve İstanbul dükalığı, sendikalar, barolar
gibi kendilerini sivil toplum örgütü olarak adlandıran
kuruluşlar vb. bugün küresel zihniyetin temsilcileri
durumuna geldi. Böylesine güçlü bir ittifakın karşısında
sesi cılız kalan -hatta duyulmayan- bir cephenin tartılmayan,
bilinmeyen ve görünmeyen gücünden söz edelim biraz.
Siyasi partiler,
uzun vadeli politikalar üretememekle, birbirlerine yakın
programları yüzünden de esnek davranamamakla eleştiri
konusu olmaktadır. Öyle ki, bir siyasi parti, çok kısa
bir süre içinde iki zıt fikri savunabilmekte, hatta zıt
fikirlerini kamuoyuna parti felsefesi olarak takdim
edebilmektedir.
Teslimiyetçi
felsefe, yukarıda sayılan ittifakın unsurları
yoluyla siyasette belirleyici role sahiptir. Simgeleri
de Avrupa Birliği’dir. “AB’ye karşıyım çünkü”
sözünü duyar duymaz, oturdukları yerden can havliyle
sıçrayıp haykırırlar: “ne yani İran gibi mi olalım?”
Mustafa Kemal’in
“muasır medeniyet”i, teslimiyetçiler tarafından
“batılılaşma” olarak algılanmış daha doğrusu
alınmıştır. Türkiye, kendi başına zenginleşemez,
çağdaşlaşamaz, ilerleyemez! Türkiye, AB’nin gözetiminde
ve himayesinde başarıyı yakalayabilir. Aksi halde
Asya’nın fakir ülkelerinden biri olarak kalır ve
Orta Doğu’nun huzursuz ortamından nasibini alır.
AB’nin tek çıkış
yolu olduğunu düşünenlerin listesini yaptığımızda
karşımıza ilk olarak Mesut Yılmaz, Tansu Çiller,
Mehmet Ali Bayar, Kemal Derviş, Abdullah Gül gibi
politikacılarla kimi gazetecileri görüyoruz. Bu
listeye İstanbul dükalığını yönlendiren işadamlarını
da ekleyebiliriz.
Hatırlanacağı
gibi bir general, Türkiye’nin tek alternatifinin AB
olmadığı, Rusya ve İran’la da işbirliği
yapabileceğimize dair açıklamalar yapmış, bunun üzerine
teslimiyetçi cephe topyekün karşı taarruza geçmişti.
O hengamede bir gerçek bütün çıplaklığıyla
ortaya çıktı: Milletin beynine yapılan bütün
bombardımana rağmen, AB’yi simge yapan teslimiyetçiler,
kamuoyunda bekledikleri güçte değillerdi. “AB, bir
referandum konusu olsun % 90’larla kabul edilir” söylemleri
kayboldu. Çünkü tribünde oturan büyük bir taraftar
kitlesinin kendi düşüncelerini ifade edecek bir önder
aradıkları anlaşıldı. Son günlerin moda lafıyla
“makul çoğunluk” -ister küreselleşme karşıtı,
ister bağımsızlıkçı, isterse ulusalcı olarak
adlandırılsın- yerini bu tarafta alıyor.
Bir karınca, Hz.
İbrahim’i yakmak için hazırlanan ateşi söndürmek
için su taşır. Onu görenler “ya bu kadarcık su
ile böyle büyük bir ateş söndürülür mü?” diye
sorarlar. Karınca istifini bozmaz. “Olsun. En azından
safımı belli ediyorum!”
Ülkemiz Anadolu
cephesi, eskiden sağ ya da sol diye ifade edilen her
iki kesimden de taraftar bulabilmekte, ancak, safları sık
ve düzgün tutamamaktadır. Çünkü, İstanbul dükalığında,
medyada ve özellikle politikada, söylemlerini
dillendiren olmadığı için gücünü gösterememektedir.
Kökleri Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk
Cemiyetlerine dayanan, Hüseyin Avni Ulaş’tan Kemal
Tahir’e, Nurettin Topçu’dan ATÜT’çülere kadar
geniş bir yelpazede düşünsel temelleri oluşan
iktisadi ve sosyal gelişmeyi Batı şemasının dışında
anlama çabası, günümüzde birçok seçkin aydın
bilimadamı ve sanatçı tarafından sürdürülüyor.
Bunlar; medyada az, sermayede az (özkaynakları
sayesinde ayakta duran Anadolu sermayesi), politikada
yok. Ama tribünde var. Coşkulu değil, zira takım
sahaya çıkmadı. Siyaset, böylesine büyük bir boşluğu
sahte ulusalcılara bırakmayacak kadar önem taşıyor.
Bu nedenle Deniz Baykal “Anadolu solu”, Mehmet Ali
Bayar da “makul çoğunluk” sloganlarıyla siyasetin
boş bırakılmış alanına oynuyor. Ancak, teslimiyetçi
cepheden beslendikleri sürece başarılı
olamayacaklar!
“Makul çoğunluk
diyorlar. Millette makul olacak hal mi bıraktılar?
Olsa olsa mutsuz çoğunluktan söz edebiliriz. Mutsuz
çoğunluk-sessiz milyonlar, gerçekten de makul çoğunluk
olabilir mi? Elbette. Türkiye 50 senedir tepedeki 2 bin
kişilik bir yönetici takımının peşinde gidiyor. Bu
ülkeyi değiştirmek isteyen insanlar var bu belli. Biz
Avrupa devleti olabiliriz, ama biz Avrupalı değil
Asyalıyız. Türkiye, Rusya, Çin, Hindistan, İran ve
Türk Cumhuriyetleri, bunlar biraraya geldiğinde dünyanın
dörtte üçü oluyor. Doğu Avrupa’dan SSCB çekilince,
Yugoslavya dağılınca ortaya çıkan devletçiklerin yönünü
Avrupa’ya döneceği sanılıyordu. Öyle olmadı,
hepsi İstanbul’a döndü. Arnavutluk’un ordusunu,
subaylarını biz burada yetiştiriyoruz. Kosova’nın
polisleri burada okuyorlar, yetişiyorlar. Bu devin uyanışıdır.
Dev uyanırsa Doğu Avrupa gitti demektir onların gözünde.
Diğer taraftan İslam dünyasının yeniden
uyarlanıp toparlanması ancak Türkiye’nin önderliğine
bağlıdır. Ama bize aşılamışlar bir aşağılık
kompleksi. Adam olmayız deyip duruyoruz. Ver-kurtulcular
yeniden türedi. Dün İngiltere ile iyi geçinmek uğruna
bir-iki vilayet verelim diyen zihniyet, bugün AB için
Kıbrıs’ı feda etmekten söz ediyor. Şu anda Türkiye’de
fiilen Düyun-u Umumiye idaresi mevcuttur. Eskinin müstemleke
valisinin görevleri de üstlenilmiş, Ali
Kemal’inkiler de...”
Bu cümleleri artık
daha geniş bir yelpazede ve her siyasi görüşteki
insanın dilinden duymak mümkün. Küreselleşme karşıtları
dünyanın hemen hemen her ülkesinde marjinal
gruplarken, Türkiye’de olağanüstü bir güce
sahipler. Bu da şüphesiz Anadolu insanının,
demokrasi, insan hakları, serbest dolaşım, serbest
ticaret gibi küreselleşmenin birçok unsuruyla
problemi olmamasından kaynaklanıyor. Anadolu insanı,
25 yıl önce ‘Arnavutluk Modeli’ sloganıyla ifade
edilen içe kapalı toplumdan nefret ediyor. Öte yandan
bazı çokuluslu şirketlerin dünya egemenliğine doğru
gittiğini farkediyor, buna direniyor. Anadolu merkezli
dev bir projenin hayata geçmesini bekliyor, tarihsel köklerine
dair hayallerini geri istiyor. Bu işi kotaracak siyasi
önderini arıyor.
Her türlü
ideolojik ayrımın önemsizleştiği, teslimiyetçi-bağımsızlıkçı
tasnifinin geçerli olduğu yeni bir dönem başlıyor.
Birlikte yaşayacağız. Ve göreceğiz ki,
Anadolu’dan yüksele(meye)n ses, kendisini ifade eden
siyasi oluşumu bulduğunda, sağ-sol, “Kıt’a
Dur!” ile değil, halk hareketiyle yükselecek.
“Her önüne
gelen parti kuruyor, 46 tane parti oldu” diyenlere
duyurulur.
|