|
İsrail’in
Filistin halkına son saldırısını önlemedeki
son diplomatik başarısızlık, diplomatik
faaliyetin genellikle ve öncelikle
güçle elde edilen “oldu bittilere” göz
yummak ve meşrulaştırmak ile savaş ve
tecavüz yoluyla gelecek “oldu bittilere”
hazırlıkları gizlemekte kullanıldığını
teyit ediyor.
|
|
|
Uluslararası
ilişkiler sanatı ve bilimi ve jeopolitik hedeflere ve
amaçlara erişimin bir aracı olarak, diplomasi hakkında
yazılmış sayısız kitap düşünüldüğünde bu soru tuhaf
gelebilir. Ama, geçmiş ve bugün jeopolitiğinin en sıcak
konusu olan, Ortadoğu sorununun çekirdeği ve bu bölgeyi
dünya barış ve istikrarını tehdit eden bir sıcak odak
haline getiren, İsrail ile Filistin halkı arasındaki
çatışma ile ilgili iki yeni olay üzerine, konunun başında
bu “tuhaf” soruyu sormak zorundayım.
Vakıa 1: State Department’ın başı
Colin Powell’ın diplomatik arabulucu misyonunun, çatışan
tarafları bir ateşkese yaklaştırmak ve siyasi görüşmeleri
sürdürmekteki başarısızlığı.
Vakıa 2: Eski bir öndegelen Amerikalı
diplomat olan ABD’nin Reagan yönetimi dönemi BM daimi
temsilcisi Bayan Jean Kirkpatrick’in, İsrailliler ile
Filistinliler arasında diplomatik arabuluculuk için
gerekli şartların olmadığı yönündeki açıklaması.
Bayan
Jean Kirkpatrick (onun meslektaşlarından biri idim,
zira o dönemde ben de Arnavutluk’un BM daimi temsilciliğini
yapıyordum) bu açıklamayı biraz da fütursuzca yaptı;
çünkü bakan Powell o dönemde zor bir görevle Ortadoğu’ya
yeni yola çıkıyordu.
6
Nisan 2002’de, Arnavut gazetesi Tema’da da yayınlanan
bir söyleşide Bayan Kirkpatrick “ABD’nin Ortadoğu’da
arabuluculuk görüşmelerine girmesi için zamanın uygun
olmadığını” ifade ediyordu. ABD başkanına tavsiyesi
diplomatik bir kriz durumuna çekilmesine izin vermemesi
idi, ki önceki yönetim eski başkan Bill Clinton’un çabalarına
rağmen bunda başarılı olamamıştı. Bayan Kirkpatrick’in
görüşünü savunmak için başvurduğu ana teknik tez, uluslararası
ilişkilerde bazı durumlarda “bekle ve gör” konumunun
daha iyi olduğu, çünkü bu durumda kenarda durmak yerine
müdahale edildiğinde işlerin daha kötüye gittiği idi.
Bayan Kirkpatrick’in, diplomatik girişimden kaçınmak
ve İsrail’in güç kullanarak işini bitirmesine izin vermek
yönündeki tavsiyesini desteklemek için başvurduğu ana
siyasi tez, “İsrail’in sonuna kadar güç kullanma hakkı
olduğu, çünkü İsraillilerin bu dünyada herkesten çok
terör kurbanı oldukları” şeklindeki genelgeçer Siyonist
iddia idi.
Son
olarak Bayan Kirkpatrick, Amerikan diplomasisinin bir
süre Ortadoğu’daki dramatik gelişmelerden uzak durmasını
öneriyordu, çünkü “buradaki durum gelişim halindeydi
ve Filistinliler tutumlarını değiştirene dek beklenmeliydi”.
Yine de, bakan Powell Ortadoğu’ya gitti; Ariel Şaron
ve Yaser Arafat’la görüştü. ABD’ye eli boş döndü. Amerikan
başkanının, misyonun “tam bir başarısızlık” diye nitelenemeyeceği
yönündeki açıklaması bu olumsuz sonuçlara olumlu birşey
eklemedi. İşte bu nedenle, geçmiş ve bugünün jeopolitiğinin
doğurduğu kargaşada bugün bu “tuhaf soruyu”, yani “diplomasinin
ne faydası olduğunu” sormak için daha çok neden var.
Filistin’de bir “Yahudi vatanı”ndan bahseden 1917 tarihli
Balfour Deklarasyonu’ndan, özellikle de 1948’de İsrail
devletinin kuruluşundan ve BM Güvenlik Konseyi’nin 242
sayılı kararından sonra Filistin sorunu etrafında uzun
ve karmaşık bir diplomatik faaliyet amansızca gelişti.
Ancak gerçekler açıkça gösteriyor ki, diplomasi, Ortadoğu
sorununun doğru çözümüne eğer zarar vermedi ise ya hiç
ya da çok az işe yaramıştır.
Ortadoğu
ve Filistin sorununun diplomasi tarihi, diplomasinin,
barışın yerleşmesi ve birçok şiddetli çatışma durumlarında
en kötü şeylerin yaşanmasını önlemedeki başarısızlığını
gösteren en talihsiz örnektir. İsrail’in Filistin halkına
son saldırısını önlemedeki son diplomatik başarısızlık,
diplomatik faaliyetin genellikle ve öncelikle güçle
elde edilen “oldu bittilere” göz yummak ve meşrulaştırmak
ile savaş ve tecavüz yoluyla gelecek “oldu bittilere”
hazırlıkları gizlemekte kullanıldığını teyit ediyor.
İşgal
altındaki Filistin topraklarındaki “gelişim” İsrail
savaş makinesinin sınırsız güç kullanımı ile yeni “oldubittilere”
yolaçıncaya dek ABD ve dünya diplomasisine verilen “bekle
ve gör” şeklindeki kötü tavsiyede Bayan Kirkpatrick’in
telaffuz ettiği niyetleri görmek hüzün verici.
Güçlü
Amerikan diplomasisinin bu mantık altında yürütüldüğünü
farketmek esef verici. Eski İsrail başbakanı İzak Rabin’in
katlinden sonra Ariel Şaron’un başa geçişiyle, ABD’deki
tuhaf başkanlık seçimiyle ve tabii ki son olarak 11
Eylül 2001’de New York ve Washington’da olan trajik
olaylarla darbe ardına darbe yiyen “Oslo Barış Süreci”nden
9 yıl sonra bu mantığın, diplomatik bir çözüm için çok
az kapı araladığını görmek gerçekten esef verici. Bugün
dünya kamuoyuna pratikte gösterilen o ki, Filistin sorunu
sözkonusu olduğunda diplomasiye bırakılmış tek görev
ne olduğunu kaydetmek ve silahların gücü ile dikte edilenleri
yeni görüşmeler ve siyasi anlaşmalarla kabul ettirmektir.
Fransız
özdeyişinde özetlendiği gibi diplomasinin temel prensibinin,
tıpta olduğu gibi “il vaux mieux prevenir, que guerrir”
(hastalığı tedaviden önce oluşmasını önlemek) olduğu,
bugün artık her zamankinden de çok boş bir ümit olmuştur.
Ne acıdır ki, diplomasi bu ilkenin uluslararası ilişkilere
geçirilmesinde herzaman tıptan geri kalmıştır. Soğuk
Savaş denen şeyden sonra göklere çıkarılan önleyici
diplomasi, geçmişte Balkanlarda gördüğümüz, bugün de
Filistin ve Ortadoğu’da şahit olduğumuz gibi, daha önce
de, şimdi de başarılı olamadı.
Bu
nedenle de bu belagatli soruyu, “Diplomasinin faydası
nedir?”i sormalı ve Kardinal Richlieu’nün “Siyasi Vasiyet”inde
söylediği ve Henry Kissinger’ın da aldığı şu sözleri
zihnimizde iyi tutmalıyız: “Devlet işlerinde gücü olan
genellikle haklıdır, ve güçsüz olan genelin gözünde
haksız olmaktan zorlukla kurtulur.” (H. Kissinger, “Diplomacy”
1995, s. 65).
Ünlü bir devlet adamı ve diplomat ve eski dışişleri bakanı
tarafından yazılmış bu kalın kitap “Yeni Dünya Düzeni”ne
ayrılmış bir bölümle başlar. Henry Kissinger’ın gözünde
“neredeyse bir doğa kanunu gibi ve her yüzyılda bir
devlet tüm dünya sistemini kendi değerlerine göre şekillendirecek
güç, azim, entellektüel ve moral enerji ile yükselir.”
Kissinger, bu rolün 17. y.y’da Fransa tarafından, sonraki
200 yüzyılda Büyük Britanya, 19. y.y.da Metternich Avusturyası
ve Bismarck Almanyası’nca oynandığını söyler. Sonra
devam eder: “Yirminci yüzyılda, uluslararası ilişkileri
hiçbir ülke ABD kadar kesin ve aynı zamanda çelişik
biçimde etkilememiştir.” Önemli bir notu da ekler: “Amerikan
liderleri kendi değerlerinde o kadar emindirler ki,
bunların başkalarına ne derece ihtilalci ve yıkıcı geldiğini
çok az farkederler.” (Diplomasi, s. 22)
İlginç, şaşırtıcı ve bir o kadar da huzursuz eden “The
World Conspiracy” (Dünya Komplosu) adlı, 1991’de ABD’de
yayınlanmış kitabında yazar Nikola M. Nikolov 300 bankerin
ve özellikle de Rothschild ailesinin gizli faaliyetlerinin
uzun süredir uluslararası olaylarda süregelen yıkıcı
etkisinden bahseder. Bu yazara göre, “Dünyayı bir afetten
korumanın yolu ABD, Sovyetler Birliği ve Çin’in korunmasıdır.
Bunlar dünya dengesini koruyabilecek yegane devletlerdir.”
Bugün Sovyetler Birliği artık yok, ama Rusya’nın dünya
sahnesinde aynı rolü oynadığı kabul ediliyor.
Son
10 - 15 yıldır siyasal düşünce, “Uygarlıklar Çatışması”
teorisinin babası, Samuel P. Huntington’un, “tarihin
sonu” tezinin yazarı Francis Fukuyama’nın, Zbigniew
Brzezinski’nın, Henry Kissinger’ın ve diğer Batılı bilim
adamları ve politikacıların teorilerinden çok etkilendi.
Hepsinin gelecekteki uluslararası ilişkilerin oluşumu
ile ilgili ince ustalıklı teorileri, şemaları ve modelleri
var. Hemen hepsi, herbirinin başlarında güçlü bir ülke
ya da az sayıda önemli ülke olan, 6-8 farklı uygarlığa
dayanan bir uluslararası düzen şemasında birleşiyorlar.
Sovyetler
Birliği ve Doğu Avrupa’da sosyalist sistemin çöküşünden
sonra Batı kapitalist ve Doğu komünist dünyaları arasındaki
ideolojik bölünme ve siyasi kutuplaşmanın ortadan kalkışıyla
Batı’nın öndegelen politikacı ve araştırmacıları Dünya
jeopolitiğinde oluşan boşluktan ürktüler ve derhal düşmanlık
edecek yeni mihraklar aramaya koyuldular, ki böylece
Batı dünyasını seferber halde tutabilsinler ve böylelikle
gelecekteki olaylarda dinamik belirleyici rolünü kaybetmesinler.
“Uygarlıklar Çatışması” hakkındaki teori bu işe yaradı
ve şimdi ortaya sürüldükten bir onyıl sonra bu teori
titiz uygulamasını “uluslararası terörizme karşı sınırsız
dünya savaşı” denen şeyde buluyor. Ancak burada da gördüğümüz
bildiğimiz geleneksel jeopolitik, yoksa bize hep söylendiği
gibi globalizasyon çağında rastlanacak yeni türden bir
karşılaşma değil.
1999’da Bosna ve özellikle Kosova’da Batı ve NATO’nun
müdahalesi, “uygarlıklar çatışması” tezinin siyasal
düşünüşün tozlu raflarına kaldırıldığı ümitvar izlenimini
verdi. Ama Dünya Ticaret Merkezi, New York’ta ve Pentagon’da
olan trajik hadiseler yeniden bu teoriyi, sadece siyasi
tartışmaların değil, büyük güçlerin ve müttefiklerinin
de siyasal davranışlarının da ilgi odağı yaptı.
Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon’a yapılan terör saldırılarının
genel jeopolitik anlamda ustaca hesaplanmış bir saldırganlık
kışkırtmasının sonucu mu olduğu, yoksa uluslararası
ilişkilerde siyasi kargaşa ve sarsıntılar yaratmak için
bahane bekleyenler tarafından alelacele istismar mı
edildiği hala anlaşılamamıştır.
Samuel P. Huntington, ABD, Batılı ülkeler, Rusya ve birçok
devletin velvele ile ayağa kalkıp dünya terörizmi ve
ilk elde Afganistan’daki Taliban rejimi el-Kaide’yle
savaşmak için oluşturulan uluslararası koalisyona katılmaya
can attıklarını bildirmelerinden sonra , bu olanların
kendi on yıllık “uygarlıklar çatışması” propagandasıyla
ilgisi olduğunu reddetmeye çalışmıştır. Hatta Huntington
kamuoyunu, insanlığı bir “uygarlıklar savaşına” sürükleyerek
İslam Dünyasında ve Dünyanın geri kalanında kendi İslamı’nın
hakimiyetini sağlamaya çalışanın Bin Ladin olduğuna
inandırmaya çalışmıştır. Böylece siyasal teorilerin
genel tablosu tepetaklak edildi. Ancak, özellikle Batı
ülkelerinde ve Rusya’da “İslami köktendincilik ve teröre”
karşı birleşmek için sürdürülen çılgın propagandadır,
ki Huntington’un “uygarlıklar çatışması” adlı eserinde
gizli niyetleri açığa çıkarmış, 2. Dünya Savaşı zamanındakine
benzer bir uluslararası düşmanlık atmosferi ile yeni
bir Dünya Antifaşist Koalisyonu’nu bu kez “uluslararası
terörizme” karşı oluşturmuştur.
Şu daha başından belliydi: “Uygarlıklar çatışması” teorisi
çerçevesinde bu jeopoliti
ğin
savunucuları 2. Dünya Savaşı’nın faşizmi ve Soğuk Savaş
döneminin komünizmi yerine aynı denkleme basitçe “İslami
terörizmi” yerleştirmeyi düşünüyorlardı. Samuel P. Huntington’un
kendisi 11 Eylül 2001 ve sonraki olaylar sırasında bu
söylentiyi doğruladı ve “İslami köktendincilik ve terörün,
ortak bir düşmana karşı Batı’yı birleştirmek ve içdoku
sıkılığını sağlamakta yardımcı olduğunu” kabul etti.
NATO Genel Sekreteri Richardson, Rusya’ya bir seyahatinde
Volgograd’da Batı ve Rusya için, 2. Dünya Savaşı’nda
faşizme karşı olduğu gibi bu kez de uluslararası teröre
karşı aynı ruhla işbirliği zamanının tekrar geldiğini
söylemiştir.
11 Eylül 2001 trajedisi ile sonradan patlayan tehlikeli
olaylar arasında bu eski jeopolitik yolu ile kurulan
direkt ilişkiye en çarpıcı örnek işgal altındaki Filistin
toprağında İsrail ile Filistin halkı arasındaki durmuş
askeri çatışmaların tekrar başlamasıdır.
New
York trajedisi gününden beri Dünya bu yeni trajedilerin
ve uluslararası yeni sorunların kabusunu yaşıyor. Örneğin
Afganistan’da olanlar tehdit listesindeki diğer ülkelerde
de kolaylıkla tekrarlanabilir. 18 Nisan 2002’de tecrübesiz
bir pilotun kullandığı küçük bir uçağın Milano’da (İtalya)
bir gökdelene çarpışı Eylül 2001’dekine benzer duyguların
tekrar uyanmasına neden oldu.
New York trajedisi siyasal, askeri, ekonomik, dini ve
insani uluslararası ilişkilerde ve devlet yaklaşımlarında
ağır sonuçlar doğurdu. Tüm dünyada kutuplaşmış siyasi
ve entellektüel düşünceler ila 11 Eylül’den sonra farklı
taraflarca yapılanların niteliği hakkındaki karşılıklı
değerlendirmeler ve bunlara olan toplumların psikolojik
reaksiyonları arasında derin bir yarık açılmaktadır.
Aslında dünya aynı dünyadır; ama onu algılayış çeşitli
çevrelerde çok değişmiştir. Bir anlamda Amerikalı yazar
Wiesel’ın Prag’da “Forum 2000” toplantısında, Dünya
Ticaret Merkezi’nin ikiz kulelerinin çöküşünden birkaç
gün sonra söyledikleri içinde bir gerçeklik payı vardır:
“Artık Dünya asla aynı olmayacak.” Ama bu çok katınılan
görüşe rağmen, jeopolitiğin aynı olmaya devam ettiği,
düşmanlar bulmak, olmazsa yaratmak zorunda olduğu açıktır;
oysa 10 - 15 yıl önce Soğuk Savaş’ın bitiminde bunun
artık böyle olmayacağı söyleniyordu. Tam aksine 11 Eylül
2001’in trajik olayları eski düşmanlıkları uyandırmak,
yenilerini aramak ve bulmak, geniş ya da sınırlı yeni
çatışmalar yaratmak ve Dünya hakimiyeti ve hegemonyalar
yarışı için istismar edilmiştir.
Çok övülen Yeni Dünya Düzeni “Woodrow Wilson’un Avrupalılara
anlattığı ünlü 14 maddesinden” çok uzaktadır. Wilson
“artık dünya düzeninin güçler dengesine değil milli
kendi kaderini tayin hakkına dayanacağını, güvenliğin
askeri ittifaklarca değil ortak sağlanacağını ve artık
diplomasinin gizlice uzmanlar tarafından yapılmayıp,
açık anlaşmalarla olacağını” söylemişti (H. Kissinger,
“Diplomacy”, s. 19). Bugünlerde Filistin halkına karşı
işlenen yeni suçlar ve bu suçları durdurmaktaki diplomasinin
yeni başarısızlıkları bize anlatıyor ki, dünya Wilson’un
şu sözlerinden çok uzaktadır: “Adalet barıştan üstündür;
(“Diplomacy”, s. 48) ... ve Amerikalılar kendi ahlaki
inançlarına aykırı uluslararası anlaşmalar yürütemezler.”
(s. 50).
Yaser Arafat’ın kardeşi birkaç gün önce “Amerika’nın
Kosova’nın Arnavut halkına gösterdiği şefkati katledilen
Filistin halkına da göstermesi gerektiği” açıklamasını
yaparken bu Wilsoncu prensibi izliyordu anlaşılan. Ancak
burada da akılda tutmamız gereken şey, jeopolitiğin
aynı oyuncuyu aynı oyunu farklı oynamaya ittiğidir.
Görülüyor ki, uluslararası ilişkilerde jeopolitik hala
ilkelerin, ahlakın ve yasanın üzerindedir. İşte bu nedenledir
ki, İsrail’ce uygulanan devlet terörü haklı, ama kendi
dini ve milli haklarını korumak için kendilerini havaya
uçurmaktan başka çaresi olmayan Filistinli genç kızlar
teröristtir. Bu jeopolitiğin günahıdır.
11 Eylül 2001’de olan korkunç şeyler için kızgınlık belirtmek
ve bunları lanetlemek, ABD ve sevdiklerini ikiz kulelerin
enkazında kaybedenler ile birlikte olduğunu bildirmek
herkesin yapması gereken şeydir. Kimse TV ekranlarından
gördüğü korkunç şeyleri, Amerikalıların ve liderlerinin
durumu aşmak, bunları yapanları cezalandırma, hatta
biraz da öcalma kararlılığını unutamaz.
Ama hükümetlerin, politikacıların, aydınların, kendi
halinde insanların benzer olayların başka kurbanları
için, aynı üzüntüyü taşımadıklarını görmek acıdır, ki
belki Cenin Mülteci Kampı’nda İsrail ordusu Filistinli
sivillere daha adice saldırmış, yüzlercesini evlerinin
yıkıntıları altına gömmüştür.
1
Eylül 2001’den beri İslam’a, İslam ülkelerine ve inananlarına
yönelik daha yüksek şeytanlaştırma, kuşku ve ikiyüzlülük
dalgaları görüyoruz. Bu süre içinde mütemadiyen terörizme
karşı, örneğin Bin Ladin ve el-Kaide’nin temsil ettiği
haliyle, ilan edilen sınırsız savaşın asla İslam’a ve
müslümanlara yönelik olmadığını dinledik. Ancak bazı
göstergeler bize, terörizme karşı yürütülen bu kampanyanın,
şu ya da bu şekilde, İslam’a karşı düşmanca duygular
ve İslam ülkeleri ve toplumları için de tehlikeli durumlar
ürettiğini gösteriyor. Ayrıca güçlülerin askeri ve ekonomik
olarak zayıflara karşı daha kaba tehditlerine şahit
oluyoruz. Uluslararası teröre karşı ilan edilen savaştan
birkaç ay sonra bu savaşta, Afganistan’daki Taliban
rejiminin yıkılışı ve Filistin halkına karşı yeni saldırı
dışında çok az sonuç görüyoruz. Öte yandan Batı Avrupa
ülkelerinde eski tür terörün geri dönüşünü izlemekteyiz.
Ancak tüm bu uluslararası jeopolitik arenadaki en talihsiz
sonuç, İslam ve İslam ülkelerinin uzun bir süre uluslararası
teröre karşı yürütülen mücadelenin hedefi ve Dünya’daki
köktendinciliğin müsebbibi sayılacak olması şeklindeki
komplodur. 11 Eylül 2001 olayları ve onlardan sonra,
özellikle Afganistan’da olanlar İslam ve İslam ülkeleriyle
düşmanlık çıkarmak isteyenlerce geniş çapta kötüye kullanılmıştır.
Geleneksel olarak halkının %70’i İslam dininden olan
benim ülkem Arnavutluk’ta bile 11 Eylül olaylarından
beri kampanyası İslam ile terörü birleştiren gürültücü
ve yoğun bir propaganda kampanyası yürütülmektedir.
Birçok büyük Arnavutça gazete, örneğin İtalyan gazeteci
Oriana Falaci gibi şiddetli İslam düşmanı yazarların
yazılarıyla doludur.
Birçok Arnavut siyasi ve aydın çevresinde İslam’ın geçmiş
ve bugündeki yeri, önemi, dünya uygarlığına ve insanlığın
ilerlemesine katkısı konusunda yanlış algılar vardır.
İslam’ın Arnavut ulusal, dini ve sosyal hayatında geçmiş
ve bugündeki önemi anlaşılmamaktadır.
Ne acıdır ki, son 300 yıldır çoğunluğu müslüman olan
Arnavutluk gibi bir ülkede bile propaganda, İslami teröre
ve “İslam köktendinciliğine” karşı savaş gibi iddialar
için alan açabilmekte, bunun yerine dünyada, özellikle
Balkanlarda, Ortadoğu’da ve komşu bölgelerde geçmişten
beri gelen jeopolitik etkilerle gerçekte neler olduğunun
nesnel ve sağlam bir analizi yapılamamaktadır.
Bundan
da esef vericisi, İslam’ın değerleri, Arnavut halkından
değişik dinlere mensupların ilişkileri, Doğu ve Batı’nın
buluştuğu biryerde Arnavutluk’un konumu ve herkesin
faydası için Doğu ve Batı’nın mutluluk içinde birbirine
karışması gerektiği konusunda insanların zihnindeki
önyargıları değiştirmekteki zorluktur.
11 Eylül 2001’den sonra gelişen olaylar bütün bu sorunlarla
doğru biçimde uğraşmak konusunda ek güçlükler çıkarmıştır.
Fallaci’nin yazıları, Samuel P. Huntington’un ya da
Fukuyama’nın eski ve yeni teorileri, ya da Alexandre
del Valle’in “Islamisme et Etats-Unies un Alliance contre
l’Europe” (İslamcılık ve ABD: Avrupa’ya Karşı İttifak,
Paris 1997), François Heisburg’un “Hyperterrorisme:
La Nouvelle Guerre” (Hiperterörizm: Yeni Savaş, Paris
2001) kitapları ve bunun gibi diğerleri okunduğunda,
artık daha açıkça anlaşılıyor ki, fikir mücadelesi yürütenleri
zor bir savaş beklemektedir.
|