JEOPOLİTİK
Abdi Baleta / Çev: A.Altay Ünaltay
 

DİPLOMASİNİN FAYDASI NE ?

 
İsrail’in Filistin halkına son saldırısını önlemedeki son diplomatik başarısızlık, diplomatik faaliyetin genellikle ve öncelikle  güçle elde edilen “oldu bittilere” göz yummak ve meşrulaştırmak ile savaş ve tecavüz yoluyla gelecek “oldu bittilere” hazırlıkları gizlemekte kullanıldığını teyit ediyor.
Uluslararası ilişkiler sanatı ve bilimi ve jeopolitik hedeflere ve amaçlara erişimin bir aracı olarak, diplomasi hakkında yazılmış sayısız kitap düşünüldüğünde bu soru tuhaf gelebilir. Ama, geçmiş ve bugün jeopolitiğinin en sıcak konusu olan, Ortadoğu sorununun çekirdeği ve bu bölgeyi dünya barış ve istikrarını tehdit eden bir sıcak odak haline getiren, İsrail ile Filistin halkı arasındaki çatışma ile ilgili iki yeni olay üzerine, konunun başında bu “tuhaf” soruyu sormak zorundayım.

Vakıa 1: State Department’ın başı Colin Powell’ın diplomatik arabulucu misyonunun, çatışan tarafları bir ateşkese yaklaştırmak ve siyasi görüşmeleri sürdürmekteki başarısızlığı.

Vakıa 2: Eski bir öndegelen Amerikalı diplomat olan ABD’nin Reagan yönetimi dönemi BM daimi temsilcisi Bayan Jean Kirkpatrick’in, İsrailliler ile Filistinliler arasında diplomatik arabuluculuk için gerekli şartların olmadığı yönündeki açıklaması.

Bayan Jean Kirkpatrick (onun meslektaşlarından biri idim, zira o dönemde ben de Arnavutluk’un BM daimi temsilciliğini yapıyordum) bu açıklamayı biraz da fütursuzca yaptı; çünkü bakan Powell o dönemde zor bir görevle Ortadoğu’ya yeni yola çıkıyordu. 

6 Nisan 2002’de, Arnavut gazetesi Tema’da da yayınlanan bir söyleşide Bayan Kirkpatrick “ABD’nin Ortadoğu’da arabuluculuk görüşmelerine girmesi için zamanın uygun olmadığını” ifade ediyordu. ABD başkanına tavsiyesi diplomatik bir kriz durumuna çekilmesine izin vermemesi idi, ki önceki yönetim eski başkan Bill Clinton’un çabalarına rağmen bunda başarılı olamamıştı. Bayan Kirkpatrick’in görüşünü savunmak için başvurduğu ana teknik tez, uluslararası ilişkilerde bazı durumlarda “bekle ve gör” konumunun daha iyi olduğu, çünkü bu durumda kenarda durmak yerine müdahale edildiğinde işlerin daha kötüye gittiği idi. Bayan Kirkpatrick’in, diplomatik girişimden kaçınmak ve İsrail’in güç kullanarak işini bitirmesine izin vermek yönündeki tavsiyesini desteklemek için başvurduğu ana siyasi tez, “İsrail’in sonuna kadar güç kullanma hakkı olduğu, çünkü İsraillilerin bu dünyada herkesten çok terör kurbanı oldukları” şeklindeki genelgeçer Siyonist iddia idi.

Son olarak Bayan Kirkpatrick, Amerikan diplomasisinin bir süre Ortadoğu’daki dramatik gelişmelerden uzak durmasını öneriyordu, çünkü “buradaki durum gelişim halindeydi ve Filistinliler tutumlarını değiştirene dek beklenmeliydi”. Yine de, bakan Powell Ortadoğu’ya gitti; Ariel Şaron ve Yaser Arafat’la görüştü. ABD’ye eli boş döndü. Amerikan başkanının, misyonun “tam bir başarısızlık” diye nitelenemeyeceği yönündeki açıklaması bu olumsuz sonuçlara olumlu birşey eklemedi. İşte bu nedenle, geçmiş ve bugünün jeopolitiğinin doğurduğu kargaşada  bugün bu “tuhaf soruyu”, yani “diplomasinin ne faydası olduğunu” sormak için daha çok neden var.

Filistin’de bir “Yahudi vatanı”ndan bahseden 1917 tarihli Balfour Deklarasyonu’ndan, özellikle de 1948’de İsrail devletinin kuruluşundan ve BM Güvenlik Konseyi’nin 242 sayılı kararından sonra Filistin sorunu etrafında uzun ve karmaşık bir diplomatik faaliyet amansızca gelişti. Ancak gerçekler açıkça gösteriyor ki, diplomasi, Ortadoğu sorununun doğru çözümüne eğer zarar vermedi ise ya hiç ya da çok az işe yaramıştır.

Ortadoğu ve Filistin sorununun diplomasi tarihi, diplomasinin, barışın yerleşmesi ve birçok şiddetli çatışma durumlarında en kötü şeylerin yaşanmasını önlemedeki başarısızlığını gösteren en talihsiz örnektir. İsrail’in Filistin halkına son saldırısını önlemedeki son diplomatik başarısızlık, diplomatik faaliyetin genellikle ve öncelikle  güçle elde edilen “oldu bittilere” göz yummak ve meşrulaştırmak ile savaş ve tecavüz yoluyla gelecek “oldu bittilere” hazırlıkları gizlemekte kullanıldığını teyit ediyor.

İşgal altındaki Filistin topraklarındaki “gelişim” İsrail savaş makinesinin sınırsız güç kullanımı ile yeni “oldubittilere” yolaçıncaya dek ABD ve dünya diplomasisine verilen “bekle ve gör” şeklindeki kötü tavsiyede Bayan Kirkpatrick’in telaffuz ettiği  niyetleri görmek hüzün verici.

Güçlü Amerikan diplomasisinin bu mantık altında yürütüldüğünü farketmek esef verici. Eski İsrail başbakanı İzak Rabin’in katlinden sonra Ariel Şaron’un başa geçişiyle, ABD’deki tuhaf başkanlık seçimiyle ve tabii ki son olarak 11 Eylül 2001’de New York ve Washington’da olan trajik olaylarla darbe ardına darbe yiyen “Oslo Barış Süreci”nden 9 yıl sonra bu mantığın, diplomatik bir çözüm için çok az kapı araladığını görmek  gerçekten esef verici. Bugün dünya kamuoyuna pratikte gösterilen o ki, Filistin sorunu sözkonusu olduğunda diplomasiye bırakılmış tek görev ne olduğunu kaydetmek ve silahların gücü ile dikte edilenleri yeni görüşmeler ve siyasi anlaşmalarla kabul ettirmektir.

Fransız özdeyişinde özetlendiği gibi diplomasinin temel prensibinin, tıpta olduğu gibi “il vaux mieux prevenir, que guerrir” (hastalığı tedaviden önce oluşmasını önlemek) olduğu, bugün artık her zamankinden de çok boş bir ümit olmuştur. Ne acıdır ki, diplomasi bu ilkenin uluslararası ilişkilere geçirilmesinde herzaman tıptan geri kalmıştır. Soğuk Savaş  denen şeyden sonra göklere çıkarılan önleyici diplomasi, geçmişte Balkanlarda gördüğümüz, bugün de Filistin ve Ortadoğu’da şahit olduğumuz gibi, daha önce de, şimdi de başarılı olamadı.

Bu nedenle de bu belagatli soruyu, “Diplomasinin faydası nedir?”i sormalı ve Kardinal Richlieu’nün “Siyasi Vasiyet”inde söylediği ve Henry Kissinger’ın da aldığı şu sözleri zihnimizde iyi tutmalıyız: “Devlet işlerinde gücü olan genellikle haklıdır, ve güçsüz olan genelin gözünde haksız olmaktan zorlukla kurtulur.” (H. Kissinger, “Diplomacy” 1995, s. 65).  

Ünlü bir devlet adamı ve diplomat ve eski dışişleri bakanı tarafından yazılmış bu kalın kitap “Yeni Dünya Düzeni”ne ayrılmış bir bölümle başlar. Henry Kissinger’ın gözünde “neredeyse bir doğa kanunu gibi ve her yüzyılda bir devlet tüm dünya sistemini kendi değerlerine göre şekillendirecek güç, azim, entellektüel ve moral enerji ile yükselir.” Kissinger, bu rolün 17. y.y’da Fransa tarafından, sonraki 200 yüzyılda Büyük Britanya, 19. y.y.da Metternich Avusturyası ve Bismarck Almanyası’nca oynandığını söyler. Sonra devam eder: “Yirminci yüzyılda, uluslararası ilişkileri hiçbir ülke ABD kadar kesin ve aynı zamanda çelişik biçimde etkilememiştir.” Önemli bir notu da ekler: “Amerikan liderleri kendi değerlerinde o kadar emindirler ki, bunların başkalarına ne derece ihtilalci ve yıkıcı geldiğini çok az farkederler.” (Diplomasi, s. 22)

İlginç, şaşırtıcı ve bir o kadar da huzursuz eden “The World Conspiracy” (Dünya Komplosu) adlı, 1991’de ABD’de yayınlanmış kitabında yazar Nikola M. Nikolov 300 bankerin ve özellikle de Rothschild ailesinin gizli faaliyetlerinin uzun süredir uluslararası olaylarda süregelen yıkıcı etkisinden bahseder. Bu yazara göre, “Dünyayı bir afetten korumanın yolu ABD, Sovyetler Birliği ve Çin’in korunmasıdır. Bunlar dünya dengesini koruyabilecek yegane devletlerdir.” Bugün Sovyetler Birliği artık yok, ama Rusya’nın dünya sahnesinde aynı rolü oynadığı kabul ediliyor.

Son 10 - 15 yıldır siyasal düşünce, “Uygarlıklar Çatışması” teorisinin babası, Samuel P. Huntington’un, “tarihin sonu” tezinin yazarı Francis Fukuyama’nın, Zbigniew Brzezinski’nın, Henry Kissinger’ın ve diğer Batılı bilim adamları ve politikacıların teorilerinden çok etkilendi. Hepsinin gelecekteki uluslararası ilişkilerin oluşumu ile ilgili ince ustalıklı teorileri, şemaları ve modelleri var. Hemen hepsi, herbirinin başlarında güçlü bir ülke ya da az sayıda önemli ülke olan, 6-8 farklı uygarlığa dayanan bir uluslararası düzen  şemasında birleşiyorlar.

Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’da sosyalist sistemin çöküşünden sonra Batı kapitalist ve Doğu komünist dünyaları arasındaki ideolojik bölünme ve siyasi kutuplaşmanın ortadan kalkışıyla Batı’nın öndegelen politikacı ve araştırmacıları Dünya jeopolitiğinde oluşan boşluktan ürktüler ve derhal düşmanlık edecek yeni mihraklar aramaya koyuldular, ki böylece Batı dünyasını seferber halde tutabilsinler ve böylelikle gelecekteki olaylarda dinamik belirleyici rolünü kaybetmesinler. “Uygarlıklar Çatışması” hakkındaki teori bu işe yaradı ve şimdi ortaya sürüldükten bir onyıl sonra bu teori titiz uygulamasını “uluslararası terörizme karşı sınırsız dünya savaşı” denen şeyde buluyor. Ancak burada da gördüğümüz bildiğimiz geleneksel jeopolitik, yoksa bize hep söylendiği gibi globalizasyon çağında rastlanacak yeni türden bir karşılaşma değil. 

1999’da Bosna ve özellikle Kosova’da Batı ve NATO’nun müdahalesi, “uygarlıklar çatışması” tezinin siyasal düşünüşün tozlu raflarına kaldırıldığı ümitvar izlenimini verdi. Ama Dünya Ticaret Merkezi, New York’ta ve Pentagon’da olan trajik hadiseler yeniden bu teoriyi, sadece siyasi tartışmaların değil, büyük güçlerin ve müttefiklerinin de siyasal davranışlarının da ilgi odağı yaptı.

Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon’a yapılan terör saldırılarının genel jeopolitik anlamda ustaca hesaplanmış bir saldırganlık kışkırtmasının sonucu mu olduğu, yoksa uluslararası ilişkilerde siyasi kargaşa ve sarsıntılar yaratmak için bahane bekleyenler tarafından alelacele istismar mı edildiği hala anlaşılamamıştır.

Samuel P. Huntington, ABD, Batılı ülkeler, Rusya ve birçok devletin velvele ile ayağa kalkıp dünya terörizmi ve ilk elde Afganistan’daki Taliban rejimi el-Kaide’yle savaşmak için oluşturulan uluslararası koalisyona katılmaya can attıklarını bildirmelerinden sonra , bu olanların kendi on yıllık “uygarlıklar çatışması” propagandasıyla ilgisi olduğunu reddetmeye çalışmıştır. Hatta Huntington kamuoyunu, insanlığı bir “uygarlıklar savaşına” sürükleyerek İslam Dünyasında ve Dünyanın geri kalanında kendi İslamı’nın hakimiyetini sağlamaya çalışanın Bin Ladin olduğuna inandırmaya çalışmıştır. Böylece siyasal teorilerin genel tablosu tepetaklak edildi. Ancak, özellikle Batı ülkelerinde ve Rusya’da “İslami köktendincilik ve teröre” karşı birleşmek için sürdürülen çılgın propagandadır, ki Huntington’un “uygarlıklar çatışması” adlı eserinde gizli niyetleri açığa çıkarmış, 2. Dünya Savaşı zamanındakine benzer bir uluslararası düşmanlık atmosferi ile yeni bir Dünya Antifaşist Koalisyonu’nu bu kez “uluslararası terörizme” karşı oluşturmuştur.

Şu daha başından belliydi: “Uygarlıklar çatışması” teorisi çerçevesinde bu jeopoliti

ğin savunucuları 2. Dünya Savaşı’nın faşizmi ve Soğuk Savaş döneminin komünizmi yerine aynı denkleme basitçe “İslami terörizmi” yerleştirmeyi düşünüyorlardı. Samuel P. Huntington’un kendisi 11 Eylül 2001 ve sonraki olaylar sırasında bu söylentiyi doğruladı ve “İslami köktendincilik ve terörün, ortak bir düşmana karşı Batı’yı birleştirmek ve içdoku sıkılığını sağlamakta yardımcı olduğunu” kabul etti. NATO Genel Sekreteri Richardson, Rusya’ya bir seyahatinde Volgograd’da Batı ve Rusya için, 2. Dünya Savaşı’nda faşizme karşı olduğu gibi bu kez de uluslararası teröre karşı aynı ruhla işbirliği zamanının tekrar geldiğini söylemiştir.

11 Eylül 2001 trajedisi ile sonradan patlayan tehlikeli olaylar arasında bu eski jeopolitik yolu ile kurulan direkt ilişkiye en çarpıcı örnek işgal altındaki Filistin toprağında İsrail ile Filistin halkı arasındaki durmuş askeri çatışmaların tekrar başlamasıdır.

New York trajedisi gününden beri Dünya bu yeni trajedilerin ve uluslararası  yeni sorunların kabusunu yaşıyor. Örneğin Afganistan’da olanlar tehdit listesindeki diğer ülkelerde de kolaylıkla tekrarlanabilir. 18 Nisan 2002’de tecrübesiz bir pilotun kullandığı küçük bir uçağın Milano’da (İtalya) bir gökdelene çarpışı Eylül 2001’dekine benzer duyguların tekrar uyanmasına neden oldu.

New York trajedisi siyasal, askeri, ekonomik, dini ve insani uluslararası ilişkilerde ve devlet yaklaşımlarında ağır sonuçlar doğurdu. Tüm dünyada kutuplaşmış siyasi ve entellektüel düşünceler ila 11 Eylül’den sonra farklı taraflarca yapılanların niteliği hakkındaki karşılıklı değerlendirmeler ve bunlara olan toplumların psikolojik reaksiyonları arasında derin bir yarık açılmaktadır.

Aslında dünya aynı dünyadır; ama onu algılayış çeşitli çevrelerde çok değişmiştir. Bir anlamda Amerikalı yazar Wiesel’ın Prag’da “Forum 2000” toplantısında, Dünya Ticaret Merkezi’nin ikiz kulelerinin çöküşünden birkaç gün sonra söyledikleri içinde bir gerçeklik payı vardır: “Artık Dünya asla aynı olmayacak.” Ama bu çok katınılan görüşe rağmen, jeopolitiğin aynı olmaya devam ettiği, düşmanlar bulmak, olmazsa yaratmak zorunda olduğu açıktır; oysa 10 - 15 yıl önce Soğuk Savaş’ın bitiminde bunun artık böyle olmayacağı söyleniyordu. Tam aksine 11 Eylül 2001’in trajik olayları eski düşmanlıkları uyandırmak, yenilerini aramak ve bulmak, geniş ya da sınırlı yeni çatışmalar yaratmak ve Dünya hakimiyeti ve hegemonyalar yarışı için istismar edilmiştir.

Çok övülen Yeni Dünya Düzeni “Woodrow Wilson’un Avrupalılara anlattığı ünlü 14 maddesinden” çok uzaktadır. Wilson “artık dünya düzeninin güçler dengesine değil milli kendi kaderini tayin hakkına dayanacağını, güvenliğin askeri ittifaklarca değil ortak sağlanacağını ve artık diplomasinin gizlice uzmanlar tarafından yapılmayıp, açık anlaşmalarla olacağını” söylemişti (H. Kissinger, “Diplomacy”, s. 19). Bugünlerde Filistin halkına karşı işlenen yeni suçlar ve bu suçları durdurmaktaki diplomasinin yeni başarısızlıkları bize anlatıyor ki, dünya Wilson’un şu sözlerinden çok uzaktadır: “Adalet barıştan üstündür; (“Diplomacy”, s. 48) ... ve Amerikalılar kendi ahlaki inançlarına aykırı uluslararası anlaşmalar yürütemezler.” (s. 50).

Yaser Arafat’ın kardeşi birkaç gün önce “Amerika’nın Kosova’nın Arnavut halkına gösterdiği şefkati katledilen Filistin halkına da göstermesi gerektiği” açıklamasını yaparken bu Wilsoncu prensibi izliyordu anlaşılan. Ancak burada da akılda tutmamız gereken şey, jeopolitiğin aynı oyuncuyu aynı oyunu farklı oynamaya ittiğidir. Görülüyor ki, uluslararası ilişkilerde jeopolitik hala ilkelerin, ahlakın ve yasanın üzerindedir. İşte bu nedenledir ki, İsrail’ce uygulanan devlet terörü haklı, ama kendi dini ve milli haklarını korumak için kendilerini havaya uçurmaktan başka çaresi olmayan Filistinli genç kızlar teröristtir. Bu jeopolitiğin günahıdır.

11 Eylül 2001’de olan korkunç şeyler için kızgınlık belirtmek ve bunları lanetlemek, ABD ve sevdiklerini ikiz kulelerin enkazında kaybedenler ile birlikte olduğunu bildirmek herkesin yapması gereken şeydir. Kimse TV ekranlarından gördüğü korkunç şeyleri, Amerikalıların ve liderlerinin durumu aşmak, bunları yapanları cezalandırma, hatta biraz da öcalma kararlılığını unutamaz.

Ama hükümetlerin, politikacıların, aydınların, kendi halinde insanların benzer olayların başka kurbanları için, aynı üzüntüyü taşımadıklarını görmek acıdır, ki belki Cenin Mülteci Kampı’nda İsrail ordusu Filistinli sivillere daha adice saldırmış, yüzlercesini evlerinin yıkıntıları altına gömmüştür.

1 Eylül 2001’den beri İslam’a, İslam ülkelerine ve inananlarına yönelik daha yüksek şeytanlaştırma, kuşku ve ikiyüzlülük dalgaları görüyoruz.  Bu süre içinde mütemadiyen terörizme karşı, örneğin Bin Ladin ve el-Kaide’nin temsil ettiği haliyle, ilan edilen sınırsız savaşın asla İslam’a ve müslümanlara yönelik olmadığını dinledik. Ancak bazı göstergeler bize, terörizme karşı yürütülen bu kampanyanın, şu ya da bu şekilde, İslam’a karşı düşmanca duygular ve İslam ülkeleri ve toplumları için de tehlikeli durumlar ürettiğini gösteriyor. Ayrıca güçlülerin askeri ve ekonomik olarak zayıflara karşı daha kaba tehditlerine şahit oluyoruz. Uluslararası teröre karşı ilan edilen savaştan birkaç ay sonra bu savaşta, Afganistan’daki Taliban rejiminin yıkılışı ve Filistin halkına karşı yeni saldırı dışında çok az sonuç görüyoruz. Öte yandan Batı Avrupa ülkelerinde eski tür terörün geri dönüşünü izlemekteyiz.

Ancak tüm bu uluslararası jeopolitik arenadaki en talihsiz sonuç, İslam ve İslam ülkelerinin uzun bir süre uluslararası teröre karşı yürütülen mücadelenin hedefi ve Dünya’daki köktendinciliğin müsebbibi sayılacak olması şeklindeki komplodur. 11 Eylül 2001 olayları ve onlardan sonra, özellikle Afganistan’da olanlar İslam ve İslam ülkeleriyle düşmanlık çıkarmak isteyenlerce geniş çapta kötüye kullanılmıştır.

Geleneksel olarak halkının %70’i İslam dininden olan benim ülkem Arnavutluk’ta bile 11 Eylül olaylarından beri kampanyası İslam ile terörü birleştiren gürültücü ve yoğun bir propaganda kampanyası yürütülmektedir. Birçok büyük Arnavutça gazete, örneğin İtalyan gazeteci Oriana Falaci gibi şiddetli İslam düşmanı yazarların yazılarıyla doludur.

Birçok Arnavut siyasi ve aydın çevresinde İslam’ın geçmiş ve bugündeki yeri, önemi, dünya uygarlığına ve insanlığın ilerlemesine katkısı konusunda yanlış algılar vardır. İslam’ın Arnavut ulusal, dini ve sosyal hayatında geçmiş ve bugündeki önemi anlaşılmamaktadır.

Ne acıdır ki, son 300 yıldır çoğunluğu müslüman olan Arnavutluk gibi bir ülkede bile propaganda, İslami teröre ve “İslam köktendinciliğine” karşı savaş gibi iddialar için alan açabilmekte, bunun yerine dünyada, özellikle Balkanlarda, Ortadoğu’da ve komşu bölgelerde geçmişten beri gelen jeopolitik etkilerle gerçekte neler olduğunun nesnel ve sağlam bir analizi yapılamamaktadır.

Bundan da esef vericisi, İslam’ın değerleri, Arnavut halkından değişik dinlere mensupların ilişkileri, Doğu ve Batı’nın buluştuğu biryerde Arnavutluk’un konumu ve herkesin faydası için Doğu ve Batı’nın mutluluk içinde birbirine karışması  gerektiği konusunda insanların zihnindeki önyargıları değiştirmekteki zorluktur.

11 Eylül 2001’den sonra gelişen olaylar bütün bu sorunlarla doğru biçimde uğraşmak konusunda ek güçlükler çıkarmıştır. Fallaci’nin yazıları, Samuel P. Huntington’un ya da Fukuyama’nın eski ve yeni teorileri, ya da Alexandre del Valle’in “Islamisme et Etats-Unies un Alliance contre l’Europe” (İslamcılık ve ABD: Avrupa’ya Karşı İttifak, Paris 1997), François Heisburg’un “Hyperterrorisme: La Nouvelle Guerre” (Hiperterörizm: Yeni Savaş, Paris 2001) kitapları ve bunun gibi diğerleri okunduğunda, artık daha açıkça anlaşılıyor ki, fikir mücadelesi yürütenleri zor bir savaş beklemektedir.

yazikonusu-jeopolitik
BU YAZIYA GÖRÜŞ BİLDİR


   


Yarın imzalı yazılar dergiyi diğer yazılar yazarlarını bağlar.
Kaynak gösterilmeden alıntı yapılamaz. Dergimiz basın ahlak ilkelerine uymayı taahüt eder. Yarın 2002 ©