|
Tarihindeki
en büyük terör eylemi karşısında ‘masumiyetini
yitirmiş’ bir milletin kültürel yapısı,
stratejik konumu ve nihayet medeniyet
vizyonu alanlarında yeni tercihlere
yöneldiğini görüyoruz. Amerikan toplumununkutsal
kabul ettiği değerleri askıya alarak
verdiği butepkiler, Amerikan gerçeğinin
kırılgan yapısını ortaya koyuyor.
|
|
|
11
Eylül saldırılarının üzerinden yaklaşık 8 ay geçti.
İlk günlerin heyecan ve kaosunun ardından tebellür eden
tablo, Amerika’nın bundan sonra yöneleceği stratejik,
jeo-kültürel ve medeniyetsel istikamet hakkında önemli
ipuçları içeriyor. Amerika’nın askeri, ekonomik ve diplomatik
kaynaklarını mobilize ederek vücuda getirdiği 11 Eylül
sonrası dünyada, saldırının baş mümessili olarak görülen
İslam dünyasının önemli bir imtihan sürecinden geçeceği
hem batılı hem de Müslüman düşünürler tarafından defaetle
dile getirildi. Vahhabilik ve Selefilik gibi din anlayışından
azınlıkların statüsüne modernleşmeye kadar pek çok alanda,
İslam dünyasının yeni bir teffekkür ve iç-muhasebe dönemine
girdiği ve bu süreç içerisinde İslam-batı ilişkilerinin
farklı bir mecraya yöneleceği ifade edildi. Bu tespitlerde
doğruluk payı olmakla beraber, Amerika’nın kendisinin
de 11 Eylül sonrası dünyada ciddi bir sınavdan geçtiğini
göz ardı edemeyiz. Amerikan yönetiminin ve toplumunun
11 Eylül olaylarına verdiği tepki ve refleksler, Amerikan
gerçeğinin psikolojik, stratejik ve kültürel dokusuna
ve bundan sonra alması muhtemel şekillere önemli bir
ışık tutuyor. Bu yeni durum, sadece Amerikan dış politikasını
ve uluslararası camiadaki konumunu değil, bizzat Amerika’nın
kendi iç gerçeklerini ve modern çağın Roma’sı yahut
Osmanlı’sı olma iddiasını da dönüştürme potansiyeline
sahip.
Amerika’da 11 Eylül’e verilen ilk tepki doğal olarak
öfke ve intikam hisleri idi. Bir aydan az bir süre içerisinde
yüzlerce nefret suçu (tehdit telefonları, küfretmeler,
hakaretler), Vandalism olayları (İslami ve Ortadoğu
görünümlü yerlere, camilere, binalara saldırılar), fiziki
saldırılar, dövmeler ve nihayet 7 cinayet, resmi makamlar
tarafından teyid edildi. Bush yönetiminin Haçlı Seferleri’ni
model alan ‘fetihçi’ söylemi, medya kuruluşları tarafından
ülkenin dört bir tarafına taşındı. Suçluların Müslüman
Araplar olduğu kabul edilerek, İslam-batı çatışması,
medeniyetler çatışması, modern/medeni dünya ile köktendincilik
arasındaki savaş, bizden olanlar/bize karşı olanlar
gibi militarist ve radikal söylemler üzerine kurulu
yeni politika arayışlarına girildi. Amerika’nın beyaz
ve Protestan ("wasp") kimliğinin, plüralizm
ve demografik çeşitlilik adına tehlikeye atıldığını
söyleyen muhafazakar sağ kanat (ve onun Pat Robertson
ve Patrick Buchanan gibi sözcüleri), ‘Amerika’nın ruhu’nu
kesif ve ihya etmek için –Başkan Bush’un Protestan ve
‘Güneyli’ kimliğini de hesaba katarak-- bir dizi tedbirler
önerdiler. Başsavcı John Ashcroft’in önderliğinde, ‘Ortadoğu
kökenli’ ve 20-50 yaşları arasındaki yaklaşık 5000 kişi,
sorgulandı; bunların 1200 kadarı tutuklandı; 300 kadarı
da hala tutuklu olarak bulunuyor. 11 Eylül öncesinde
ırkçılık ile eşdeğerli görülen etnik kimliğe dayalı
fişleme uygulaması (racial profiling), ülke güvenliği
gerekçe gösterilerek yeniden başlatıldı. Yeni göçmen
kanunları çıkartılarak, Amerika’ya yabancıların giriş
çıkışları, öğrencilerin okuması, çalışanların kontrolü,
sonradan vatandaş olanların geçmiş dosyaları yeni yönetmeliklere
bağlandı.
ABD KENDİNİ YENİDEN TANIMLIYOR
Bu tabloya baktığımızda, tarihindeki en büyük terör eylemi
karşısında ‘masumiyetini yitirmiş’ bir milletin kültürel
yapısı, stratejik konumu ve nihayet medeniyet vizyonu
alanlarında yeni tercihlere yöneldiğini görüyoruz. Amerikan
toplumunun kutsal kabul ettiği değerleri askıya alarak
verdiği bu tepkiler, Amerikan gerçeğinin kırılgan yapısını
ortaya koyuyor. Dahası bu dönemde ortaya çıkan psikolojik
travma hali ve bunun yol açtığı militarist söylemler,
Amerika’nın yeni küresel düzenin yegane motor gücü olduğu
fikrini de oldukça zayıflatmış durumda. Zira küresel
bir düzenin öncülüğünü yapan bir ülkenin ve iktidar
mekanizmasının gücü, refah ve istikrar dönemlerinde
değil, kriz anlarında verdiği tepkilerle ölçülebilir.
Amerika’nın, demokrasi ve özgürlükler alanındaki temel
normlarını paranteze alarak çatışma ve kutuplaşmaya
dayalı yeni bir istikamet arayışına girmesi, daha derinlerdeki
bir krizin tezahürüdür. Kültür ve medeniyet vizyonunu,
yalnız stratejik önceliklerine yahut zorunluluklara
göre şekillendiren bir toplumun –hele Amerika’nın –
başarılı olma şansı oldukça az. Zira bir göçmenler ülkesi
olarak kurulan Amerika, çok kültürlü ve çok uluslu yapısını
muhafaza etmek zorunda. Ve bunu sadece sosyo-kültürel
dokusunu korumak için değil, küresel düzendeki kapital
ve değer akışını kontrol edebilmek için de yapmak zorunda.
80’li yıllardan bu yana gündemde bulunan Amerikan modelinin
yeniden tanımlanması çabasına burada kısaca işaret etmekte
fayda var. Amerika’nın kültürel ve siyasi entegrasyon
projesi, 80’li yıllara kadar ‘erime potası’ (melting
pot) olarak kurgulanmakta idi. Farklı din ve kültür
coğrafyalarından gelen toplulukların, süreç içerisinde
Amerikan sistemine eklemleneceği ve böylece doğal bir
Amerikan üst kimliğinin ortaya çıkacağı varsayılıyordu.
Bu yaklaşım bugün büyük ölçüde terkedilmiş durumda.
Zira Hıristiyan (Protestan, Katolik ve Ortodoks), Yahudi,
Müslüman, Hindu, Sih, Budist topluluklar, Amerikan modelinde
kendi kimliklerini muhafaza ederek ve asimile olmadan
yer almak istiyorlar. Bir başka ifadeyle asimile olmadan
entegre olma çabası, Amerika’nın etnik ve kültürel yapısına
hakim durumda ve ‘Amerikan rüyası’ denen model de gücünü
buradan alıyor. Bu durumu New York, Washington, Chicago,
Michigan, Los Angeles, San Fransisco gibi büyük metropollerde
net olarak görüyoruz. Bu yüzden erime potası modelinin
yerini bugün ‘salata masası’ (salad bar) almış durumda.
Yani farklı din ve etnik yapıya mensup grupları ‘eritip’
yeni bir suni kimlik üretmek yerine, herkesin kendisi
olarak durduğu fakat bir arada yasama idealine inanmış
bir yapının inşa edilmesi, artık daha rasyonel bir model
olarak görülüyor. Bu yaklaşım biçimi içerisinde gettolaşma
tehlikesini barındırmakla beraber, kültürel ve medeniyetsel
bilincin tayin edici gücünü göstermesi açısından kayda
değer bir bakış açısı. Bu noktada Amerika’nın küresel
terörizmle mücadele adına, Amerikan mozayiğinin önemli
bir kısmını oluşturan Müslüman toplukları sistem dışına
itmesi, Amerikan modeline vurulmuş büyük bir darbedir.
Zira böylesi bir politika ve vizyon değişikliği, sadece
Müslüman topluklarla sınırlı kalmayacak, diğer etnik
ve dini grupların/azınlıkların kültürel ve coğrafi manada
bir güvensizlik ortamına itilmesine yol açacaktır.
Amerika’nın kendi iç kültürel dinamiklerini yeniden tanımlamaya
yönelik girişimleri, muhafazakar çevrelerde ‘Beyaz Amerika’ya
bir dönüş olarak tasavvur ediliyor. 11 Eylül’den çok
önce, Amerika’nın beyaz kimliğinin Latin Amerika kökenli
Hispanik ve zenciler nedeniyle gittikçe silikleştiği
zaten dile getiriliyordu. Şu andaki nüfus hareketi esas
alındığında, 2050 yılında Amerika’da Hispaniklerin birinci,
beyazların ise ikinci etnik grup olacağı tahmin ediliyor.
‘11 Eylül’ün akabinde İsrail’e destek vermek için gündeme
gelen Protestan-Yahudi ittifakı, bu ‘Beyaz Amerika’
özleminin ilginç bir tezahürü. Protestan Amerikalılar
arasında hızla yayılan "dispensationalism"
inancına göre, Hz. İsa’nın yeryüzüne ikinci gelişi ancak
Filistin toprakları üzerinde bağımsız bir İsrail Devleti’nin
kurulmasından sonra mümkün olacak. Kökleri 19. yüzyıla
giden bu teolojik yoruma göre, Yahudi Devleti’nin –yani
İsrail’in—yaptığı her şey, İsa’nın gelişini hazırlayan
ilahi planın bir parçası olarak görülüyor ve bu yüzden
‘İsrail hata yapmaz’ görüşü, siyasi ve medyatik mülahazaların
ötesinde, dini bir temele dayanıyor. Bu gelişmenin en
ilginç tarafı, hem Pat Robertson gibi isimlerin öncülüğünü
yaptığı Protestan grupların, hem de Amerikalı Yahudi
cemaatinin tasavvur ettiği ideal Amerika’nın baskın
renginin beyaz olması. Buna mukabil, Protestan-Yahudi
ittifakının dışarıda bıraktığı çoğunluk, Amerika’nın
çok uluslu ve dinli yapısını temsil ediyor: Katolikler
(Amerikalılar, İtalyanlar, Hispanikler, Zenciler), Ortodoks
Hıristiyanlar, Müslümanlar (Arap ve Hint-alt kıtası
ağırlıklı olmak üzere bütün İslam ülkelerinden gelen
insanlar), Asyalılar ve geriye kalan nüfus birimleri.
Bu iki grubun, aynı zamanda Amerika’nın yapacağı sosyo-kültürel
tercihleri temsil ettiğini görmek zor değil. Amerika’nın
vermekte olduğu sınavın ilk aşamasının bu olduğunu söyleyebiliriz.
Amerika yönetiminin 11 Eylül sonrasında diplomatik performansına
baktığımızda, benzer bir küçülme ve gerileme sürecinin
yaşandığını görüyoruz. 11 Eylül’den sonra Amerika öncülüğünde
başlatılan terörizmle mücadele kampanyası global bir
niteliğe sahipti. Psikolojik ve moral destek bağlamında,
bütün dünya haklı olarak Amerika’nın arkasında yer aldı
ve Almaya devam ediyor. Fakat Afganistan’da başlayan
operasyonun fiili tahakkukunu ve devamını içeren stratejik
düzeye gelindiğinde, Amerika’nın yanında sadece İngiltere’nin
bulunduğunu görüyoruz. Körfez Savaşı sırasında kurulan
uluslararası ittifak, 20. yüzyılın en başarılı küresel
koalisyonu idi. Bugün ise, Amerika’nın çok daha ‘haklı’
ve kararlı bir şekilde giriştiği mücadeleye, Avrupa’nın
dahi ancak bir kaç ülkesi askeri, ekonomik ve stratejik
destek veriyor. İngiltere’nin Afganistan’dan çekilmesinin
ardından, o bölgedeki tanzim ve koruma görevi, Türkiye
ve Özbekistan gibi ‘ikinci lig ülkeleri’ne devredildi.
Dahası jeo-kültürel açıdan, Amerika’ya verilen destek
gittikçe azalıyor. Bir başka ifadeyle Amerika’nın modern
dünyanın Roma’sı olma iddiasının ahlaki ve entelektüel
temelleri çok ciddi bir şekilde sorgulanıyor. Amerikan
diplomasisinin ikna gücü, artık tehdit ve meydan okumalara
indirgenmiş durumda.
Filistin meselesinde Bush yönetiminin takındığı tavır,
bu sürecin önemli bir halkasını oluşturuyor. Amerika’nın
İsrail’e verdiği kayıtsız şartsız destek, bugün hem
Amerika’yı hem de İsrail’i uluslararası platformlarda
ciddi bir yalnızlığa ve izolasyona sürüklemiş durumda.
Avrupa Birliği’nin ve Rusya’nın bu durumdan duyduğu
rahatsızlığı, Colin Powel’a Madrid’de açıkça iletmiş
olması, basit bir diplomatik formalitenin ötesinde anlamlara
sahip. Asıl önemlisi, Arap rejimleri ve diğer İslam
ülkeleri, ilk defa Amerika’nın ‘dürüst arabulucu’ olma
vasfını yitirdiğini dile getirdiler. Suud Veliahdı Prens
Abdullah’ın Filistin konusunda ilk defa bölgesel Arap
inisiyatifini kullanarak yeni bir barış planı sunması,
Amerikan-Arap ilişkileri tarihinde önemli bir yeniliğe
işaret ediyor. Bu açıdan bakıldığında Amerika’nın büyüsünün
bu kadar kısa sürede ve çıplak bir şekilde bozulması,
yabana atılır bir gelişme değil. Sadece İslam dünyasına
değil, Avrupa, Hindistan, Çin, Rusya ve Latin Amerika’ya
karsı da izolasyonist ve tek-yanlı politikalar izleyen
Amerika, küresel düzenin doğal hamisi ve sözcüsü olma
vasfını hızla yitiriyor. Bunun orta ve uzun vadede Amerika’yı
ciddi bir meşruiyet krizine sürükleyeceğini görmek zor
değil.
PAX AMERICANA
VE TARİHİN SONU YA DA SONUN BAŞLANGICI
Amerika’nın verdiği büyük sınavın, güvenlik gerekçeleriyle
tanzim edilen çatışmacı, polarize olmuş ve ‘fetihçi’
bir strateji ile özgürlükleri ve küresel adaleti referans
kabul eden moral-kültürel bir vizyon arasında cereyan
ettiğini söyleyebiliriz. Çoğulcu ve özgürlükçü yapısı
ile Avrupa ülkelerine dahi bir örnek teşkil eden Amerikan
sistemi, modern tarihinin en önemli tercihi ile karşı
karşıya bulunuyor. Önümüzdeki orta dönemde Amerika’ya
çoğulcu ve demokratik yapısını garanti edecek tedbirler
alacak ya da yerel ve bölgesel güvenlik adına özgürlükleri
kısıtlayıcı, korumacı ve çatışmacı
bir
stratejiye yönelecek. Her iki alternatifin de önemli
neticeleri var. Lakin bu iki tercihi fiilen telif etmek
mümkün değil zira Amerika’nın kendi içindeki demokratik
yapısı ile küresel düzlemdeki hegemonik yapısı arasında
devam eden çatışma, Bush yönetimiyle beraber daha da
kronik hale geldi.
Bush yönetiminin ve onun destekçilerinin ‘Amerikan istisnacılığı’
(exceptionalism) üzerine bina etmeye çalıştığı polarize
ve çatışmacı stratejinin, global eğilimlere ters düştüğü
ortada. Üstelik Amerika’nın küresel sorunların çözümü
için çatışmacı ve hatta askeri bir söyleme yönelmesi
dipte yaşanan stratejik ve kültürel krizin önemli bir
göstergesi. Amerikan toplumu – önemli istisnaları olmakla
beraber –11 Eylül hadisesiyle hesaplaşacak psikolojik,
stratejik ve felsefi donanıma sahip olmadığından, geride
bıraktığımız 7 aylık süre içinde "11 Eylül neden
oldu?" sorusundan ısrarla kaçındı. Bunun yerine
"11 Eylül’ü kimler yaptı?" sorusunun ve "Tabi
ki bizim yaşam tarzımızdan ve medeniyetimizden nefret
eden teröristler" cevabının getirdiği rahatlık
ve güven ortamında, yeni bir Amerikan ben-tasavvuru
icad ve inşa edildi. Buna göre yeni bir medeniyetler
ve coğrafyalar çatışması dönemine giren dünyada Amerika,
modern ve medeni dünyanın öncülüğünü yapacak. Buna mukabil,
dünyanın geri kalan ülkeleri ve kültürleri Amerika’nın
yanında yahut karşısında olmak gibi bir tercihte bulunacaklar.
Bunun Huntington’in medeniyetler çatışması kavramı ile
Fukuyama’nın tarihin sonu tezi arasında yapılmış ilginç
bir sentez olduğunu söylemek mümkün: Yeni bir çatışma
dönemine girdik fakat bu çatışmanın stratejik ve kültürel
verilerini, tarihin sonunu temsil eden Amerika ve onun
müttefikleri tayin edecek.
Bu yaklaşımın hegemonik güç dengelerinin sonuna kadar
zorlanması anlamına geldiğini görmek zor değil. Bugün
Amerikan ve İsrail istisnacılığı, sadece gelişmekte
olan ülkelerde değil, Avrupa’da da ciddi bir tepkiye
yol açmış durumda. Avrupa Birliği’nin fiilen hayata
geçirilmesi, mevcut hegemonik yapıya yeni bir boyut
kazandıracak. Dahası, Rusya, Çin ve güneydoğu Asya ülkelerinin
oluşturacağı yeni stratejik ve jeo-kültürel çekim merkezleri
ve eksenler, Amerikan tezinin inandırıcılığını tamamen
ortadan kaldıracak. Amerika’nın bu kriz döneminde fetihçi
ve militan bir söyleme sığınması, Roma’nın ve Osmanlı’nın
yıkılış dönemindeki tablolarını andırıyor: stratejik
ve kültürel iddiasını yitiren Amerika, tarihin sonu
ve medeniyetler çatışması tezlerine sığınarak kendine
bir varlık alanı oluşturmaya çalışıyor.
Sadece askeri değil jeo-kültürel ve felsefi alanlarda
da bir ‘düzen’in temelini oluşturan Pax Romana ve Pax
Ottomana’nın hayatiyetini yitirişi gibi Pax Americana
da her gün kan kaybediyor. Bunun orta ve uzun vadede
Amerika’nın stratejik ve kültürel gücünü hızla azaltacağını
görmek için kahin olmaya gerek yok.
yazikonusu-jeopolitik
|