|
Balkanlar
ve Ortadoğu ekseninde inisiyatif almamak
Türkiye’nin dış politika sorunlarını
artırmıştır. Öte yandan Türkiye, iç
sorunlarını da çözebilmiş değildir. |
|
|
Falih
Rıfkı Atay “Zeytindağı” kitabının girişinde şöyle
der: “ Berlin Konferansı sırasında, Osmanlı’nın Niş’i
de bırakması talep edildiğinde , Osmanlı Murahhası olan
Paşa sinirlenerek , ‘eğer Niş´i de istiyorsanız ,ne
hacet İstanbul’u da size verelim , bu mesele olsun
bitsin’ , der. Bizim baba ve dedelerimiz için Niş İstanbul
kadar yakındı, Niş’in kaybedilmesiyle Osmanlılığın,
Türklüğün biteceği zannediliyordu. Halbuki, bizim çocuklarımızın
Avrupası , Marmara ve Meriç’te bitiyor.”
Falih
Rıfkı, bu anlatımında Niş’in ve Balkanların kaybedilmesinin
herhangi bir so(ru)na neden olmadığını, bir facia olarak
nitelendirilemeyeceğini söylemeye çalışmaktadır. Daha
doğrusu, “ Meriç’in ötesi cehennem, bizi alakadar etmez,
oralara gitmek sadece 500 yıllık boş bir maceraydı “
söylemini dile getirmekte , teorik çerçevesini belirlemektedir.
1402
Ankara Savaşı ve sonrasında gelişen olaylar ,Safevi
Devletinin yükselişi , Balkanları Osmanlı’nın merkez
hinterlandı haline getirmiş , bu coğrafyayı Osmanlı
ülkesinin beyni konumuna sokmuştur. Osmanlı’nın
merkez hinterlandı Bursa’dan Tuna’ya ve buradan Adriyatik’e
uzanan bir bölge olduğu gibi , sadrazam dahil saray
bürokrasisinin belkemiğini oluşturmuştur. Osmanlı Devleti
, Balkanlar ve Avrupa topraklarında ilerleyip güçlü
olduğu dönemlerde, yükselme dönemlerini yaşamış; duraklayıp
gücünü kaybettiği dönemlerde ise gerilemeye, dağılmaya
yüz tutmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’nun yükselme, duraklama,
gerileme ve dağılma dönemlerinin temel belirleyeni,
çeşitli dönemlerde Balkan/Rumeli coğrafyasındaki konumu
olmuştur. Balkan coğrafyasındaki yenilgilerle ve bu
coğrafyanın ( Rumeli ) kaybıyla Osmanlı Devleti
beyninden vurulmuştur. İmparatorluk çökmüş, 1878’de
Karadağ ve Niş’in kaybıyla Selanik korumasız kalmış,
1912’de Selanik’in kaybıyla İstanbul’un kapısı açılmış,
1920’de İstanbul işgale uğramıştır. Bu bakımdan Balkanlar,
bugün de Anadolu ve Mezopotamya’nın güvenlik kapısıdır.
İstanbul’dan, Diyarbakır, Erbil ve Süleymaniye’ye kadar
bölgenin güvenliği Balkanlardan geçmektedir. Anadolu,
kaybedilen topraklardan gelen muhacirlerin son sığınağıdır.
Geri çekilebilen en son sınırdır. Balkanların kaybedilmesi
, Osmanlı’dan kalan son topraklar olarak önemini artırmış,
ancak yüzyılların ihmali Anadolu’nun yeniden canlanışını
önlemiştir. Rumeli’den ve Ortadoğu’dan kopuk bir Anadolu’nun
tek başına canlılık gösteremeyeceği ise bir vakıadır.
Batı
Avrupa’nın yükselişi karşısında zamanla zayıflayıp,
çöken, 19’uncu yüzyıl boyunca Balkanlardaki ana hinterlandını
oluşturan topraklarını kaybeden devlet kendisini yenilgiye
uğratan ve daha önce “Frenkler, Frengistan “ olarak
nitelendirdiği Batı Avrupa’ya benzeme ve teslimiyet
sürecine girmiştir. Önce mimari ve askeri yapılanmada
başlayan bu süreç Tanzimat ile birlikte resmi hüviyet
kazanmış ve hızlanmıştır, Avrupa’ya uzanan mızrağın
ucu kırılıp körelmiş ve mızrak tersine dönmüş doğuya
yönelmiştir. Rumeli topraklarının kaybedilmesi ile batılılaşma
süreci eş zamanlı gelişme göstermiştir. 1924’de ‘müslim’
ahaliye karşılık, Anadolu’daki Rum Ortodoks kilisesine
bağlı Hıristiyan ahalinin yer değiştirmesi Rumeli’den
çekilmenin resmileştirilmesidir.
Öte yandan erken modernleşen Rumeli ahalisi içinden çıkan
kadroların yeni devletin oluşumu ve yönetimindeki ağırlığı
değişmemiştir. Rumeli kökenli temsilciler batılılaşmanın
bayrağını taşımıştır. Bu sebeple Osmanlı yenileşmesinin
öncüleri arasında Balkanlıların çokça bulunması doğal
sayılmalıdır. Fakat Rumelili devlet elitinin cumhuriyetteki
ikinci kuşağı baba ocağına gözlerini kapamış, dahası
bu kuşak yenilgiyi “ideolojize” etmiştir. Elde kalanı
kaybetme endişesinin Türkiye’yi içe kapanmaya yönelttiği
söylenebilir. Bu ric’at politikası, Falih Rıfkı’nın
yanısıra pek çok kişi tarafından da dile getirilmiştir.
Makedonya’yı tek kurşun atmadan Yunanlılar’a teslim
eden Tahsin Uzer’in “ Makedonya Eşkiyalık Tarihi Ve
Son Osmanlı “ yönetimi adlı eseri ile Erkân-ı Harbiye
Binbaşısı Vecîhî Bey’in Filistin Ric’ati adlı kitabı
da aynı politika ve zihniyetin ürünüdür. Nitekim Vecîhî
Bey’in Önsözü şu şekildedir:
“
Bir Söz: Filistin Ric’ati, Harb-i Umumî de İştirâk eylediğim safahat-ı
vekâyiin bir fasl-ı elîmidir. Cereyân-ı vekâyii gördüğüm
gibi seri’ bir nazarla hülâsa ettim. Fakat hakikatten
asla inhiraf etmeyerek kaleme aldım.
Arabistana ilk girişimizle asırların farkı da nazar-ı
dikkate alınarak bu son çıkışımız mukayese edilirse
idâri ve ictimâî irtikâp ettiğimiz hataların mecmu’u
hakkında tam bir fikir edinmiş, o mukaddes ülkeden bizi
düşmanın değil dostların çıkarmış olduğunu anlamış oluruz.
İhtişâm-ı mâzî, gururu okşayabilmek için ona hakkıyla
tevârüs etmeli, mâzîden istikbâle intikal eden hazain-i
mevrûse meyanından, mal ve meta’ ziya’a uğrayabilir,
hiç fenâa bulmayanı servet-i fikriyedir. Onu zâyi etmemek,
tasarruf hakkını kazanmak yine öbüründen istifâde edebilmekle
olur.
Biz Türkler, bundan sonra yaşamak istiyorsak, çok uzaklara
gitmeğe lüzum yok, yakın bir mâzînin ibretlerinden ders
almak kâfidir. Önümüzde apaydınlık duran şehrâh-ı selâmete
dahil olabilmek için en evvel bütün bütün ağırlığıyla
omuzlarımıza çökerek bizi yerimizden oynatmayan hamûle-i
mirâs-ı mâzîyi atmalı, ne olduğumuzu ne yapacağımızı,
bilmeli görmeliyiz. İ’tikadımca, şekl-i hâzırîmizle
amelden,fikre kadar harekât-ı ictimaiyyemizin her nev’ine
izâfe ettiğimiz vasf-ı milli doğru değildir, sahtedir;
olsa olsa bununla kendimizi iğfâl etmiş oluruz.
Millî
Avrupa’ya benzemek istiyorsak evvela Millî bir Türkiye
olalım ve lütfen teşbihim su-i telakkiye uğramasın:
Fikrimce bir lahza kendimizi devr-i evvelimizde farz
ederek Osman Gâzî mekteb-i ibtidâîsinden bir şehadetnâme
alırsak, ben şüphe etmiyorum,çok geçmez, seri’ bir yürüyüşle
asr-ı hâzır-ı medeniyetin kıymetli ve pek güzîde bir
uzvu oluruz. “ ( Filistin Ric’ati, Erkân-ı Harbiye Binbaşısı
Vecîhî, Dersaadet, Matbaa-i Askeriye, 1337 )
Yenilgilerle
dolu yakın tarihi siyasi bir meşruiyet aracı gibi kullanan
siyasal elitler çekinik ve özür dileyici” bir hariciye
politikasını kurumsallaştırmıştır. Türkiye’nin Misak-ı
Milli hudutları dışındaki bölgelere yönelik kayıtsızlık
politikasının faturası çok ağır olmuştur. Türkiye,
etrafındaki güvenlik çemberine hala kayıtsız kalmaktadır.
Özellikle Dışişlerindeki statükocu yaklaşım durumu
vahim hale getirmektedir. “Balkanlarda başımıza bela
almayalım, uluslararası kamuoyunu ürkütmeyelim.” sözleri
sık sık dile getirilmektedir. “Ha Bosna, ha Yeni Zelanda
“ mantığı sergilenmektedir. Bu satükocu politikanın,
Türkiye’ye ve Balkan Müslümanlarına faturası elbette
ağır olmaktadır.
Balkanlar
ve Ortadoğu ekseninde inisiyatif almamak Türkiye’nin
dış politika sorunlarını artırmıştır. Öte yandan Türkiye,
iç sorunlarını da çözebilmiş değildir. İç sorunlar bağlamında
bakıldığında bazı önemli sorunlar çevresiyle ilişkilerinden
bağımsız kalmamaktadır. Örneğin kimine göre Güneydoğu,
kimine göre Kürt sorunu aynı zamanda bir Ortadoğu sorunudur.
Daha batıda olmanın verdiği psikoloji ile Ortadoğu
ülkelerini ve doğulu komşularını küçümser bir tavırla
80’li yıllarda gelişmekte olan ticari ilişkilerini askıya
alan Türkiye, Gümrük Birliğiyle Avrupa’ya pazar olmaktan
öteye geçememiştir.
Bu
arada Ortadoğu pazarında elde edilen küçük pay bile
elden gitmiştir. Bunların ötesinde, Ortadoğu (ve Balkanlarda)
Türkiye’nin politik manevra alanı neredeyse yok ölçüsündedir.
Israil eksenli bir Ortadoğu politikası Araplarla ilişkileri
zora sokarken, Avrupa/Batı politikasının da başarısından
söz edilemez. Türkiye, Avrupa karşısısında çaresiz ve
ne yapacağını bilmez haldedir. Hem Balkanlar hem de
Ortadoğu’da serdedilen tutumlarla, Türkiye’nin jeodemografik
doğal uzantılarını küstürmenin ötesine geçilememiştir.
Kosova’ya giden Nato gücü bünyesindeki Türk askerleri,
Mamuşa köyü çevresine yerleştirilmek suretiyle durduk
yerde Türk-Arnavut uyuşmazlığı körüklenmiştir. Türkiye
ile Arnavutlar arasındaki sağlam tarihsel/kültürel bağ
zedelenmiştir. Ayrıca Türkiye, Balkanlar, Balkan müslümanları
içinde taraf konumuna getirilmiştir. Arnavut, bir Türk
veya Türkiye’den ayrı düşünülemez. Bu bağlamda, Türkiye’nin
Balkanlar politikasında ciddi bir değişime ihtiyaç var.
Kuzey Irak’ta da benzeri politikalar izlenmek istenmektedir.
Kuzey Irak’taki Türkmen unsuru “ soydaş “ olarak nitelendirilirken,
Türkiye’deki Kürtlerin soydaş ve akrabaları olan, ve
bir zamanlar Osmanlı vatandaşı olan Irak Kürtlerinin
yabancı muamelesine tabi tutulmaları doğu/kürt sorununu
ağırlaştırmaktadır. Kuzey Irak Kürtleri Türkiye’ye yabancılaştırılmaktadır.
Oysa doğru politikalar takip edildiğinde Avrupa/Batının
Türkiye’yi istikrarsızlaştırma aracı olarak ele aldığı
sorun, Türkiye’nin Ortadoğu’ya açılan gücü olabilir.
Irak Kürtleriyle kurulacak barışçı, himaye edici demokratik
bir ilişki Türkiye’nin geçtiğimiz iki on yıldır uğraştığı
doğu/Kürt sorurunu kalıcı bir çözüme kavuşturmasına
yardım edecektir.
Ayrıca,
Kuzey Irak’taki soruna, Misâk-ı Milli çerçevesinde sadece
Kerkük ve Musul davası olarak bakmak da hatalıdır. Bölge
halklarını memnun etmeyen bir politika fayda değil zarar
getirecektir. Yine Kuzey Irak’la ilgili olarak parçalanma
ve bölünme fobisine dayalı politikalar sorunun daha
çetrefilli hale gelmesine yol açıcı olacağını düşünmek
gerekiyor. Yanı sıra Baas rejimi altındaki Irak’ın toprak
bütünlüğünü savunan politikalar izlemek çok daha vahim
sonuçlara yol açabilecektir. Kuzey Irak’ta Saddam rejimi’nin
otoritesinin tekrar tesis edilmesi durumunda Beşyüz
bin kadar Kürt’ün, İkiyüz bin kadar Türkmen’in can güvenliği
tehlike altına girecektir. Balkanlarla ilgili olarak
sergilenen vurdum duymaz tutum, Ortadoğu politikalarında
da tekrar edilirse kimse bu vebalin altından kalkamaz.
Kuzey
Irak’ın Irak’ta tüm toplulukların rahatça, adil bir
şekilde birarada yaşayabileceği yeni bir rejim ve siyasi
yapılanma sağlanmadan, Baas rejiminin kontrolüne girmesi
yukarıda değindiğim büyük olumsuzluklara yol açar. Asıl
olarak Kuzey Irak’ın, bölgedeki tüm yerel otoriteler
ve gruplar ( Barzânî, Talâbânî, Şeyh Osman, Türkmenler
ve Baas rejimine muhalif Araplar ) resmen tanınarak
Türkiye’nin himaye ve garantörlüğünde bir tampon bölge
olması hem bölgenin hem de Türkiye’nin yararına bir
durumdur. Türkiye’de de barış ve beraberliğin emsali
olacaktır. Türkiye’nin garantörlüğünde yerel otorite
ve gruplar tanınarak oluşacak bir Kuzey Irak, Kürtlerle
ve Saddam karşıtı Araplarla daha rahat bir diyalog sürecine
yol açabileceği gibi, Birinci Dünya Savaşı sonrasında
zorla çizilen sınırların getirdiği Ortadoğu halkları
arasındaki iletişim engelinin Türkiye’nin öncülüğünde
aşılmasında da önemli bir adım olacaktır. Böylece Türkiye
bölünme fobilerini aşmış ve bölgesinde güç kazanan bir
ülke konumuna gelecektir. Bihaç ve Priştina, Erbil ve
Süleymaniye ile Ankara’da el ele tutmalıdır. Türkiye,
Balkan ve Ortadoğu ekseninden aldığı güçle, Avrupa ve
Batı merkezlerine karşı güçlenecek, Akdeniz-Kafkas/Karadeniz
ve Orta Asya hattında ileri hamleler için güç devşirecektir.
yazikonusu-jeopolitik
|