|
Doğu
ile batı, kuzey ile güney arasında,
jeopolitik, jeoekonomik ve jeokültürel
küresel çatışmaların kavşağında birbiriyle
hayli çelişen bu derin dinamikleri
başarıyla yönettiğinde Türkiye büyüyüp
gelişecek, aksi taktirde hırpalanacak
ve belki de dağılacaktır.
|
|
|
Türkiye
iki asırdan fazladır modernleş(eme)me sancısı çekmektedir.
Zaman zaman sert, şiddetli ve kanlı geçen modernlik
serüveninde mutlu sona ulaşılamadı, bu sorunsal aradan
geçen bunca uzun süreye rağmen hala aşılamadı. Türkiye
ve Türk insanı sağlıklı biçimde modernleşememe probleminin
ağırlığı ve sıkıntısını çekmeye bugün de devam etmektedir.
Özellikle son yıllarda sert tartışmalara konu olan
AB üyeliği ve bu tartışmalar çerçevesinde Avrasya
seçeneğinin gündeme getirilmesi sorunun daha somut
görünen zeminlerde dahi karmaşıklığını ifade etmektedir.
İsrail’in Filistin topraklarını kanlı işgaliyle dikkatleri
üzerine çeken Türkiye’nin Arap dünyası ve Ortadoğu
arka planı yön tartışmamızın güncel başka bir boyutu
olarak öne çıkmıştır.
Türkiye, kıtaların, kültürlerin, dinlerin ve tarih
dinamiklerinin kavşağındadır. Doğu-Batı, Kuzey-Güney
gibi geleneksel ve modern tarihin büyük çelişkileri
ile İslam, Hıristiyanlık ve Musevilik üçgenine oturan
dinsel-politik çelişkiler bir yönüyle Anadolu’da düğümlenmiştir.
Bu sebepledir ki Türkiye, jeopolitik, jeokültürel
ve çevresinde yer alan enerji ve yer altı kaynaklarıyla
jeoekonomik küresel mücadelenin merkezinde bulunmaktadır.
Avrasya’daki zengin kaynaklarla gelişen yeni pazarlara
uzanmak isteyen Anglo-Sakson/Yahudi ağırlıklı küresel
iktidar çekirdeği Türkiye’yi denetimine almak çabasındadır.
Paris-Berlin ekseninde yükselen Avrupa bloğu da Avrasya’daki
yeni “büyük oyun”da Türkiye’ye; ya kapısına bağlayarak
aksi halde ise bölerek hamle yapma arayışındadır.
Doğu’ya atlama taşı olması karşılığında varlığını
sürdürmesine müsaade edilen “araçsal bir ülke” olma
riski Türkiye’nin batıyla ilişkilerinde hiç te “uzak
tehlike” değildir. Öte yandan beka ve siyasal bütünlük
probleminin batı merkezlerine dayanılarak çözüleceği
gafletinin Türk siyasi hayatında yaygınlaşması dikkat
çekici “yakın tehlike” haline gelebilir.
Doğunun zenginliklerini ele geçirmek için batı merkezlerinden
başlayan saldırıyı engelleme gayretindeki Çin, Rusya
ve İran savunmalarını güçlendirmek için Türkiye’ye
ihtiyaç duymaktadır. Fakat yüzünü sadece doğuya dönmesi
Türkiye’nin beka problemini çözmez, aksine azdırır.
En başta doğu, batı karşısında belirleyici ve tayin
bir irade değildir. Doğulu jeopolitik aktörler küresel
oyunda kolayca batı ile ittifak yapabilmekte, iç mücadelede
batı merkezlerinin parçası olabilmektedir. Rasyonel
esaslara dayanmayan doğuculuk Türkiye’nin takip ede
geldiği modernleşme hedefinden gerilemeyi ifade eder.
Doğu ile batı, kuzey ile güney arasında, jeopolitik,
jeoekonomik ve jeokültürel küresel çatışmaların kavşağında
birbiriyle hayli çelişen bu derin dinamikleri başarıyla
yönettiğinde Türkiye büyüyüp gelişecek, aksi taktirde
hırpalanacak ve belki de dağılacaktır.
YENİLGİNİN BEDELİ
Türkiye’nin bugünü ve geçmişine ilişkin sorunlarının
temelinde batı saldırganlığına karşı doğu savunmasını
üstlenmiş Osmanlı’nın yenilmesi gerçeği yatmaktadır.
Bu nedenledir ki Osmanlı yenileşmesi orduda başlamıştır.
Çoğu doğu devleti gibi Osmanlı da “modern batıyı” önce
savaş meydanlarında aldığı yenilgilerle tanımıştır.
Savaşlardaki yenilgiler süreklilik kazandıkça “sorun”
yalnızca teknik değil, siyaset, kültür ve uygarlık düzeyinde
ele alınmaya başlanmıştır.
Savaşlar bir anlamda “modern olanın” ilk öğrenildiği
okul olmuştur. Ancak Yeniçeri ocağının yenilenmesi yerine,
kanlı biçimde toptan yok edilmesi Türk modernleşmesine
daha doğuşunda “ilk günahı” bulaştırmıştır. Ocak ortadan
kalkarken, ocağın sosyo-ekonomik tabanı esnaf ve sosyo-kültürel
dayanağı ulema modernleşme sürecinin dışına atılmıştır.
Modernleşme böylece muhalefetini de yaratmıştır. Sosyo-ekonomik
olarak esnaftan, sosyo-kültürel olarak dinsellikten
beslenen geniş toplumsal muhalefet modernleşme tarihine
damgasını vurmuştur. Saray veya devlet Ocak ile birlikte
askeri düzenin toplumsal-politik çeperini de tahrip
edince modernleşmeyi “toplumsal rıza” ve “toplumsal
katılım” ile yürütme şansını da kaybetmiştir. Bu noktada
modernleşme arayışları toplumsal katılım ve mücadeleye
kapatılmış ve devlet seçkinlerinin topluma dayattığı
üstyapısal zorlamaya dönüşmüştür. “din elden gidiyor”
ile “irtica geliyor” retoriği modernleşmenin toplumsal
altyapıdan koparak, üstyapısal bir düzenleme haline
gelmesinin çarpıcı sonucudur. Altyapı ile üstyapının,
toplum ile devletin modernlik etrafında bir sentez yaratamayıp
sürekli çatışması halen sıkıntı kaynağı olmayı sürdürmektedir.
Tanzimatta hukuksal-politik ifadesini bulan komprador-batıcılık,
modernleşmenin üstyapısal bir işlem niteliği kazanmasının,
milli ve organik olandan kopulmasının en önemli safhasıdır.
Kaldı ki batılılaşma adına yapılan reformlardan müslüman
ahalinin pek az, gayri müslim ahalinin ise pek çok fayda
sağlaması kendisini devletin sahibi gören geniş halk
yığınlarını sürece hepten yabancılaştırmıştır. Dahası
fermanlarla ekonomik ve sosyal varlığı hukuksal garantiye
alınan gayri müslim ahali batı merkezlerinin çıkarlarını
temsil eden komprador öbeklere dönüşmekle kalmamış,
batı desteğinde ulusal devletlerini kurarak imparatorluktan
ayrılmışlardır. Modernleşmeye karşı dinsel içerikli
sert bir muhalefeti doğuran biraz da sürecin ortaya
çıkardığı sosyo-politik ve sosyo-ekonomik olumsuz örnekler
ve müslim ahalinin süreçten pay alamamasıdır.
İttihat-Terakki
kadrosu imparatorluğu sömürgeleştiren ve giderek parçalanmaya
iten ekonomi-politik sürecin vehametini anlayıp milli
bir Türk burjuvazisi oluşturma siyasetini hayata geçirmiştir.
Yenilgi ile baş etmeye dönük her çaba toplumsal katılımı
içermediği için çok geçmeden “kendine yabancılaşmıştır”.
Yenileşme/modernleşme komprador bir batıcılık ve kendi
köklerinden kopmak olarak anlaşılmıştır. Halkına tepeden
ve hakir bakma, halkını geri görme alışkanlığı devletçi
elitin refleksi olmuştur. Buna karşın, avrupalı ve batılı
görülen her şey yüceltilmiş ve hatta kutsanmıştır. Devleti
ve milleti kurtarmak için girişilen modernleşme, devlet
millet çelişmesi ile devlet seçkinlerinin milletin karşısına
ve batının yanına geçmesi gibi marazi sonuçlar doğurmuştur.
Zayıflayan imparatorlukta siyasal bir mevzi edinmek
isteyen devlet ricali arasındaki çekişmeye Avrupa başkentleri
bulaşmıştır. Temsilcilerine bugün de rastladığımız,
devlette yer kapmak için batı merkezlerinden medet umma
hastalığı geniş boyutlar kazanmıştır.
Hem
devlet adamlarının dışardan güç arayışları, hem devletin
ayakta kalmak için Avrupa başkentleri arasında dengelere
oynama mecburiyeti hem geçmişte hem bugün devleti zaman
zaman büyük sıkıntılara itmiştir, itmektedir.
Şüphesiz
Türkiye’nin modernleşme tarihi renkli ve tek başlığa
sığmayacak kadar zengindir. Öykünmeci Tanzimat batıcılığı
kendine yabancılaşan bir çizgi yaratmıştır. Ama bu moderleşmenin
hep batıcı ve üstyapısal bir çizgide seyrettiği anlamına
da gelmemektedir. Altyapısal modernleşmenin en ciddi
örneğini Abdülhamit vermiştir. Abdülhamit ile çatışsalar
bile Jöntürk/İttihat-Terakki sivil/asker aydın çizgisi
altyapısal modernleşmenin diğer temsilcileridir. En
geniş çerçevede Jöntürk geleneği siyasi ve kurumsal
yenilenme ihtiyacını Türkiye’nin gündemine getirmiştir.
Tarihte ilk defa sultan/padişahın mutlak erkini tartışmaya
açarak Jöntürkler, siyasal modernleşmenin de öncülüğünü
yapmışlardır. Halk ve halk iradesi anlayışı soyut bile
olsa Türkiye’nin gündemine sokulmuştur. Jöntürk geleneği
1876 1. Meşrutiyet’inde ve 1908 2. Meşrutiyetinde devlet
ile buluştu. Bu iki buluşma da cumhuriyete giden yolda
Türkiye’nin yaşadığı anayasal-parlamenter tecrübedir.
Cumhuriyet düşüncesi, bu zorlu deneyimler ve 1. Dünya
Savaşının yenilgisi içinde gelişip oluştu.
|
|
Krizler
ve bunalımlar içinde yönünü arayan
Türkiye, geleceklerini, güvenlik
ve yaşam tarzlarının korunmasını
Avrupa ve batı merkezlerinin himayesine
bağlı gören “komprador Burjuvazi”
ile Ulusalcılık adı altında bürokratik/despotik
iktidarlarını koruma kaygısında
olanlara kulak vermemelidir. Birincisi
milli varlık, kimlik ve onurdan
vazgeçmek, ikincisi tarihin gerisine
düşmektir.
|
|
|
|
MODERNLEŞME
MECBURİYETİ
Modernleşmenin erken tarihinde Türkiye’nin yönünün batı
ve Avrupa olduğu konusunda görüş ayrılığı yoktur. Türkiye,
her ne şekilde olursa olsun batıyı yücelten sihri eline
geçirmek arayışındadır. Bu iksir devletin ve milletin
ayakta kalmasının da garantisi olacaktır.
Avrupa kendi küllerinden yeniden doğmuştur ve dünya
egemenliği mücadelesinde karşısında hiçbir engel dayanmamaktadır.
İnsanlık tahinin hiç tanımadığı, sanayi esasına bağlı
üretim tarzıyla yeni bir Avrupa doğmuştur. Geleneksel
tarım devlet ve imparatorlukları Avrupa karşısında kağıttan
şatolar gibi bir bir yıkılmaktadır. Batı dışı dünya,
dünya egemenliği mücadelesine konu bile değildir. Egemenlik
için yine Avrupa devletleri birbirleri ile çatışmakta
veya uzlaşmaktadır.
Bu koşullar altında Avrupa’nın elindeki güç iksiri ele
geçirilmeden ayakta ve var kalmak hiç mümkün değildir.
Genelde bütün doğunun modern tarihi güçlü bir teknoloji
ve yeni silahlarla üzerine üzerine gelen batının saldırısından
kurtulma çabalarının tarihidir. Bunun yolu ise batı
veya Avrupa gibi olmaktan geçmektedir.
Osmanlı ise öyle uzakta değil, Avrupa’nın hemen sınırındadır.
Rusya, batının cephe ülkesi olsa bile jeopolitik derinliğe
sahiptir. Japonya ve Çin ise mesafe olarak uzaktadır.
Bu mesafeye rağmen kaldı ki Çin bile sömürgeleşmekten
kurtulamamıştır. Osmanlı Avrupa’nın hem cephe ülkesidir,
hem de doğuya doğru bütün stratejik geçiş noktalarını
elinde tutmaktadır. Nihayet sanayi uygarlığının kanı
sayılabilecek petrolün Osmanlı topraklarında bolca bulunduğunun
anlaşılması tehlikenin boyutlarını daha bir vahimleştirmiştir.
Bu koşullarda Avrupa/batı saldırısı Osmanlı için “açık
ve yakın tehlikedir”.
Türkiye, bu açık ve yakın tehlike içinde modernleşmek
gibi zor bir görevi kendi bekası için başarmak zorundadır.
BİRİNCİ
CUMHURİYET: MUSTAFA KEMAL CUMHURİYETİ
1.
Dünya savaşı yenilgisiyle Türkiye’nin önünde yeni bir
perde kapanmış bir yenisi ise açılmıştır. Osmanlının
yıkıntılarından doğan cumhuriyet, en çetin yenilgi koşullarında
modernleşmeyi milli bir temele oturtmayı başarmıştır.
Cumhuriyetle, Osmanlı siyasi geleneği yeni bir çözüme
ermiştir. Bundan böyle halk/cumhur iradesi yönetsel
meşruluğun tek esası sayılacaktır. Mandacılık ret edilerek,
bağımsızlık yeni devletin diğer bir kurucu temeli olmuştur.
Türkiye, milletin özgücüne dayanarak yoluna devam edecektir.
Millet ruhunun ve kabiliyetlerinin geliştirilmesi Cumhuriyetin
ana gayesi ve prensibidir artık. Biz bu cumhuriyeti
“Birinci Cumhuriyet” ya da “Mustafa Kemal Cumhuriyeti”
olarak adlandırmayı öneriyoruz. Birinci Cumhuriyetin
felsefesi ise “istiklal-i tam”, “hakimiyet-i milliye”
ve “müdafa-i hukuk” ilkelerine dayanmaktadır. Bu ilkeleriyle
Cumhuriyet millet iradesinin bağrından doğmuştur ve
her türlü yabancılaşmanın/kompradorlaşmanın karşısındadır.
Bu üç ilke aynı zamanda millet iradesinin en geniş sınırlarda
hayata geçmesini sağlayacak “demokratik ruhun” da kaynağıdır.
Bu temeller üzerinde yükselen “Birinci Cumhuriyet” ayakta
kaldığı 1919-30 aralığında hiçbir şeyi değil, kendini
yön seçmiş ve öz gücüne dayanarak gelişmeyi benimsemiştir.
Fakat “Birinci Cumhuriyet”, Milli Mücadeleye zoraki
katılmış ve sonradan öne çıkan bir kadro tarafından
hedefinden saptırılmıştır. “Mustafa Kemal Cumhuriyeti”ni
rayından çıkartan bu yeni kadronun kurduğu Cumhuriyeti,
“Bürokratik Cumhuriyet” olarak tarif etmekteyiz. Batı
merkezlerinin talimatlarına ayarlı, tutucu ve daralmacı
bu Cumhuriyet, cesaret edebildiği kadar Birinci Cumhuriyet
ile her alanda hesaplaşmaya girmiştir. “Bürokratik Cumhuriyet”
hükmünü bugün de icra etmektedir.
BÜROKRATİK
CUMHURİYET: DEVLETİN MİLLETTEN KOPARTILMASI
Yukarıda bahsettiğimiz “sonraki” bürokratik kadro, “Birinci
Cumhuriyeti” daha gelişemeden, dünya sisteminin merkezi
Londra üzerinden Avrupa’ya yeniden bağlamıştır. 1. Dünya
savaşı sonrasında sistemin patronluğu ABD’nin eline
geçtiğinde Türkiye’yi bu sistemik değişime göre yeniden
düzenleyen yine bu kadrodur.
Türkiye bu sonraki bürokratik ekibin elinde, milli yetenek
ve değerlerini terk etmeye zorlanmıştır. Halkına tepeden
bakma, halkını hor görme eski Tanzimatçı alışkanlığı
bu yeni devletçi seçkinlerin de alışkanlığı olmuştur.
“Bürokratik Cumhuriyet” baskıcı politikalarını yine
modernleşme perdesinin altına saklamaya çalışmıştır.
Komprador/üstyapısal batıcılık yeniden hortlatılmıştır.
Batı ve Avrupacılık yüceltilirken, millet ve milletin
değerleri aşağılanmıştır. Mustafa Kemal Cumhuriyeti’nin
bertaraf ettiği küçük düşünme ve özgüvensiz davranma
illeti “Bürokratik Cumhuriyet” ile yeniden filizlendirilmiştir.
Bu dönem içinde hedef, sanki halksız bir cumhuriyetin
kurulmasıdır. Sadece halkın sindirilmesi, milli enerjinin
bastırılmasıyla yetinilmemiş, batının dayatmaları ve
abartılı güvenlik kaygısıyla “devlet aklı” da köreltilmiştir.
Devlette başlayan küçük düşünme/özgüvensiz davranma
alışkanlığı zaman içinde topluma da sirayet ettirilmiştir.
Türkiye, perspektif daralmasına sürüklenmiştir.
1950’de ortaya çıkan demokratik milli enerji, Demokrat
Parti’nin yanlış politikalarının da etkisiyle 1960’ta
bürokratik cumhuriyetçi kadrolarca bir kez daha bastırılmıştır.
Batı/ABD ile sistemik ilişkileri Demokrat kadronun ele
geçirmesi tehlikesi, İnönücü bürokratik cumhuriyetçileri
harekete geçirmiş ve Türkiye’de askeri darbelerin de
yolu açılmıştır.
1960’ta Türkiye başka yapısal bir bozulmanın daha içine
sürüklenmiştir. Demokrat kadro, ABD ile ilişkilerini
sağlamlaştırmak adına Türkiye’yi batının açık pazarı
yapacak politikalar uygulamaya başlamıştır. Gelişmiş
bir sanayi altyapısı kurmak yerine, bağımlı bir tarımsal
iktisadi gelişme desteklenmiştir. Kapılar ABD’ye her
alanda açılmıştır.
Bu defa cumhuriyetçilik adına kapalı ve daralmacı, demokrasi
ve milli irade adına komprador ve yabancılaştırıcı bir
çatışma sarkacı yaratılmıştır. Birbirini beslemesi ve
geliştirmesi gereken ülke dinamikleri, müzmin ve tüketici
çatışmalar doğurmaya dönük yeniden kurgulanmış ve adeta
bütün devreler ters bağlanmıştır. Mesela din ve cumhuriyet
birbirinin karşısına konmuştur. Milletin ruhu olan İslam’ı
yok sayan sahte bir ulusallık diskuru icat edilmiştir.
İronik şekilde Türkiye solu küçükburjuva bir nitelik
kazanmıştır. Yoksul Anadolu ise, kozmopolit sağa terk
edilmiştir. Sağ ekonomide komprador/kozmopolit, kültürde
muhafazakar; buna karşın sol, ekonomide otarşik ve devletçi,
kültürde kozmopolit olmuştur.
Ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal devrelerinin ters
bağlandığı bu düzenek içinde Türkiye, ne sorunlarını
anlayıp çözebilmiş, ne de dolayısıyla toplumsal çatışma
ve kırılganlıklardan kurtulabilmiştir.
Doğru
ve milli bir modernleşme projesini geliştirip hayata
geçirmeden kriz ve tıkanmaları aşmanın olanağı da yoktur.
Türkiye, bu bağlamda Mustafa Kemal Cumhuriyeti temelinde
demokratik/milli bir restorasyondan geçmelidir.
SAHİCİ VE MİLLİ BİR MODERNLEŞME
İÇİN
Bürokratik cumhuriyetin en önemli saptırmalarından birisi, birinci cumhuriyetin
ya da Mustafa Kemal Cumhuriyeti’nin kendi milli varlığı
ve gücüne dayanarak modernleşme hedefini Avrupa ve batı
peykliği şekline döndürmesidir. Toplumsal gelişme ve
ilerleme perspektifi olarak modernleşmenin özü, Avrupacılık
ve batıcılık şeklinde okunarak, Türkiye dünya sistemine
koşulsuz ve her durumda kendi milli çıkarı aleyhine
olacak tarzda bağlanmıştır.
Osmanlı ve bütün doğu modernleşmelerinin başladığı 19.
yüzyılda modernliğin tek örneği Avrupa ülkeleriydi.
Aradan geçen zaman içinde Avrupa kalkınmışlık anlamında
modernliğin tek temsilcisi olmaktan çıktı; Asya’da Japon
modernleşmesi-kalkınması gibi batı dışı örnekler meydana
geldi. Modernlik-kalkınmışlığın temsilindeki asıl kayma
Amerika’nın Avrupa yerine batı patronluğunu ele geçirmesiyle
yaşandı. 2. Dünya Savaşı sonrasında Avrupa, ABD-Sovyet
parantezinde sadece ekonomik değil, siyasi oyunun parçası
olmaktan da çıktı.
Dolayısıyla Avrupa, Amerika’ya rol kaptırarak batılılığın
tek temsilcisi olmaktan çıkmıştı. Batı dışı kalkınma
çabaları ise modernleşmede yeni modellerin de olabileceğini
gösterdi. Bu noktada Japon kalkınma modeli sıkça gündeme
gelmiştir.
Türkiye bağlamında tartışma, “kendi kalarak” mı, yoksa
“yabancılaşarak” mı modernleşileceği tartışmasıydı.
Bir kısım Batının tekniğini alıp, kültürünü ret etmeyi,
bir kısım da batı uygarlığını tamamen benimsemeyi öne
sürmekteydi. Gerici/ilerici, laik/anti-laik tartışmalarıyla
modernleşmeye farklı bakışlar bugün de çözümsüzdür.
Türkiye’nin yönü de bu çelişkinin çözülmesiyle bulunacaktır.
BÜROKRATİK
CUMHURİYETİN KRİZİ
Bürokratik
Cumhuriyetçiler şimdilerde bir meşruiyet krizi yaşamaktadır.
Bürokratik cumhuriyetin sağladığı ayrıcalıklarla birikim
sürecini tamamlayan büyük sermaye batı metropolleri
ile ilişkilerini kurdukça devletten kopmaya başlamıştır.
Türkiye’nin büyük sermayesi devletce zaten kapıya kulluk
etmesi kaydıyla desteklenmiştir. Ama sermaye devletin
tanıdığı ayrıcalıklarla büyüyüp irileştikçe gerektiğinde
kendini devletten korumak için de daha büyük bir kapıya
kulluğu çıkarı bakımından rasyonel saymıştır. Türkiye
büyük sermayesi, ayrıcalık ve bağışıklıklarla büyüdüğünden
kendisi için iktisadi bir meşruiyet te yaratabilmiş
değildir. Büyük kapıya kulluk ayrıca meşruluk açığını
kapatacak yeni uluslararası bir güvencenin temini anlamına
da gelebilecektir. Bu kapsamda komprador büyük burjuvazinin
vatan ya da millet gibi herhangi bir kaygı taşıması
da zordur. Oysa vatan, milli devlet ve milliyetçilik
batıda burjuvazinin meydana getirdiği bağlılık ve kavramlardır.
Türk burjuvazisi bu noktada komprador ve enternasyonalisttir.
Çıkarının güvencesini içeride değil, dışarıda aramaktadır.
Soğuk savaşın kutuplu dünyasında sürdürülebilir olan
bürokratik egemenlik, iç ve dış koşulların yeni safhasında
uyarlanma sorunları çekmektedir. Bir yandan iç toplumsal
ve kültürel uyumsuzluklar bir yandan batı merkezlerinin
boyun eğdirme çabaları bürokratik cumhuriyetin meşruluk
krizini derinleştirmiştir.
Avrupacılık/batıcılık ile güvenlik zemininde varlığını
koruyabilen Bürokratik Cumhuriyet, bugün sert bir ulusalcılık
savunusu içine sürüklenmiştir. Büyük sermaye de her
ne koşulda olursa olsun Avrupa’ya gitmeyi istemektedir.
AB üyeliği tartışmaları iktidar blokunda bu bölünme
nedeniyle sertleşmektedir. Batıcı bürokratik seçkinler,
iktidar kaybı korkusuyla AB üyeliğine direnme eğilimi
içindedir. Beri taraftan ise, batı merkezlerine bağlanan
büyük sermaye ile müflis siyasetçiler ve batıcı büyük
medya, AB şampiyonluğu yapmaktadır. Artık Avrupacılık
bayrağı büyük sermayenin elindedir ve ilginç olan Yeni-Avrupacılık
dizilişinde İslamcı-muhafazakar oluşumlar da yer alma
çabasına girmiştir. Tarihsel ironi sürmekte ve devreler
bir kez daha ters bağlanmaya çalışılmaktadır.
Bürokratik Cumhuriyetin ömrünü uzatma peşindeki Yeni-ulusalcılar,
yıllarca hor baktıkları Anadolu’yu vatan, millet, ezan
ve bayrak propagandasıyla yanlarında durmaya çağırmaktadır.
“Bağımsız Türkiye” bayrağının altına gizlenen Ulusalcılar,
Anadolu hissiyatını bürokratik kadronun iktidarının
devamı için kullanma hesabını gütmektedirler.
Krizler
ve bunalımlar içinde yönünü arayan Türkiye, geleceklerini,
güvenlik ve yaşam tarzlarının korunmasını Avrupa ve
batı merkezlerinin himayesine bağlı gören “komprador
Burjuvazi” ile Ulusalcılık adı altında bürokratik/despotik
iktidarlarını koruma kaygısında olanlara kulak vermemelidir.
Birincisi milli varlık, kimlik ve onurdan vazgeçmek,
ikincisi tarihin gerisine düşmektir. Türkiye ne Avrupa
kapılarına bağlanacak küçük ve onursuz bir ülke, ne
de birilerinin feodal arpalığıdır. Türkiye’nin önünde
kendi aklına ve gücüne dayanarak yürüyeceği üçüncü bir
yolun bulunduğuna bütün kalbimizle inanmaktayız. Bu
yol da milli modernleşmenin yaratılmasından geçmektedir.
Türkiye, “Birinci Cumhuriyet”in, “istiklal-i tam”, “hakimiyet-i
milliye” ve “müdafa-i hukuk” ilkeleri temelinde kendini
demokratik biçimde yeniden inşa edebilir. Türkiye, cumhuriyete,
dinine, tarihine, değerlerine sahip çıkarak; jeopolitik
ve jeokültürel derinliğini yeniden üreterek, yani yönünü
kendine çevirerek geleceğe uzanabilir.
Avrupacılık ve batıcılık geleceğin değil tükenişin adıdır.
Buralarda gelecek arayanlar kendi ayrıcalıklarını garanti
etme peşindekilerdir. Türkiye, kendisi ve hatta bütün
batı-dışı adına evrensel bir modernleşme örneğini yaratabilir
ve yaratacaktır. Türkiye, batı ile de, doğu ile de kendi
öz gücüne dayalı, barışçı, haysiyetli ve gelişmeci bir
ilişki düzeni kurabilir.
Türkiye’nin kendi ekseninde yeniden inşası için, devlet
ve millet katında milli haysiyet, milli onur ve milli
kaygı taşıyan herkesi 10 yıllık Türkiye politikası,
30 yıllık Türkiye programı ve 100 yıllık Türkiye projeksiyonu
geliştirmek için düşünme ve tartışmaya davet ediyoruz.
Türkiye
için kendisinden başka yön gösterenlere tek sözümüz
vardır: Türkiye’nin yönü, “Türkiye” olmalıdır.
|