|
Batılılaşma
sürecinin tamamlanması, bundan sonra
Modernleşme - Batılılaşma ve Avrupalılaşmanın
ayrı ayrı politikalar olduğu yeni bir
döneme işarettir. Batılılaşmanın, modernleşme
ve Avrupalılaşmayı içerdiği yakın tarihin
aksine, önümüzdeki yüzyıl boyunca özgün
modernleşme projeleri gündeme gelecektir. |
|
|
SSCB’nin
dağılması, yalnızca Soğuk Savaşı değil, batı dışı dünyanın
önemli bir kısmında 150 – 200 yıldır temel sorun olan
“batılılaşma” sürecini de bitirmiştir. Latin Amerika,
Ortadoğu ve Asya’da kapitalist ya da sosyalist yoldan
“batılılaşan” toplumlar, Soğuk Savaş sonrası önce ideolojik
bir boşluğa düşmüş ve ardından son 5-6 yıldır giderek
artan bir oranda küreselleşme – yerlilik, globalizm
– milliyetçilik, ulus devlet – etnik bölünme, ulus
kimliği – din/ mezhep /etnik kimlik gibi yeni çelişkiler
ve çatışma eksenleri ortaya çıkmış ve bu ülkelerin çoğu
“batılılaşma “ya bağımlı sorunlardan ve gündemlerden
kopmuştur. Son 200 yıldır batı dışı dünyayı adeta esir
alan kıskaç görünmez olmuş ve nihayet başka sorun ve
gündemler tartışmaya açılmıştır.
Bu
süreç, dünyanın batılılaşmasının tamamlandığı ve batının
da dünyayı batılılaştırma amacından vazgeçtiği şeklinde
yorumlanacağı gibi, batının verecek bir şeyinin kalmaması
ve batı dışı toplumlarında kendi başlarına kaldıkları
ölçüde kendi gerçek ilerleme ve kalkınma dinamiklerine
yöneldikleri şeklinde de okunabilir. Her halükarda Türkiye’nin
AB üyeliğine aday olması ve Meksika’nın da Nafta üyeliği
gibi iki benzer örnekteki son batıya entegrasyon
çabası dışında, geri kalan batı dışı dünyanın “batılılaşma”ya
dönük herhangi bir projesi kalmamıştır. Batılılaşmanın
ilk örneği Japonya’dır, Meiji restorasyonu ile başlayan
ve yüzyıl boyunca süren Japon modeli, kalkınma sorununu
halletmiş fakat bunun bedeli olarak trajik bir kimliksizleşmeye
mahkum olmuştur. ikinci örnek Rusyadır; Çar II.Petro
reformları ile başlayan Rus batılılaşma modeli,bilindiği
gibi 20.yy’ın ilk çeyreğinde sosyalizm deneyimi ile
özgün bir tarza kavuşmuştur. Rusya, soğuk savaş sonrası
geçici bir belirsizlik döneminden sonra, bugün devam
eden restorasyon politikalarına dönmüş görünmektedir.
Avrasyacı eğilimleride olan Putin restorasyonu, Rusyayı
Asya – Pasifik ekseninde batıyla rekabet ve işbirliği
sarkacında alternatif bir güç olmaya yöneltmiştir. Bu
iki batı dışı (Asyalı-şintoist ve Doğulu-ortodoks) örneğin
yanında Müslüman toplumlara ait iki benzer batılılaşma
modelini Türkiye ve İran’da görüyoruz.
İran’da son Kaçar hanedanlığı dönemiyle başlayıp, Pehlevi
hanedanlığı ile radikalleşerek süren 100 yıllık batılılaşma
çabası,1979 devrimi sonrasında (ideolojik şalın gerisinde)
dikkatle izlemeye değer Müslüman modernleşmesi çabası
olarak okunabilecek bir seyir izlemeye başlamıştır.
Bizde ise,III.Selim/II.Mahmut’la başlayan Türk batılılaşması;
Tanzimat/Islahat fermanları ile şekil düzeyinde, II.Abdulhamit
ve İttihat Terakki iktidarları ile biraz daha altyapıya
dönük olarak değişimler getirmiştir. Cumhuriyet döneminde,
bu birikim üzerinden modernleşme özellikli radikal reformlar
yapılmış, Mustafa Kemal sonrasında ise tekrar Tanzimatçı
batıcılık tarzı öne çıkmıştır.
Batı dışı bu batılılaşma modelleri, sömürge olmayan
ve tarihsel birikimi itibariyle batı karşısında alternatif
yada en azından direnebilecek potansiyelleri olan ülkelere
aittir. Bu modeller,son yüz yıl boyunca bütün sömürge
ve yarı sömürge dünyanın örnek modelleri olmuştur. Bu
anlamda batı dışı dünyanın örnek modelleri üzerinden
gidersek, bugün için artık batılılaşma serüveninden
çok, bu serüvenin kalkış noktasındaki asıl mana ve maksadı,
yani kalkınma,gelişme, güçlenme araçlarının yaratılması
ve yönetilmesi selahiyetine sahip olma anlamında modernleşme
çabalarından bahsetmek durumundayız.
BÜYÜK KIRILMA VE YOL AYRIMI
Batılılaşma sürecinin
tamamlanması, bundan sonra Modernleşme - Batılılaşma
ve Avrupalılaşmanın ayrı ayrı politikalar olduğu yeni
bir döneme işarettir. Batılılaşmanın, modernleşme ve
Avrupalılaşmayı içerdiği yakın tarihin aksine, önümüzdeki
yüzyıl boyunca farklı ve özgün modernleşme deneyimleri
ve projeleri gündeme gelecektir. Tarım toplumundan sanayi
ve bilgi toplumuna, dini paradigmadan dinde dahil her
şeyin akıl ve bilgi ile yorumlandığı modern paradigmaya,
köylülükten kentliliğe, teolojiden ekonomi – politiğe
doğru dönüşme anlamında modernlik, batı dışı kültürler
tarafından Avrupa ve Amerika’dan bağımsız ve özgün örneklerini
üretebilecek bir birikim ve evrenselliğe ulaşmıştır.
Bu anlamda bahsi geçen model ülkelerin tümü gibi Türkiye
içinde artık bu sorun, batıya bağımlılık ve taklid düzeyinden
daha seviyeli ve nitelikli bir düzeyde ele alınarak
tartışılabilir kıvama gelmiştir. İşte bu tartışma bağlamında
ve sadece bu bağımsızlık ve özgünlük vasatına vurgu
yapma amacıyla sorunu milli modernleşme başlığı
altında ele alıyoruz.
Millilik, modernleşmenin Amerika, İngiltere yada Almanya,
Fransa güdümüne ve güdüleyiciliğine ihtiyaç duymadan,
hatta onlar gibi olmaya çalışmadan doğrudan
amacı, anlamı, bağlamı her ne ise; modern olma
çabası ve tarzını ifade etmektedir.
MODERNLİĞİN
ISKALANMASI
Modernleşme, Türkiye’de
üç temelde ve her birinde de modernliğin doğası ve anlamından
kopuk bağlamlarda ele alındı.
İlk olarak, modernleşme, devlet tarafından başından beri
batıya karşı bir güvenlik stratejisi olarak değerlendirildi.
Batı’ya benzeyerek ve sığınarak batının muhtemel tehdidinden
korunma anlayışı,halen de devletin refleksif davranış
kodu olmayı sürdürüyor.
İkinci olarak modernleşme, devletin stratejik batı yönü
tercihinden yola çıkarak kendilerine içerde tahakküm
ve meşruiyet imkanı sağlayan dar bir pozitivist-seçkin
kliğin iktidar kalma taktiği halinde gündem oldu. Çağdaşlaşma
üst başlığı altında, özellikle milletin devlete taşınmasına
karşı barikat örme çabası içinde olan bu kesim, resmi
ideolojiyi, M.kemal’i, laikliği, ulus devleti, bilim,
ilerleme, gelişme diskurunu kendi amacının meşru araçları
olarak kullandı/kullanıyor.
Üçüncü olarak, üstte belirttiğimiz dar kliğin devletteki
tahakkümüne tepki olarak ve batılaşmaya karşı geleneğe
yaslanarak kendini korumaya alan muhafazakar/dindar
kesimlerin anti modernist söylemi halinde gelişti. Bu
söylemin de karşı çıktığı olgunun modernlikle ilgisini
kurmak zordu.
Her üç tavırda ister negatif ister pozitif tutum alsın,
modernleşmeyi ıskalama ve batıcılığa indirgeyip bağlamından
koparmayı sağladı. Artık modernliği modernlik olarak,
batılaşmayı batıcılık olarak ve Avrupalılaşmayı da AB’cilik
olarak kendi bağlamlarında,birbirleri ile bağlantılı
olmakla birlikte birbirlerinden farklı temellerini öne
çıkararak ele almak gerekmektedir.
TÜRKİYE MODEL
ÜRETEBİLİR Mİ ?
Türkiye’nin
batılaşma macerası, tek parti dönemi politikalarının
sonuçlarına bağımlı bir finalle bitti. Bağımlı çünkü,
tepeden inme yöntemler ve kabuk değişimi ile bu politikaya
tepkilerin oluşturduğu siyasi ve kültürel sorunlar yumağının
tam ortasında hala bocalıyoruz. Bitti, çünkü ne batıcıların
ne de anti batıcı segmentin bundan sonrasına ilişkin
hiçbir projesi ve sözü yok. Türkiye işte bu finalin
tepe noktası olarak AB aday adaylığı nın kapısında
bekliyor. Şu gerçek açık yüreklilikle dile getirilmiyor;
Avrupalılaşma çabası, artık beyhude ve gereksiz bir
politikadır. AB üyeliği, hiçbir zaman gerçekleşmeyecek
bir fantazi olmanın dışında, Türkiye’nin özgün bir modernleşme
projesi üretmesini de engellemektedir.
Milli Modernleşme, tam da bu kritik eşikte Türkiye’nin
uygarlık yarışında yeni bir aşama ve hamle olarak gündeme
gelmelidir. Tarihi ve toplumsal değerleri dışlamadan,
batıyı taklit etme ve batı hayranlığı yerine, taklit
edilecek ve hayranlık uyandıracak bilimsel – teknolojik
– etik ve felsefi değerler üretmeyi amaçlayan bir Modernleşme
modeli geliştirmek, Türkiye’nin en az yüz yıllık vizyonu
olmalıdır.
Bunun için öncelikli sorun; Türkiye insanının toplam
kalitesini arttırmak, kişilik ve yetenek olarak geliştirmek,
zihniyet yapısını modernleştirmek, üretkenlik ve verimlilik
düzeyini yükseltmektir. İnsanın eşya ve olaylarla, doğayla,
başkalarıyla kurduğu ilişki tarzı, kendisini geliştirmenin
en kalıcı yöntemidir. Bu anlamda Türkiye’nin modernleşme
sürecinin temel hedefi insanı ortaya çıkarma ve geliştirme
anlamında özgürleşmeve anahtar kavramları: çalışma –
üretme – hız ve organizasyondur.
ÖZGÜRLEŞME
Özgürlük; bir praksis ilkesidir. Bizimde içinde bulunduğumuz,
Mezopotamya – Akdeniz havzasında tarih; din ve devlet
olarak gerçekleşir ve insan bir özne olarak açığa çıkamaz.
Felsefe ve politika, teoloji olarak ve teolojik bir
dille konuşur. “İnsan”, tarihin ürettiği büyük ve kutsal
bütünlerin nesnesi olarak varolabilir. Bunun dışında
hiçbir varoluş ve kendini ifade imkanı yoktur. Bu anlamda
özgürleşme, yaşadığımız coğrafyada tamamen pratik bir
sorundur ve “insan”ın kendisi olarak varolmasını, kendini
ifade edebilmesini ve bağımlılıklardan koparak kendi
özerk varoluşunu gerçekleştirebilmesini sağlayan politik
bir eylemdir. Ancak praksis içerisinde kurulabilecek
yeni “bütünler” dolayımıyla yeni bir varolma kanalı
ortaya çıkabilir. Özgürlük,ülkemizde, bu nedenle stoacı
anlamda metafizik bir fantazi yada batılı anlamda bir
insan hakları sorunu değil, tamamen somut ve politik
bir gelişme ilkesidir. Yaşadığımız toplumda sırasıyla
ekmek – güvenlik ve adalet olarak talep edilen yaşamsal
ihtiyaçlar skalası, insanı var edecek özgürlük ilkesini
içermediği sürece daima talep edilme düzeyinde kalan
temel sorunlar olmayı sürdürecektir. Zira, özgürleşme
mücadelesinin ve özgür insanın olmadığı her durumda,
ekmek–güvenlik ve adalet; insanı nesneleştiren büyük
bütünlerin kadim düzenini sürdürmeye yaramakta, totolojik
bir çıkmazın araçları haline gelmektedir.
Böylece insanlar, rızk dağıtan, istikrar ve adalet vadeden
otoritelere boyun eğmeyi sürdürecek ve iktidarlar da
bu ihtiyaçlar temelinde insanları kullaştıracaktır.
Bu fasit daire, tarihimizin temel çelişkisidir ve ancak
özgürlükle aşılabilir.
Özgürlüğün anahtarı “sahip olma”dır. Mülkün, dinin ve
devletin sahibi olmak, Türkiye insanının tarihsel yapısını
değiştirecek en köklü özgürleşme adımıdır. Bu üç temel
olguyla kurulmuş olan esaret ilişkisinin tersyüz edilmesi
ve bir özne olarak, bir sahip/efendi olarak yeni bir
ilişki tarzının geliştirilmesi, pratik özgürleşme çabasının
özüdür. Bu anlamda ülkemizde özgürleşme sorunu bireysel
olmaktan çok toplumsal bir sorundur ve ancak topyekün
değişim adımlarıyla gerçekleşebilir.
Sosyo – Ekonomik yapımız, Osmanlı’dan beri bir savaş
örgütü olarak örgütlenmiş devletin mutlak mülk sahibi
olduğu, Din’in de devletin bir kurumu olarak kurumsallaştığı
uzun bir tarihi sürecin devamıdır. 200 yıllık batılılaşma
süreci bu alt yapıdan çok görüntüyü değiştirmeye odaklanmış
ve Cumhuriyet Dönemi dahi, burjuvazi yaratarak mülkü,
laiklik yoluyla da dini devletten “özerkleştirme” yönündeki
adımlara rağmen tam tersi sonuçlar doğurmuştur. Sonuçta,hem
yeni burjuvazi hem de din, sadece kurumsal varlıkları
ile değil, geliştirdikleri ideolojik – politik ve kültürel
sonuçlarla da ‘Devlet’i tahkim eden ve pekiştiren misyonlar
üstlenmiştir. Esasen 200 yıl önceki modernleşme tercihi
dahi “insanı” ve “toplumu” geliştirmekten çok devleti
yenileme ve güçlendirmeye ayarlanmış bir güvenlik
politikası olduğundan, Türk Modernleşmesi bütün aksi
söylemine rağmen, eski düzenin yeniden üretilmesi de
içeren bir değişim modeli olmuştur.
200 yıl sonra, bugün oligarşik bir saltanat, tekelci
mülkiyet yapısı, otoriter devlet, devletin şubeleri
gibi partiler,dernekler, sendikalar, vakıflar, cemaatler,örgütler,
odalar, barolar, üniversiteler,… vardır ve hiçbirinin
içerisinde “insan” yoktur. Değişen tek şey görüntülerin
mutlak ve keskin ölçülerle farklılaşmasıdır.
SAHİP
OLARAK ÖZGÜRLEŞMEK
l
Mülk’e sahip olmak:
Bütün kapitalistleşme çabalarına rağmen, Türkiye’de ekonomi
hala ve esas olarak devletin rızk dağıtması ve toplumun
da mülk biriktirmesi olarak kurumlaşmıştır. Kapitalizmin
altın kuralı olan sermaye birikimi yerine ortaçağın
“mülk birikimi” anlayışı egemendir. Bu nedenle kapitalist
ticaretin dolaşım ve değişim aracı olarak “para” dahi,
bizatihi “mal” hüviyetinde biriktirilen ve çoğunlukla
kendi başına bir “mülk” olarak “saklanan” bir değerdir.
Toplum, zorla ve bazen da zor yoluyla elde edip biriktirdiği
mülkün esiri olur ve insanlar sahip oldukları bu mülk
tarafından yönetilen nesne konumundadır. Mülksüz bir
geçmişten mülk biriktirme şehvetine dönüşen süreç, ‘insan’ın
nesneleşmesi, araçlaşması, değersizleşmesi ve kullaşmasının
yeni biçimlerini de üretmektedir. Zorunlu olarak üretim
ve çalışmaya dayalı az sayıdaki sektör haricinde, hemen
bütün ekonomi, işte bu modern görünümlü “mülk”e bağımlı
saadet zinciri karakterli ilişkilerden oluşur. Sonuçta
bu ülkede, küçük ya da büyük, her düzeyde mülk sahibi
olmak, mülkün esiri olmaktır. Oysa gerçek anlamda “mülke
sahip olma”, insana güven duygusu veren, yaratıcılığını
artıran, ufkunu ve yeteneklerini geliştiren, korkularını
yenmesini sağlayan, ortaklık ve girişimcilik ruhu kazandıran
bir duygudur.
l
Din sahibi olmak:
Aynı
şekilde, bir din sahibi olmakta, bu ülkede dinin nesnesi
olmaya dönüşmüştür. İnsan için yol gösterici ve kurtarıcı
bir araç olarak Dinle kurulan ilişki tarzı,toplumun
yeni bağlanma ve kapanma mekanizması haline
gelmiştir.Özünde kula kulluğu ve reddeden İslam, toplumun
her düzeyde bir otoriteye bağlanma alışkanlığını pekiştiren
manevi bir işlev görmeye zorlanmıştır. Bu anlamda İslamın
özü ve maksadıyla çelişen kurumsal Müslümanlık, bazı
yönleriyle, özellikle politikleşmiş biçimleriyle ‘insan’ın
nesneleştirilmesine hizmet eder hale gelmiştir. Sahip
olma paradoksu, din konusunda da geçerlidir. İslam gibi
özgürlükçü bir dine dayanma iddiasıyla ortaya çıkan,
ancak teslimiyet, kişiye kulluk, kadercilik, itaatkarlık,
kanaatkarlık, bağlılık gibi köleci kurumsal ilişki biçimleri
üreten bazı dinsel oluşumlar,Din üzerinden kadim geleneği
yeniden üreten totolojik bir karaktere sahiptir. Bu
özelliği ile dini oluşumların çoğu, insanların özgürleşmesinden
çok, devletin ve otoritelerin denetim ve disiplin aracı
işlevini görmektedir. Çoğu durumda, özellikle Anadolu’da,
devletin,politikacıların ve mülk sahiplerinin yarattığı
boşlukları doldurmak ve insanları bu güç merkezlerine
itaate alıştırarak teba/reaya/kul halinde tutmak, dinle
kurulan bu yanlış ilişki sayesinde mümkün olmaktadır.
Dine
yüklenen bu sosyal rol, insanların dini mensubiyetinin
“sahip olma” yerine hiçleşme/yokolmaya dayalı edilgen
ilişkilerinin ürünüdür.İslamın insana kazandırdığı ‘Eşrefi
Mahlukat’ misyonu ve kişiliği, bu yanlış din anlayışları
üzerinden insanlarımızı kuru kalabalık halinde tutmaya
yaramaktadır.Bir iman etme biçimi olarak Akletmeyi,
çalışmayı, dürüstlüğü, onuru, edebi öğütleyen bir dinin
mensuplarından cehalet, fanatizm, tembellik, ikiyüzlülük,
güce tapma ve dogmatizm üreten mekanizma, adeta tarihin
ironisidir.Bu ilişkinin tersyüz edilmesi,hem batılılaşmayı
dinin tasfiyesine indirgeyen politikaların boşa çıkmasını
kolaylaştıracak,hemde sahici ve yerli bir modernliğin,
milletin asli kimyası olan islamın değer ve dinamiklerinin
de katkısıyla maya tutmasını ve evrenselleşmesini sağlayacaktır.
l
Devletin sahibi olmak
Özgürlük sorununun bir diğer kavşağı, devlettir. Yaşadığımız
coğrafyada “devlet”, bir yönetme aygıtından daha fazla
bir şeydir;Güç, otorite, hiyerarşi, kutsallık, statü,
prestij, statüko, gelenek, hegemonya, yaşatma, öldürme,
rızk verme, savaş, barış, dirlik, düzen, disiplin, sadakat,
biat, itaat…ilh….. devlet, çok şeydir.
İnsan / toplum ve devlet arasında ,eğer devlet toplum
için bir ‘öteki’ haline gelmişse,daima ters orantı vardır;
Devlet güçlendikçe, insan/toplum cüceleşir. Devletin
gücü, toplumun güçsüzlüğüdür. Hegemonya itaatten, otorite
kölelikten, güç sadakatten doğar. Mülk ve din, son tahlilde
devlete tapuludur.Bu nedenle insanımızın devletinin
sahibi kılınması,bu ülkenin siyasi mücadele alanının
en temel sorunudur. Özgürlük, bu nedenle ekmek – güvenlik
– adalet ihtiyacının önünde ve bu ihtiyaçların giderilmesi
mücadelesinin odağında olması gereken temel bir ilkedir.
Mülkün, dinin ve devletin “sahibi” olabilme mücadelesi,
hem bir varoluş çabası hem de toplumsal gelişme ve ilerlemenin
kritik eşiğidir. Dinin sahibi olmak, mülkün sahibi olmak
ve devletin sahibi olmak; insanı yücelten, geliştiren
ve kişilik kazandıran özgürleşme ilkesinin temelidir.
İnsanın varolmasıdır.Bir değer,özne ve temel öge haline
gelmesidir.Gerçek bir modernleşme ancak böyle bir özgürleşme
çabasıyla mümkündür.
ÇALIŞMA
Çalışma ve üretkenlik, insan yaratıcılığını geliştirir,
kendine güven kazandırır, yetenekleri açığa çıkartır,
güçlü bir kişilik yapısı oluşturur. İnsan hamulesi olarak
köylü karakterlerin baskın olduğu toplumumuzda, insan
çabası ve iradesinden çok, dış şartlar, özellikle yanlış‘doğa
ve kader’anlayışı, insanların üretkenliğini ve verimliliğini
engellemektedir. İnsanın kendi kaderini belirleme ve
olaylara yön verebilme inancını güçlendirecek tek mümkün
yol, eşya ve olaylarla çalışma yoluyla kuracağı rasyonel
ilişkidir.
Çalışma kavramını,sadece bir üretim kaynağı olarak değil
en geniş anlamıyla,sa’y,cehd,çaba olarak ele almak gerekir.
Meslek sahibi olmak,yetenek sahibi olmak,iş sahibi olmak
için çal__mak. Bireysel ve toplumsal kimlik edinmenin
öncelikli ve temel kaynağı; iş,yetenek,meslek sahibi
olma çabası göstermek anlamında performans olmalıdır.Ne
var ki ,toplumsal geleneğimiz,referansa dayalı,yani
herhangi bir zahmet gerektirmeyen ve denetlenmesi ,sorgulanması,faydası
ölçülemeyecek kutsal veya yüce idealara atfedilen tercihlerden
oluşan kimliklerle (Atatürkçü,milliyetçi,İslamcı,solcu.alevi,sünni..vb)
şekil almıştır.En geniş anlamıyla çalışma,işte bu sahte
kimlik edinimi ve buna dayalı çarpık segmentleri aşmanın
da menfezidir.İnsanlar önce kendi emek,yetenek ve çabalarıyla
hayat karşısında varolmalı ve idealara dayalı kimliklerini
bu somut varoluşlarının üzerinden seçebilmelidir.Ancak
bu yolla yapılan tercihlerin ahlaki/etik bir anlamı
olabilir ve bu tercihler arası çelişkilerin/çatışmaların
diyalektiğinden toplumsal katma değerler üretilebilir.
Modernleşme süreci, öncelikle çalışma kavramı ekseninde
geliştirilecek sosyo ekonomik ve politik projelere dayanmalıdır.
HIZ-ZAMAN
Modernleşmenin bir diğer sacayağı, modern zaman anlayışı
olarak hızdır. Doğu toplumlarında zaman, tarımsal toplum
yapısının değişmez doğa döngüsü olarak hayatı yöneten
bir kaderdir. Gece ve gündüz, sabah ve akşam, dün ve
bugün vardır. Geçmiş, unutulabilen ve bugünü bağlamayan,
olup – bitmiş olandır. Gelecek, kaygı ve umutla beklenen
belirsizliktir. Aynı olanın biteviye tekrarıdır. Ulaşım
ve iletişim araçlarının elverdiği kadar, insanlar ve
toplumlar arasındaki ilişki de mesafelidir. Doğuda
zaman, egzotiktir. Doğanın büyülü mucizelerinden biridir.
Canlıları yavaş yavaş doğurtur ve öldürür, mekaniktir;
aynı sırayla rüzgarı, yağmuru, karı getirir, güneşi
ve ayı ardı ardına ortaya çıkartır, geniştir; saat,
dakika ve saniyesi eğretidir.
Modern
zaman, bilimsel keşifler sayesinde doğanın büyüsünü
bozan bilimin ve sanayi üretiminin örgütlediği insan
yaşamına tarihte olmayan bir anlam kazandırmıştır.
Artık zaman, kazanılan ya da kaybedilen, üretilen veya
öldürülen, ölçülebilir bir şeydir. İnsan, zamanla yarışır,
onu aşar, bu “hız” kavramını üretmiştir. Saat, dakika,
saniye, salise.. insan zamana hükmeder, yönetir, doldurur
ya da boşaltır.Bunun terside mümkündür.Modern toplumlarda
zamanın tiranlığından bahsedilmektedir artık.
Zamanın bu somut kavranışı, insanın ve tüm hayatın temposunu
hızlandırmıştır. En önemlisi bu “hız”, yaratıcı özelliktedir;
insani olanın tüm yönleriyle açığa çıkmasını, potansiyellerin,
duyguların, beklentilerin, korkuların, sevinçlerin,
hırsın yeni biçimlerde dışavurulup yaratıcı eyleme dönüşmesini,
daha fazla ve farklı düşünce, söz, eylem refleksin gelişmesini
sağlamıştır. Hız, modern kentli yaşamın temelidir. Zamanı
aşmak ve yönetmek, ‘hız’ın kaynağıdır.
Modern zaman için dün, mümkün olan bütün ayrıntılarına
kadar öğrenilmeye ve hatırlanmaya çalışılan ve bugünle
bağlantılı bir deneyim laboratuarıdır. Yarın, belirlenmesi
mümkün ve gerekli, planlanan, öngörülen ve hedeflenen
gelecektir. Bugün ise en yoğun, somut, çoğaltılarak
yaşanması gereken an’dır. Yeninin, daima yeni olanın
keşfi için bitmek tükenmez bir çaba ve arayış vardır.
Hızlı düşünmek, karar almak, eyleme geçmek ve sonucu
almak modern insanın karakteristiğidir.
ORGANİZASYON
Modernleşmenin
bir diğer sacayağı ise organizasyondur. Tarımsal toplum,
insanın beslenme, barınma ve güvenlik gibi temel ihtiyaçlarının
giderilmesi temelinde doğal kaynaklı araçlarla örgütlenmiştir.
Kentler ve kırsal yerleşimler, gündelik hayat, din,
ticaret ve savaş, yönetenler ve yönetilenler için ayrı
ayrı ama aynı bütünün içerisinde tarımsal yaşam için
organize edilmiştir. Pre – Modern dönemin en gelişkin
örgütlenme düzeyi savaş içindir. Ordular; teçhizatları,
silahları, güzergahları, iç hiyerarşileri, eğitimleri
ve savaşa dönük motivasyon mekanizmalarıyla mükemmel
birer organizasyondur. “Devlet”, özünde ordu olan bir
savaş cihazı olarak örgütlenmiştir. Buna paralel olarak
gündelik hayat ise “Din” tarafından düzenlenir. Devlet,
ordu ve din’in bu paralel otoritesi, yaşamı organize
etmekle birlikte, insanı aşan ve bireysel insiyatifi
ortadan kaldıran kurumlaşmalara da yol açmıştır. Bu
nedenle modern öncesi dönemde “organizasyon”, insanüstü
ve insandan üstün, zaman ve mekan dışı bir olgudur.
Denetlenemez, sorgulanamaz ve değiştirilmesi çok zor
yarı tanrısal mekanizmalar gelişmiştir.
Modern
dönem, insanın temel ihtiyaçlarını yeni bir mantıkla
gidermeye başladığı ve doğayı yöneterek, hayatı bu temelden
yeniden örgütlediği bir süreçtir. Devlet ve savaş,
ticaret ve din ölçülebilir, denetlenebilir, değiştirilebilir
karakterde ve insan aklının ve emeğinin ürünü olarak
yeniden tanımlanmış ve organize edilmiştir. Toplumsal
yaşam, üretim ilişkilerinin ve somut olanın çözümlenmesinin
ürünü olan rasyonel kurumsallaşmalarla şekillenmiştir.
Birey ve toplum iradesinin öne çıkması, kolektif davranma,
iş bölümü, işbirliği, eşgüdüm, zamanlama, amaç ve araç
uyumu, uzmanlaşma ,kurumsal ve kamusal etik gibi modernliğin
ürettiği yeni değer ve davranış biçimlerinin gelişmesi,
sorun tespiti ve çözme yeteneği, görev, sorumluluk ve
yetki kavrayışı, modern organizasyon ve kurumlaşma tarzının
temel parametreleridir.
Kentleşme sürecinin hızına rağmen köylü karakterlerini
aşamayan toplumumuzda organizasyon yeteneği de düşüktür.
Sorunların çözümü, işlerin yürütülmesi, herhangi bir
konuda gerekli düzenleme ve yapılanmanın gerçekleşmesi,
yeni mekanizmalar yaratılması, hatta varolan kurumların
verimli ve işler hale getirilmesi için gerekli asgari
örgütlülük düzeyi bile tutturulamamaktadır. Organize
olma düzeyindeki yetersizlik, çalışma, üretme, hız olgularındaki
yetersizliğe paralel bir toplam kalite düşüklüğü anlamına
gelmektedir. Bugün toplumumuzda,Tembellik, dağınıklık,
düzensizlik, keyfilik, savrukluk gibi egemen davranış
tarzı ile ters orantılı bir hırs, yükselme arzusu, güç
istemi, kariyer, statü, prestij ve refah talebi vardır
ve bu “ölümcül paradoks”, toplumsal gelişmenin önündeki
en önemli engeldir.
MİLLİ
OLMADAN MODERNLİK, MODERNLEŞMEDEN MİLLİ OLUNMAZ
Milli modernleşme, çalışan, üreten, özgürleşme çabası
gösteren, hızlı hareket edebilen ve organize olabilen
bir toplumsal tempo oluşturmanın adıdır. Bu tempo; refahın,
demokrasinin, özgürlüklerin, aş, iş, güvenlik, adalet
ve hukuk sorunlarının çözümünün ve etik, estetik, felsefi
ve sosyal alanlarda yeni değerler yaratabilmenin alt
yapısıdır. Bu alt yapıyı atlayarak görüntüyü değiştirmeye
çalışmak, bir batılı modeli ithal etmek, topluma dışardan
düşünce ve davranış empoze etmek, modernleşme değil,
batıcılık ve Avrupacılıktır. Bu nedenle “milli” kavramı
hem modernleşme sürecinin sosyal dokuya uyumlu ve özgün
bir tarzda yürütülmesini hem de yabancı toplumları taklit
ve tekrar etme yanlışından dönülerek modernliğin temel
özelliklerini kavrayan ve bu doğrultuda bir değişim
projesini gündeme alan yaklaşımı ifade etmektedir. Milli
modernleşme, batıcılık ve Avrupacılık macerasına son
verecek ama modernleşme arzusu ve çizgisini sürdüren,
bize ait ve bize özgü bir rotanın adıdır. Tıpkı; İngiltere’nin,
Fransa’nın, Almanya’nın, Amerika’nın modernleşmesi gibi,
Türkiye’de kendi koşulları, değerleri, geleneği ve yapısı
içerisinde özgün sorunlara özgün çözümler geliştirerek
ilerleyecektir. Milli kimyanın bütün alaşımlarının seve
seve katılacağı ve herkesin kolektif çıkar ve ideasının
ortak noktalarını temel alan bir modernleşme süreci,hem
devletin trajik güvenlik algılamalarından kaynaklanan
kontrol ve dayatma politikalarını aşarak güvenli
bir geleceğin inşasına yol açacaktır.Hem de çağdaşlık
diskurunun evsahipliğine soyunarak, milleti aşağılama
ve kendi gayri meşru tahakküm mekanizmalarını sürekli
kılma sihirbazlığıyla tepemizde duran zümrelerin, milletin
devletine tasallut etmesine son verilebilecektir.
Türkiye;
Japonya ve Rusya’dan daha fazla ve İran ve Meksika’dan
daha farklı bir modernleşme modeli geliştirebilecek
kapasiteye ve imkanlara sahiptir. Çünkü Türkiye, Mezopotamya
– Akdeniz havzasının kadim uygarlıklarının, Roma’nın
ve İslam’ın varisidir.
|