|
Batı
saldırısına karşı direnen Filistinli
XVIII. ve XIX. Yüzyıl müziğine saatlerini
ayıran beylerden çok daha çağdaştır.
Oysa çağdaşlaşma kavramı, sözcük anlamından
saptırılarak Batı’ya dünya egemenliğini
sağlayan ilişkilerin dayatılmasına kılıf
olmaktadır.
|
|
|
Türkiye'de
teorik çalışmalarıyla tanınan orijinal bir bilim adamı
olan Prof. Baykan Sezer uzun yıllar İstanbul Üniversitesi
Sosyoloji Bölümü'nde kürsü başkanlığı yaptıktan sonra
emekliye ayrıldı. Prof. Sezer'e göre Sosyoloji, toplumların
kendi üzerlerine sordukları ve sürekli yenilenen bir
soru olmaktan başka bir şey değildir. "Sosyolojinin
kendisi de sosyolojik bir sorundur" diyen Sezer,
kendisiyle illgili olarak kaleme alınan bir yazıda
"Batı düşün kalıplarının dışında, takım anlayışından
hareket edenlerin karşısında bir yerli, yerli olduğu
kadar evrensel bir sosyolog" olarak nitelendiriliyor.
Türk sosyolojisinde Doğu-Batı sorunsalını yerli bir
bakış açısıyla ele alan Prof. Sezer'le Avrupa Birliği,
Doğu-Batı ilişkileri ve Türkiye'nin imkanlarını konuştuk.
YARIN:
Batı’nın bir Doğu politikasından sözedilebilir mi?
Batı’nın belli bir doğu siyasetinden söz etmekte güçlük
vardır. Elbet Doğu önünde Batı’nın belli bir tutumu,belli
yaklaşımı bulunmaktadır. Ama güçlük, Batı’nın bunu sistemleştirdiğini,
başka deyişle belli bir siyaset sahibi olduğunu söyleyebilmektedir.
Bu nedenle de Batı’nın Doğu karşısındaki tutumu öne
çıkan yeni koşul ve fırsatlara uyum sağlayarak sık sık
değişikliğe uğramıştır. Bu oynaklık da Batı’nın değişmeye
ve gelişmeye açık olduğu biçiminde yorumlanmaktadır.
Oysa bu oynaklık belli bir üstünlük nedeni değil aksine
bir zayıflık göstergesidir. Bu durum bize Batı’nın her
koşulda sahip çıkacağı, sürekli arkasında olduğu bilinçli
bir Doğu siyasetinden yoksun olduğunu göstermektedir.
Buna karşılık Doğu’nun Batı önünde belli bir siyasetinden
söz edebiliriz. Bu yüzden de Doğu toplumları durgun
toplumlar olarak suçlanmaktadır. Doğu ancak belli bir
tarihe kadar izlenen siyasetin başarısızlığı önünde
yeni arayışlar içine girecektir. Kendi tarihimizden
örnek alabiliriz. XIX. Yüzyıldan bu yana durgun toplum
olmakla suçlanan Türkiye’de çok önemli değişiklikler
yaşanmaktadır. Buna karşılık XIX. Yüzyıldan bu yana
Batı’da neyin değiştiği soru konusudur. Belki görüntüde
bazı değişikliklerden söz edilebilir ama temelde önemli
bir değişiklik olduğunu söyleyebilmek olanağı yoktur.
YARIN:
Batı’nın Doğu’ya ilişkin politikalarının parametreleri
nelerdir?
Batı’nın tarihten süregelen bir siyasetinden söz etmekte
güçlük var ama Doğu önünde tarih boyunca ortak ve değişmeyen
bir yönü bulunmaktadır. Bu da bizlere çağlar boyunca
koşullarda görülen tüm değişikliklere karşın bir Batı
uygarlığından, Batı kimliğinden söz etmemize izin vermektedir.
Batı’nın sorunlarını daha tarih başlangıcından bu yana
bir başına çözememesi, Doğu’nun artı ürününe gereksinim
duyması, Doğu zenginliklerine ticaret ya da soygun yoluyla
el koymasına yol açmıştır. Doğu’nun da aynı biçimde
bazı temel ham maddelerden yoksun bulunması Doğu’yu
kendi dışında toplumlarla ilişki kurmak zorunda bırakmıştır.
Batı’nın Doğu artı ürününe gereksinim duyması ve gerisinde
geniş bir alanı örgütleyerek Doğu’nun bu gereksinimini
karşılamaya gönüllü olması Doğu’nun sınırlı bir soyguna
da göz yumarak karşılıklı ilişkilerin sürmesine izin
vermesine yol açmıştır. Bu arada Doğu’nun Batı siyaseti
belli bir süreklilik içinde Doğu-Batı ilişkilerini denetlemek,
bu ilişkilerin belli bir düzen içinde sürmesini sağlamak,
bu ilişki süresince Batı soygununu dizginlemek ve Doğu
üretiminin Batı saldırılarına rağmen gerçekleşmesine
göz kulak olmak olmuştur. Doğu’da Doğu-Batı ilişkileri
farklılıklar gösterdikçe giderek daha da zenginleşen
bir siyasetten söz edilebilir. Osmanlı İmparatorluğu
bu siyasetin en son ve en parlak örneği olmuştur.
Batı’nın bu ilişkilerde sürekli edilgin oluşu, kendisinin
önemli bir siyaset oluşturmasına izin vermeyecektir.
Tek güdülen Doğu artı ürününe daha fazla el koymak,
yeni soygun olanakları yaratmakla sınırlı kalmıştır.
Olaylar önünde bu olumsuz yaklaşımın belli bir siyasete
temel oluşturabilmesi ise elbet, olanaksızdır.
YARIN:
Doğu’dan Batı’nın istediği tam olarak nelerdir?
Üstünlüğün el değiştirmesi tarihte tanık olunan bir olaydır.
Bu el değiştirmelerin Doğu üzerinde önemli bir etkisi
olmamıştır. Bu el değiştirmeler sırasında çağdaşlaşması
ya da Batılılaşması istenmemiştir Doğu’dan. Oysa Yeni
Çağ’da farklı bir durumla karşı karşıyayız. Batı, Yeni
Çağ başlangıcında kazandığı bu üstünlüğü geleneksel
Doğu-Batı ilişkilerinde değil yeni toplum ve ülkelerle
kurmuş olduğu yeni ilişkilerle elde etmiştir. Bu kazandığı
üstünlüğü Doğu ülkelerine de yayabilmek için yeni toplum
ve ülkelerle kurmuş olduğu ilişkileri Doğu ülke ve halklarına
da dayatmak istemiştir. Bu nedenle Doğu ülkelerinde
bu ilişkilere uyma zorlamaları gündeme gelmiştir. Çağdaşlaşma,
uygarlığa ayak uydurma adı altında sürdürülen Batı-dışı
ülkelerin Batı’ya dünya egemenliğini sağlayan ilişkilere
uyum sağlamaları zorlamasından başka bir anlam taşımamaktadır.
Egemenliğin karşı taraf lehine yitirilmiş olmasının elbet
belli bir fiyatı olacaktır. Ama egemenliğin karşılıklı
ilişkiler içinde el değiştirmesi olayında ilişkilerde
taraf olmaları nedeniyle yeni gelişme karşısında aynı
ilişki ağı içinde taraflar, gerekli biçimi kazanmayı
başarmaktaydı. Ortaçağ boyunca Batı tüm alanlarda geri
düşmüş olmasına karşın kimliğini koruyabilmiştir. Kendi
kimliğinin oluşmasına izin veren ilişkiler dışında ve
oluşmasına herhangi bir dahillerinin olmadığı bir ilişkinin
dayatılması ve bunun çağdaşlaşma adına yapılması günümüzde
Batı-dışı toplumları önemli sorunlarla karşı karşıya
bırakmıştır. Toplumlar kimliklerini yitirmeleri bir
yana varlıklarını bile sürdürememe tehlikesiyle karşı
karşıya kalmışlardır. Kolomb öncesi Amerika uygarlıklarının
başlarına gelenler unutulmamalıdır.
YARIN:
Çağdaşlık, Batı’nın Truva atı mı?
Çağdaşlık
sözlüğüne de açıklık getirmek zorundayız. Bilmem ne
çayırında köy panayırı havasında Beethoven’in 9. Senfonisini
dinlemeyi Anadolu Türk halkıyla alay edercesine, uygarlık
ve çağdaşlık ölçütü saymak buna karşılık 70’li yıllarda
Amerikan emperyalizmine karşı yaşamını hiçe sayarak
vuruşan ve büyük olasılıkla Beethoven’in adını bile
duymamış Vietnam köylüsünü çağdışı saymak, ya da günümüzde
Batı saldırganlığına karşı direnen Arafat’ı kılık-kıyafeti
ve inançları nedeniyle çağdışı sayıp Batı okullarında,
Batı kültürüyle yetişmiş Fransız ırkçı-faşist Le Pen’i
çağdaş kabul etmek olanağı yoktur. Çağdaşlığın tek ve
geçerli ölçütü günümüzü belirleyen ilişkiler içinde
yer almaktır. O da yetmez. Bu ilişkilere geleceği biçimlendirecek
yönde olumlu katkıda bulunmak gerekir. Bu nedenle 70’li
yıllarda ABD’ye karşı çarpışan Vietnamlı ile bugün
Batı saldırısına karşı direnen Filistinli XVIII. ve
XIX. Yüzyıl müziğine saatlerini ayıran beylerden çok
daha çağdaştır. Oysa çağdaşlaşma kavramı, sözcük anlamından
saptırılarak Batı’ya dünya egemenliğini sağlayan ilişkilerin
dayatılmasına kılıf olmaktadır.
YARIN:
Küreselleşme, Doğu –Batı çatışmasının bir aşaması mı?
Batı
dünya egemenliği için temel hazırlama amaçlıdır. Bu
nedenle bütün dünyayı kapsamak isteğindedir. Küreselleşmeyi
Doğu-Batı çatışmasının aşılması saymak yanlıştır. Küreselleşme,
bu çatışmanın günümüzde kazanmış olduğu bir biçimden
öteye gitmemektedir. Yeni sözcükle temelde farklı bir
şey söylenmemektedir. İnsan hakları evrensel beyannamesinden
enternasyonalizme kominternden küreselleşmeye temelde
Batı egemenliğinin dünyaya benimsetilmesi çabası bulunmaktadır.
Yeni bir sözcük aranmasına yol açan değişiklik ne idi?
Küreselleşme ile birlikte egemenliğin pekişmesi yanında
bu egemenliğin hangi biçimde Doğu halklarına benimsetileceği
konusunda da tartışmanın son bulduğu vurgulanmaktadır.
Sovyetlerin çöküşünden bu yana küreselleşme sözcüğü
gündeme geldi. Sovyetler konusu üzerinde bizim çok daha
geniş biçimde durmamız gerektiğine inanıyorum. Bir yerde
Sovyet düzeni Batı egemenliğini Doğu ülkelerine benimsetme
biçimi olarak kalmış, kapitalist Batı’nın başarısız
olduğu yerde etkili olması amaçlanmıştır. Sovyetlerin
Afganistan’da başarısızlığa uğraması Sovyetlerin Batı
içinde ve dünyada oynayacağı rolünün kalmadığı göstergesi
sayılmıştır. Bir sınıf diktatörlüğü olarak kendisini
tanımlayan Sovyet düzeninin herhangi bir sınıfın direnişi
söz konusu olmadan kendi kendini tasfiye edişi ibret
vericidir. Yine aynı biçimde bugün sözcüğün tam anlamıyla
dağın başı Afganistan’ı ABD’nin başlıca hedef seçmesi
Sovyetler’in başarısız olduğu yerde yeni bir arayışa
gerek olmadan Batı dünya egemenliğinin Doğu’ya benimsetebileceğini
kanıtlamak çabasının ürünüdür.
YARIN:Küreselleşme,
Doğu – Batı çelişkisinin aşılması olarak anlaşılabilir
mi?
Küreselleşmeyi
Doğu-Batı çatışmasının aşılması saymak büyük bir yanlıştır.
Aksine Batı elde etmiş olduğu üstünlüğe ve bu üstünlüğün
getirdiği yeni olanaklara dayanarak Doğu’ya eski bir
CIA çalışanı Bin Ladin’in (bugün CIA ile ilişkisini
gerçekten kesti mi?) televizyonlara dizi hazırlanırcasına
piyasaya sürdüğü kasetleri bahane edip daha da pervazsızca
saldırmaktadır. Bu çatışmanın son bulması Doğu’nun kesin
tasfiyesinde görülüyorsa Batı’nın Kızılderililer önünde
başardığını geleneksel Doğu’da da başarabileceğini sanmak
yanıltıcı olur. Kızılderilileri bire kadar kırıp yerlerine
Afrikalıları getirirlerken Doğu halklarını kırıp yerlerine
Merih’ten insan taşıyıp ortaya çıkaran boşluğu dolduracak
durumları yok herhalde. Doğu-Batı çatışmasının aşılması
diye Doğu kırımına gidilmesi tarihleri boyunca hiçbir
biçimde kendisine yeterli bir üretimi gerçekleştirememiş
Batı’nın, bugün de eldeki kaynakların alabildiğince
yağmalanmasından başka bir önerisi yoktur. Doğu kaynaklarına
el konulması belki Batı’ya geçici bir bolluk sağlar
ama sonunda daha bugün doğanın yağmalanmasının doğadaki
dengelerin nasıl bozulduğu göz önüne alınırsa nasıl
bir açmaz yola girileceğini kestirmek zor değildir.
Bugüne değin Batı egemenliğine karşın kimliğini koruyabilen
Doğu yeryüzünde zenginlik üretiminin sürmesine izin
verirken kendi dışında ilişkiler dayatılan Doğu kimliğini
yitirme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Üretici özelliğini
de kaybetmesi durumunda Doğu-Batı çatışması Doğu’nun
temelli ortadan kalkmış olmasıyla son bulacak ama dünyayı
nasıl bir açmazın beklediğini kestirmek hiç de zor değildir.
YARIN:
Bu gelişmeler önünde Türkiye’nin konumu nedir?
Bu tartışmaya geçmeden önce belli yanlış anlamaları ortadan
kaldırmamız gerekir. Tarihin gelişmesinde Doğu –Batı
çatışması belirleyici olmuştur ve bu çatışmada Türklerin
önemli bir yeri bulunmaktadır.Türkler bu ilişkilere
yalnızca katılmakla kalmamış, bu ilişkilerin yönlendirilmesi
ve denetlenmesinde rol almıştır. Bu rolü Türkiye’ye
geleceğin oluşmasında da önemli bir yer kazandırabilirdi.
Bu açıdan Türkiye’nin konumu dünya ilişkilerine Batı
zorlamasıyla katılan ülkelerden çok farklıdır. Yine
Türkiye belli dayatma sonucu değil kendi isteğiyle Batı
seçeneğini benimsemiştir. Toplumlar arası ilişkilerde
Doğu yanında sürdürdüğü siyasetin verimli olmadığı inancıyla
Batı yanlısı bir siyaset gütmeye başlamıştır. Elbet
Osmanlı’nın bu yeni siyaseti, siyasetin dışında tutulan
geniş halk kitlelerine benimsetebilmekte önemli güçlüğü
olmuştur. Bunlar Doğu yanlısı bir siyasetin taşımadığı
güçlüklerdir. Kendisi de Doğu halklarından birisi olması
nedeniyle bu siyasetin oluşması ve yürütülmesinde devre
dışı bırakılmasına karşın Doğu yanlısı bir siyasete
halk hiçbir an tam desteğini esirgememiştir. Batı yanlısı
bir siyaseti halk, kendi çıkarlarına karşı, kendi çıkarlarıyla
uyuşmayan bir siyaset olarak görmüştür. Bu koşullarda
yeni siyasetin benimsetilmesi için olay, bir uygarlık
sorunu olarak tanıtılmıştır. Belli ülkelerle işbirliği
içinde yürüteceğimiz siyasetle toplumlar arası ilişkilerde
Türkiye’nin ağırlığını duyurma girişimleri söz konusu
ülkelerin örnek alınması olarak tanıtılmasının yanlışıyla
karşılaşılmıştır. Bu yanlışta ısrar edilmesi Türkiye’nin
yeni arayışlar içine girmesini engellemekten başka sonuç
vermemektedir. Dün küçük Amerika olacağımız savlarından
bugün İran ile yeni bir siyaset arayışı içine girmemiz
gerektiği söylenince İran’a mı benzeyeceğiz itirazı
ile karşılaşmaktadır.
YARIN:
AB’ye katılmak uygarlığı yakalamanın bir göstergesi
sayılabilir mi?
Bugün AB’ye katılmamız, belli bir uygarlık çizgisini
yakalamakla eş anlamlı sayılmaktadır. Ancak belli bir
uygarlık çizgisine ulaşmış toplumların AB’ye girebileceği
öyküsünü yıllardır dinlemekteyiz. Ya da AB’ye girmemizin
bizim uygarlık yolunda sıçrama yapacağımız söylentisi
bugün de yaygındır. İş, AB’ye giriş koşullarının uygarlık
ölçütü sayılmasına kadar uzanmış bulunmaktadır. Oysa
Batı seçiminde ya da AB üyeliğine sorun, bizim Batı
içinde ne yapacağımız sorunudur, yoksa uygarlık sorunu
değildir. Aksi durumda bizim uygarlıkla ilişkimiz AB’nin
bizimle ilgili alacağı keyfi kararına bağlı demektir.
YARIN:
AB’nin alternatifi olarak Avrasya bir seçenek midir?
AB’ye karşı Avrasya’dan söz edilir oldu. Avrasya konusunda
da Avrasya’ya yaslanarak bizim toplumlar arası ilişkilerde
neler yapabileceğimiz sorusu bulunmaktadır. Bu soruya
yanıt verilmesi gerekmektedir. Aksi durumun temel ilişkilerden
bizim uzaklaşıp dar bir bölgeye kendimizi tutsak etmek,
1071 öncesine geri gitmek, başka bir deyişle 1000 yıllık
bir gerilikten başka anlamı olmaz.
Özetle sorun bizim dünya ve tarih içinde müstesna yerimizi
nasıl değerlendirebileceğimiz sorunu olarak karşımıza
çıkmaktadır.
|