|
Türkiye’deki
insanların büyük çoğunluğu İslam dinine mensup olmaktan mutlu olduğu gibi, cumhuriyetin önemini de kavramakta
ve Milli Mücadele’yi zaferle bitiren
Mustafa Kemal Paşa’yı da büyük bir kahraman
olarak sevmektedir.Doğru siyasetin ilk
gereği kendimizi tanımaktır. Bu zaten
bütün bilgilerin de temelidir. Bilimin
görevi burada başlıyor; siyasetin bilimi
dinlemesinin gerekliliği de ...
|
|
|
İkiyüz
yıllık Türk Batılılaşma macerası bugünlerde sırat köprüsünden
geçiyor. Bugüne dek kesintisiz sürmüş Batılılaşma macerasında
(Padişah 2. Abdülhamit dönemi de buna dahildir) zor
günlere gelindi. Batılılaşma sırat köprüsünden Türkiye’nin,
İbrahim Müteferrika’nın ilk Osmanlı matbaasını açmasından
beri geçiyor. Batılılaşmacı Türk elitlerinin son kuşağının
Batılılaşmanın bitirilmesi ve tam Batılı olmamız anlamında
önümüze koyduğu hedef olan AB’ye girişimiz zannedildiğinden
çok daha zor ve belki de imkansız. Yavaş yavaş ortaya
çıkan bir gerçek de AB’ye giriş gerçekleşmezse Türkiye’nin
bir B planının olmadığı.
Sonuç ne olursa olsun Batılılaşma 200 yıldır Türk iç
ve dış siyasetine, yönetici elitler - çevre ilişkilerine
ve giderek de Türk toplumunun sosyolojisine damgasını
vurdu. Biz burada toplumumuzun Batılılaşma macerası
nedeniyle maruz kaldığı bir sosyolojik vakıadan, “segmentasyondan”
söz edeceğiz. Bildiğim kadarıyla Türk toplumundaki segmentasyondan
ilk söz eden Prof. Şerif Mardin hocadır. Dolayısıyla
onun adını anmadan bu konuyu işlemek kadirşinaslığa
aykırı olurdu.
Kelime anlamıyla segmentasyon “halkalanma” ya da “bölümlenme”
demek olup, daha çok biyolojide ve tabii bilimlerde
kullanılan bir kavramdır. Kelime “halka” ya da “bölüm”
anlamına gelen “segment”ten türemedir. Örneğin biyolojide
yer solucanı, bağımsız ve kendi başına yaşayabilme yetisine
sahip “segmentlerden” oluşur. Bu nedenle bir solucanı
ikiye bölmek ölümüne neden olmaz. Yaralar hızla kapanarak
iki ayrı solucan ortaya çıkar. Sosyal bilimlerde çeşitli
toplumsal kümeleri adlandırmak için daha çok “sınıf”
tabiri kullanılmaktaysa da, sosyal sınıfların, sosyolojide
adet olduğu üzre temellendirilegeldiği gelir seviyesi
ya da meslek olgusu, Türk toplumunda uzun süredir gözlenen
belirgin farklılaşmayı açıklamaktan uzak kalmıştır.
Türk toplumunda sınıflar şüphesiz vardır; ama bunlar
kendi varlıklarını siyasi-toplumsal olaylar alanında
pek belli etmemektedirler.
Siyasilerimiz, Türk toplumunun sınıfsız-imtiyazsız bir
toplum olduğunu her vakit ve her vesile ile vurgulamaktan
zevk alırlar; ancak durum ilk bakışta anlaşıldığı gibi
değildir. Türkiye’de sınıf ilişki-çelişkileri siyasi
hayata ya yansımamakta, ya çok az, ya da dönüşerek yansımaktadır.
Bugün Türk toplumu, birtakım semboller etrafında birleşen
insanlardan oluşan kümelere ya da “segmentlere” bölünmüş
durumdadır. Bu segmentler içinde her sosyal sınıftan
insan görmek mümkündür. Siyasette çokça kullanılan bu
segmentlerin sembolleri (örneğin bayrak, Atatürk, din,
Türklük, Batılılaşma, laiklik gibi) birer sosyal kimlik
oluşturmakta olup; sembollere yapılan bir saldırı insanların
kendi kimliklerine saldırı gibi anlaşılmaktadır. Dolayısıyla
bu sembolleri korumak için siyasete atılmak iddiası,
birçok politikacıya çok oy getirmekte ve onlar da ne
için seçildiklerini iyi bildiklerinden, meclis ve sivil
siyasette bu semboller kavgası sürüp gitmektedir.
Soyut semboller uğruna mücadelenin bir toplumun insanlarına,
somut ekonomik çelişkiler için mücadeleden daha çekici
gelmesinin, o toplumun dahil olduğu kültür ve uygarlık
açısından iyi mi, yoksa kötü mü olduğunu söylemek zor.
Bunun, o uygarlığın yüksek bir düzeye erişmesinden ve
insanlara kolaylıkla, gündelik sorunları aşan yüksek
idealler aşılayabilmesinden geldiği söylenebileceği
gibi; o uygarlığın bir bunama çağına girdiği ve artık
hayatın gerçekleriyle bağdaşamadığı da söylenebilir.
Bunun tartışması bu yazının konusu dışındadır.
Semboller mücadelesi mi daha şiddetli olur ve bir topluma
daha pahalıya patlar; yoksa sınıf mücadelesi mi? Burada
ancak şunu kesinlikle söyleyebiliriz: Sınıf mücadeleleri
toplumsal iktisadi bölüşümde uzlaşmazlık nedeniyle olduğundan
daha reeldirler ve bir uzlaşma zemini bulmak, ya da
elde edilecek hasıla için tabir
caizse pazarlık etmek, daha olasıdır. Oysa segment mücadeleleri
semboller etrafında döndüğünden daha duygusal bir zemindedir
ve neyin çatışmaya, neyin uzlaşmaya götüreceğini kestirmek
zordur. Ya da başka ifadeyle, kimlik ve kişilik konusunda
pazarlık etmek daha zordur.
Kelimenin geniş manasıyla segmentasyon sadece Türk toplumuna
özgü bir özellik değildir. Dünyanın bütün toplumlarında
ya da milletlerinde bu olguya az çok rastlanır. Bütün
toplumlarda hemşehrilik, Amerikan toplumu gibi çok dinli
bazılarında da din bir ortak semboller kümesi oluşturarak
alt kimlikler yaratır.
Aslında bu endişe edilecek bir durum da değildir; insanın
toplumsallaşmasını artırdığından faydalıdır ve birçok
araştırma-inceleme ulusal düzeyin altındaki bu küçük
toplumsallaşmalara önem verirler.
Ancak segmentasyon Türkiye’deki gibi segmenter kimliklerin
birbirlerine hasım bir konum almaya başladığı toplumlarda
zararlı hale gelmeye başlar. Eğer segmentasyon, karşılıklı
tırmandırma ile belli eşik değerleri aşacak olursa da
“millet” denen bütün tehlikeye girer. Yakın geçmişte
sıksık siyasette gözlediğimiz de bu oldu. Sınıfların
varlığı milletin bütünlüğüne bir tehdit oluşturmaz;
çünkü sınıflar ayrımı ve ilişkileri, yukarıda da değindiğimiz
gibi, toplumsal hasılanın bölüşüm düzeyinde cereyan
eder. Ancak segmentler “idealar düzeyinde” ya da “manevi
alanda” bir farklılaşma oluşturduklarından segment bağlılığının
uygun koşullarda millet bağlılığının yerini alması tehlikesi
vardır.
Sizce
bunlar tehlikeyi olduğundan fazla mı abartıyoruz? O
halde yakın geçmişte Türk politikasında rakiplerin birbirlerini
vatana ihanet, gaflet ve delaletle suçlama sıklığını
araştıralım. Bir ara “Kemalist” ve “İslamcı” kelimeleri
etrafında dönen kamplaşmaların ne derece bir toplumsal
histeriye döndüğüne dikkat edelim. “İslamcı örgütlenmelerin”
varolan düzeni içten yıkmaya çalıştıkları; ya da “Batıcı
elitlerin” bu ülkenin bağımsızlığını ve milli kimliğini
yok ederek; Avrupa’ya teslim etmek istediği gibi felaket
senaryolarına kulak verelim.
Hemen
belirtmeliyim ki, burada bu çatışmanın bir tarafını
suçluyor değilim. Müsadenizle “bütün tarafları” suçlayacağım.
Aşağıda açıklayacağım gibi yanlış varsayımlardan hareket
etmektedirler ve böyle sürdürürlerse yol açacakları
zararlardan tarih önünde sorumlu olacaklardır.
Bu ülkede 30 yıla yakın bir süre insanlar öldürüldü.
Özellikle 1970 - 1980 döneminin sokak terörü, çözümlememiz
açısından çarpıcıdır. O dönemde şiddet içeren parçalanma
“sol” ve “milliyetçi” kavramları etrafında idi. Hepsi
de ülkeyi kurtarmak amacıyla hareket ettiğini iddia
eden gençlik kümeleri “karşı segmentin” gençlik kümeleriyle
çatıştılar. Her iki tarafta da kanaatler samimi ve karşılarındakiler
“ülke düşmanıydı”. Bu gençlerin, çatışmalarda en önde
yer alanlarının daha çok alt düzey gelir grubu ailelerden
geldiklerini görüyoruz. Dolayısıyla bu olaylar da bir
sınıf çatışması değildi. Her iki taraf da karşıtlarını
“kandırılmış” görüyorlar ve Türkiye için sosyal adalete
dayanan ve alt gelir gruplarıyla üsttekilerin arasını
kapatmaya yönelik ekonomik reformlar öneriyorlardı.
Bu çatışmaların “şehitleri” bugün de düzenlenen legal-illegal
törenlerle anılır. Bu törenlerde bugün coşan, bazan
de intikam yemini eden yeni nesiller, aslında bu olaylar
olduğunda ya doğmamışlardı ya da küçük birer çocuktular.
Ancak “şehitlerini” bu olayları sanki dün kendileri
yaşamış gibi bir duygusallık içinde anmaları bize segmenter
kimliklerin bu toplumda artık kurumlaştığını gösteriyor.
Yani segmenter kültür aynı canlılıkla nesilden nesle
devrediliyor.
Yakın geçmişte bazı terör olayları sonucu bu listeye
ne yazık ki, örneğin Uğur Mumcu ve Ahmet Taner Kışlalı
gibi isimler eklenmiştir. Bu olaylar olduğunda da geniş
insan kümeleri resmi makamların soruşturmasını beklemeden
derhal hükümlerini vermişler ve “segmenter karşıtlarını”
toptan suçlamakta bir sakınca görmemişlerdir.
Bu çatışmalara karışanların ya da karşıtlarınca suçlanan
bazı mihraklarla ilişkisi olanların bu toplumda azınlığı
teşkil ettiği, dolayısıyla böyle bir toplumsal çözümlemede
delil teşkil etmeyeceği gibi karşı iddialar ileri sürülebilir.
Ancak hepimiz biliyoruz ki, bu şekil toplumsal hadiselerde
uç veren unsurlar herzaman benzer görüşleri paylaşan
büyük kitlelerin daha aşırı ve küçük bir bölümüdür.
Katılım az olsa da sempati çevresi çok daha geniştir.
“Nitekim” 1970-80 arası dönemden sonra gelen sıkıyönetimin
yetkilileri de “kahveler bölünmüştü; aileler kız alıp
vermeyi bırakmıştı” gibi açıklamalar yaptılar.
Bütün bunlara bakarak segmentasyonun Türk toplumunda
yıllardır sürdüğünü ve son birkaç yılın eseri olmadığını
söyleyebiliriz. 1970-80 arası dönemde segmenter kimlik
“sol” ve “milliyetçi” çelişkisiyle açığa çıkmıştı. Sonra
isimler değişerek “Kemalist” ve “İslamcı” kelimeleri
şöhret buldu. Bir başka fark; 12 Eylül 1980’den önce
sol ve sosyal demokrat çizginin “kökü dışarıda bir fikriyata”
mensup olmakla suçlanmasıydı. 28 Şubat 1997’den sonraki
dönemde İslamcılık aynı şeylerle suçlandı. Ancak bunlar
yeni oluşumların adı değildir; aşağıda açıklayacağımız
gibi temelde sürekli olan karşıtlık her dönemde yeni
bir çehreye bürünmektedir.
Çatışmacı segmentler için karakteristik olan; sadece
Türkiye’de değil
Batılılaşma şoku ile karşılaşmış birçok doğu toplumunda
da görülmeleridir. Doğu toplumları deyince İslam ülkelerini,
Rusya’yı ve kimi Balkan ülkelerini kastediyoruz. Bu
ülkelerin tarihlerinde de birbirine çok benzer şekilde
bir “din-dünya birliği” telakkisine rastlıyoruz.
“Din-dünya birliği”, Ortodoks Hıristiyan dünyada ve
İslam dünyasında rastlanan, Batı Avrupa toplumlarına
genellikle yabancı bir tarihi vakıadır. Ortodoks ve
müslüman toplumların kendi tarihsel gelişim süreçleri
içinde siyasi iktidar din müessesesini de bir “devlet
kurumu” haline getirdiğinden, bu toplumlarda felsefi
özerklik ve bunun somuta yansıyışı olan kurumsal özerklik
yoktu. Siyaset, din ve toplum yekpare bir bütün arzederdi.
Bu bütünün oluşturduğu uyumlar dünyasında toplumun bütün
unsurları vücuttaki çeşitli organlar gibi konumlarını
alırlardı.
Bütün müesseselerin “tek ve ideal” bir amacı vardı.
Bu toplumlarda bütünlüğü “amaç birliği” sağlardı; bunun
bugüne ilişkin karşılığı “kültürel milliyet” bağıdır;
yani o milletin kültürünü kabul eden herhangi biri,
aslı ne olursa olsun o milletten olur.
Batı Avrupa toplumlarının, en azından son 400 yıllık
tarihi, dini dünyevi kurumlar arasında gergin ilişkiler
ve dolayısıyla kategorik ayrımlara dayandığından, Batı
toplumları içinde Modern Çağ’a yol açan hareketler,
ilk dönemleri hariç, topluma tehdit olarak algılanmadı;
çünkü bu toplumlar kategoriler kargaşasına alışkındı.
Bu tarihsel süreç içinde giderek toplumsal bütünlüğü
“köken bağı” sağlar oldu. Bunun bu güne ilişkin karşılığı
“etnik milliyet” bağıdır; o milletten olmak için soy
olarak o millete dahil olmak gerekir.
Bunun bugün Batı’da tek büyük istisnası Amerika Birleşik
Devletleri’dir. Burada toplumsal bütünlüğü “ülke bağı”
sağlar. Amerikan tarihi boyunca türlü güçlüklere katlanarak
bu ülkeye göçmüş insanların ve onların soyundan gelenlerin
bu ülkeyi bir “ideal” kabul ettiği varsayılır.
Yukarıdaki satırlardan anlaşıldığı gibi, arka-plan çözümlemesini,
Doğutoplumlarının “idealar dünyasına” dayandırarak ya
da F. Fukuyama’nın tabiriyle “timotik düzeyde” yapıyorum.
Bilindiği gibi, “Timos” Eski Yunan’da insan ruhunun
öfke, gurur ve saygı gibi duyguları salgılayan bölümüdür.
Çözümlemeyi böyle yapmanın iki sebebi var:
1) Daha önce belirtildiği gibi, konu bir toplumsal bölüşüm sorunu değildir;
dolayısıyla somut düzeyde değildir. Soyuttur; kimlikle
ve bunun etrafında dönen “hayat tarzları” ile ilgilidir.
2) Modern dünyanın dayattığı teknolojik ve bilimsel ilerleme, sanayileşme ve
şehirleşme gibi somut yenilikler konusunda herkes fikir
birliği içindedir. Bunlar çatışma konusu değildir.
19. y.y.da Batı’nın ilerleyen dalgası en şiddetli sadmeyi
İslam dünyasında yaptı. Birçok İslam ülkesi bir anda
sömürge haline geldiği gibi; bundan kurtulabilen kimi
bazıları, örneğin Türkiye ve İran, eski “parlak” günleri
ile kıyaslanamaz bir horlanma ile karşıkarşıya kaldılar.
Felaket ölçüsüz derecede büyüktü. Bir toplumun var kalması
ya da sömürgeci güçlerce yutulması sözkonusuydu. Bu
olağanüstü halde süratle ve çok da ayrıntılandırılmamış
bir takım gelecek projeleri geliştirildi. Bunlar kabaca
iki bölüme ayrılabilir:
1) Eski toplumsal düzeni ve onun temellerini oluşturan
gelenek ve dini telakkiyi tavizsiz korumak; teknolojik
ve bilimsel gelişmeyi sağlamak; hatta mümkünse bu gelişmeyi
ordu gibi çatışmada en ileri cepheyi oluşturan kurumlarla
sınırlamak.
Ancak bunun nasıl olabileceği konusunda inandırıcı bir
plan ve program önerisi olmadı.
2) Tam Batılılaşmış bir millet olmak. Yani teknolojik
ve bilimsel gelişmeyi Batı tipi bir toplumsal modelin
ürettiği varsayımıyla bütün toplumu Batılılaştırmak.
Ancak burada da toplumsal kimliğin, dolayısıyla toplumsal
varlığın nasıl korunacağı konusunda inandırıcı bir plan
ve program önerisi olmadı. Doğu toplumları 20. y.y.a
bu fikirlerin oluşturduğu kargaşa ortamı içinde girdi.
Ortodoks dünyada radikal Batılılaşmacı bir proje olan
Marksizm, gerekirse şiddet uygulanarak yürürlüğe kondu.
İslam dünyasında ise siyaset düzeyinde genellikle eklektik
(yani her iki fikir demetinden de unsurlar taşıyan)
projeler uygulanmaya çalışıldı (Kemalizm ve daha az
ölçüde Nasırizm gibi). Ancak bu projeler de sorunu tam
olarak halledemedi ve sonuçta İslam ülkelerinde (Türkiye
dahil) bugünün, tabir caizse “yarılmış toplumsal bilinç
dışı” oluştu. Siyasette, sanatta ve diğer toplumsal
faaliyet alanlarında “Batıcılar” ve “Gelenekçiler” ortaya
çıktı.
Sorunları çözmeye başlamak sorunların varlığını kabul
etmekle başlar. Bugün bu ülkede, en azından sivil siyaset
düzeyinde, bu bölünmenin tezahürlerini görüyoruz: Modernleşmek
ve Batılılaşmak ya da Türk ve İslam kalmak. Elbette
bu iki ana fikir akımının temsilcileri, karşı tarafı
simgelemek için kullandığımız kelimelerin kendilerine
de ait olduğunu söyleyeceklerdir. Bu satırların yazarı
da bu konudaki samimiyetlerine itiraz edemez. Burada
sözkonusu olan baskın sembollerdir ve bu semboller etrafında
oluşmuş olan segmentler için sorunun mantık düzeyinde
tartışmasından çok sembollerin bizatihi kendilerine
bağlılık önemlidir. Çünkü artık onlar bir KİMLİK oluşturmaktadır.
Şimdi Türkiye’deki çatışmanın bütün taraflarını neden
suçladığıma geliyorum. Her iki taraf da yanlış bir varsayımdan
hareket etmiş; ve kendi segmenterÊözelliklerini bütün
millete teşmil ederek karşı tarafı “küçük bir azınlık”
gibi göstermeye çalışmıştır. Oysa bu toplum içinde bir
tarafa ilgi gösteren kadar öbür tarafa da ilgi gösteren
olduğunu anlamalıyız.
Toplumsal bilinç dışı bu şekilde yarılmış ülkelerde,
devlet ve siyaset elitinin de bir “orta yolcu” kimlik
üretmeleri ve bölünmeyi engellemek için gerekirse antidemokratik
yöntemlerle bunu topluma giydirmeye çalışmaları garip
karşılanmamalıdır. Bu, ülkesini birlik ve beraberlik
içinde görmek isteyen her devletin “gayrı ihtiyari”
bir refleksidir. Türk Devleti de “Kemalist milliyetçiliği”
böyle bir devlet kimliği olarak benimsemiştir. Ancak
20. y.y.ın büyük bölümü boyunca süren bu “kimlik dikte
etmek” pek başarılı bir sonuç vermedi. Hepsi de aslında
“bütünlük ve uyumu” arayan bir Doğu kültürünün etkisi
altındaki Batıcılar, Gelenekçiler ve Devlet, satranç
oyununda şah çekmenin imkansız olduğu “pat” durumuna
benzer bir denge oluşturdular.
Burada sözlerimin yanlış anlaşılmaması için şunu vurgulamakta
fayda var:
Türkiye’deki insanların büyük çoğunluğu İslam dinine
mensup olmaktan mutlu olduğu gibi, cumhuriyetin önemini
de kavramakta ve Milli Mücadele’yi zaferle bitiren Mustafa
Kemal Paşa’yı da büyük bir kahraman olarak sevmektedir.
Ancak değişik segmentler arasında ve segmentlerle resmi
devlet ideolojisi arasında İslam dininden anlaşılan
farklı olduğu gibi, cumhuriyetten ne anlaşıldığı ve
Mustafa Kemal Atatürk’ün ne yaptığı ya da yapmak istediği
konusunda da farklı kanaatler vardır. “Yoktur” diyen
olursa, Türk demokrasisinin, kitlelere mal olmak açısından
geliştirdiği en başarılı proje olan merkez sağ fikriyatın
iktidarlarına genellikle askeri darbelerin son verdiğini;
dolayısıyla, en azından ordu ile kitle partileri arasında
temel konularda görüş ayrılığı olduğunu hatırlatmak
isterim.
Sorunun çözümü için böylece ilk adımın ne olduğu ortaya
çıkıyor: Nisbi bir istikrar oluşturmuş bu pat durumunu,
milletin üzerinde uzlaştığı yeni bir proje gelene dek
bozmama. Tabii ki bu bir ara çözümdür. Ve sorunları
sürekli erteler.
“Artık kaybedecek vaktimiz kalmadı; sorunu hızla çözelim”
diyerek tek yanlı ve iyi düşünülmemiş bir müdahale sorunları
daha da içinden çıkılmaz hale getirir.
Buna iyi bir örnek yakın geçmişteki sekiz yıllık temel
eğitim konusudur. Tarafların konuyu o dönemde nasıl
ele aldığını hatırlayınız.; tipik segmenter çatışmaya
işarettir. Kısa zamanda bayraklaştırıldığından bütün
demokratik ve makul ülkelerde olduğu gibi teknik düzeyde
tartışmalar değil; savaş halini andıran duygusal sahneler
yaşandı . Ben, o dönemde sekiz yıllık “kesintisiz” eğitimin
niçin “kesintilisinden” daha iyi ya da kötü olduğu konusunda
bu kadar karşılıklı ısrarı haklı çıkartacak makul ve
teknik bir tartışma izlemiş değilim.
Çocuklarımızın
sekiz yıllık temel eğitim almasına ben de taraftarım.
Ama yeri gelmişken; bu projeden maksat, İmam Hatip Liseleri’nin
orta bölümlerini kapatarak gelenekçi İslamcı partilerin
taraftar kazanmasını önlemek ise, yüzyıl başı Osmanlıda
öne sürülen “medenileşmek için toptan Hıristiyan olalım”
gibi fikirler bana daha gerçekçi geliyor. Devletin,
milletine dinini öğretmek için açtığı okulların kamu
düzenini bozduğu iddiası segmenter çatışma içindeki
Türk kamuoyunda çok ciddiye alınabilir; ama hiç olmazsa
bu iddianın yurtdışında duyulmamasını sağlamalıyız;
çünkü ben bu ülkenin yurtdışında alaycı tebessümlerle
izlenmesini görmek istemiyorum.
Öte yandan gelenekçi segmentin liderleri de, bütün okulları
İmam Hatip yaparak toplumsal seyirde değişiklik yapacağını
zannediyorsa, burada İmam Hatip kökenli ateist dostlarımı
anmadan geçemeyeceğim. Nihayet insan özgür bir varlıktır.
Kendi seçimini kendi yapar. Bu tür çekişmelerin hasıl
ettiği bir tek sonuç olacaktır: Segmenter kimlik karşıtlıklarını
tırmandırma. Oysa politika bir “maliyetleri düşürme”
sanatıdır. Toplum zaten akacağı mecrada akmaktadır.
Politikanın görevi bu akışı kolaylaştırmak ve toplumsal
maliyetleri düşürmektir.
Devlet
bu tür sürtüşmelerde taraf tutmamak zorundadır. Çünki
eğer devlet gücü bir segmentin yanında öbürüne karşı
seferber edilerek milli birlik sağlanmak istenirse,
nihai zafer için Türk milletinin bir ya da öbür yarısını
imha etmek gerekir. Ancak devletin tarafsızlığı ne yazık
ki, bu olayları izleyen yıllarda geniş bir şekilde konan
ve imam hatip liseleri ve ilahiyat fakültelerine de
yaygınlaştırılan başörtüsü yasağı ile zedelendi. Şimdi,
üyesi olmaya çalıştığımız Avrupa Birliği vatandaşı bir
İngiliz ya da Fransıza müstehzi gülümsemelerle baş sallatacak
şöyle bir olay gelişiyor: Devlet okulları olan imam
hatip liseleri ve ilahiyat fakültelerinde verilen din
eğitiminde kadınların başını örtmesinin dinin bir emri
olduğu çocuklara ve gençlere öğretilir; yine devlet
kurumu olan Diyanet İşleri Başkanlığı da verdiği bir
fetva ile bunu teyit eder. Okullarına ve hocalarına
güvenen iyi niyetli çocuklar ve gençler de bu bilgiyi
aldıktan ve kabul edip uygulamak üzere başlarını örttükten
sonra da başörtüsü bu okullarda yasaklanır. Eh ne demişler:
“Bien pour l’orient” (1).
Bu satırların yazarınca çözüme ikinci adım, Türkiye’de
işleyen, yani karşılıklı diyalog sağlayan bir demokratik
düzen oluşturmaktır. Demokratik bir devlet, bütün görüş
ve fikirlere eşit uzaklıkta olmalı; tartışmayı sonuna
dek güvenceye almalı ve şiddeti de şiddetle cezalandırmalıdır.
Bunun yolu bütün fikir yasaklarını kaldıracak; ancak
yer, zaman veya hedef göstererek insanları şiddete sevketmeyi
yasaklayacak bir fikir hürriyeti kanunundan geçiyor.
Bu kanundaki tanımlar açık ve net olmalı; uygulamada
fikir hürriyetini engelleyecek şekilde yozlaşmalara
izin verilmemelidir.
Bu makalenin hacminin kapsamlı bir araştırma için çok
dar olduğu açıktır. Bu nedenle yazılanlardan maksat
yeni bir perspektifi tartışmaya açmak ve yeterli araştırmaların
yapılabilmesi için bir uyarıcı olmaktır. Sonuçlarımızı
tekrarlarsak, ülkemize sürekli vakit ve enerji kaybettiren
toplumsal segmenter çatışma sorununun çözümüne iki aşamalı
bir yaklaşım önerdik:
1) Devletin tarafsızlığı: Devletin karşıt toplumsal
segmentler arasında tercih yapmaya kalkarak dengeleri
bozmaması. Bu uygulama uzun yıllar başarıyla tecrübe
edilmiş olduğundan itiraz edilecek bir yanı yoktur.
2)
Demokrasinin geliştirilmesi: Toplumun üzerinde ittifak
edeceği bir çözümün ortaya çıkması için insanlığın elindeki
en gelişmiş yöntem olduğundan, burada da itiraz edecek
bir yan yoktur.
Birkez daha tekrarlamalı ki, sorunları çözmeye başlamak
sorunların varlığını kabul etmekle başlar. Segmentasyon
toplumsal bir vakıa olarak kabul edilmesi ve her siyasi
sıkıntıya düşüldüğünde kaşınmaması gereken bir toplumsal
vakıadır.
Ama tuhaf bir şekilde “milli birlik ve beraberliğe çok
ihtiyacımız olduğu şu dönemde ...” diye başlayan siyasi
söylevlerin büyük çoğunluğu devamında bir segmentin
değerlerine saldırır. Segmentasyonun nedeni toplumumuzda
200 yıldır devlet elitleri eliyle yürütülmeye çalışılmış
batılılaşmadır. Ama segmenter bir topluma yönelik bir
yazı yazdığımdan, burada Batılılaşmanın kötü birşey
olduğunu kasdetmediğimi de yazıma eklemek zorundayım.
Bu anlamda artık uyum içinde bir Osmanlı toplumu değiliz;
aradan geçen iki yüzyıl içinde başka birşey olduk.
Batılı da değiliz; çünkü (bütün segmentler dahil) gerek
yönetici elitler gerekse de halk olarak, toplumsal bilincin
200 yüzyıllık Batılılaşma ile cilalanmış ince katmanı
kaldırıldığında, hala alttan Şark despotizmi ve feodal
yapılarının çıktığı görülüyor.
O halde doğru siyasetin ilk gereği kendimizi tanımaktır.
Bu zaten bütün bilgilerin de temelidir. Bilimin görevi
burada başlıyor; siyasetin bilimi dinlemesinin gerekliliği
de ...n
1
) Bien pour l’orient: Fransızca “Doğu için iyi”. Fransız
edebiyatında Doğu ülkeleri ve özelde Osmanlı ve Türkleri
hicvetmek için kullanılan deyim. Aslında Batılı standardın
altında kötü olan ama Doğu’da yapıldığında yine de kabul
edilmesi gereken şeyler; çünkü Doğu’da standartları
gelişmişlik seviyesine uygun şekilde daha düşük tutmak
gerekir.
Burada
kaydedilmesi gereken bir başka nokta, kendimiz hakkında
en değerli kanaatin kendimizinki olmasıdır. Ancak biz
kendi anlayış biçimlerimizin çözümsüzlüğü içinde öylesine
boğulduk ki, bakışımızı tazelemek için ister Ê istemez
Brecht’vari bir yabancılaştırma efekti gerekiyor.
|