|
“Osmanlı’da
önemli olan devlete hizmet etmektir,
bir yerden sonra hizmet edenin kim olduğuna
da bakılmamıştır. Bugün de Derviş Paşa’mız
vardır, belki dışardan bastırılmıştır,
ama nihayet devlet onu kendi lehine
kullanmak için bir yere almıştır. Ben
çok çaresiz olduğumuza inanmıyorum.”
|
|
|
İstanbul
Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölüm
Başkanı Prof. Korkut Tuna ile Doğu-Batı İlişkileri
çerçevesinde Türkiye ve Avrupa Birliği hakkında konuştuk.
Prof. Tuna, Türkiye’nin AB dışında da çok farklı ve
zengin seçenekleri bulunduğunu, Türkiye’nin tarih,
coğrafya, medeniyet, kültür olarak önemli bir miras
üzerinde şekillendiğini belirterek, Batı medeniyeti
dışında Doğu’ya özgü bir medeniyetin varolduğunun
altını çiziyor. Son yıllarda çok yoğun şekilde tartışılan
AB’nin Türkiye için ne kadar gerçek bir seçenek olup
olmadığı konusunda orijinal düşüncelere sahip bulunan
Prof. Korkut Tuna, yüzeysel tartışmalardan sıyrılarak,
olaya Türkiye’nin imkanları çerçevesinde akılcı ve
soğukkanlı bakılmasını öneriyor.
YARIN-
Bugünkü konjönktürde Doğu-Batı çelişkisini nasıl
tarif ediyorsunuz, Küreselleşme bu çelişkinin aşılması
mıdır? Bu çelişki ekseninde Türkiye’nin konumu için
neler söyleyeceksiniz?
-
Günümüzde belli bir küreselleşme tartışmasıyla karşı
karşıya bulunuyoruz. Adeta gündemi tayin eder vaziyettedir,
fakat günümüz dünyasının temelleri ve içinde yer aldığımız
coğrafya olgusu içinde bir Doğu Batı ilişkisini görmemiz
mümkün. Bu Doğu Batı ilişkisinde, tarihin belli bir
döneminde Anadolu’da önemli bir konum ve yerde bulunduk.
Daha çok, belki belli bir dönem Batıya karşı sürdürülen
sonra Batı karşısında takınılmak zorunda kalan siyasetler
içinde bugüne geldik. Bugün artık ilişkilerin sanki
Doğu-Batı çatışması kalkmış ya da başka bir boyut almış
gibi değerlendirildiğini görüyoruz. Benim açımdan da
Doğu toplumu olarak veya Doğu toplumlarının Batı’ya
karşı savunucusu, yerine göre silahlı gücü, geçerli
siyaset sahibi olan bir toplum olmaktan çıktığımızda,
sanki ilişkileri Batı karşısında sürdürmek zorunda kaldığımız
tutumlar, tavırlar olarak anlatmak daha geçerli gibi
gözüküyor. Bu küreselleşme tartışmalarıyla da belli
bir boyut kazanmış vaziyette. Bu bakımdan Türkiyenin
konumu Doğu-Batı ilişkileri çerçevesinden çıkmış olsa
dahi, önümüzde önemli bir sorun olarak bulunmaktadır.
Çünkü bana göre Türkiye Doğu- Batı ilişkilerinde sahip
olduğu rolü bu defa küreselleşme içinde kazanmaya aday
gözükmektedir, ama ne yazık ki, küreselleşmenin bütün
yaptırımları, toz pembe yüzüne rağmen en acı yanları
Türkiye üzerinde gerçekleştirilmektedir. Türkiye’nin
konumu henüz tarih ve toplumsal özellikleriyle bu yeni
söylem içinde ortaya konmuş değildir, bu bakımdan bizim
bir yandan bu küreselleşme içinde düştüğümüz durum kadar
Avrupa Birliği adaylığımız da gündeme gelmektedir. Çeşitli
görüşler ileri sürülmektedir, hatta küreselleşen dünya
karşısında Avrupa Birliği’nin de konumunun ne olacağı
tartışmalıdır, belki onlarda bir araya gelerek, birbirlerine
dayanarak yeni bir küre oluşturmaktadırlar ki kendi
içinde, Türkiye böyle bir çerçevededir, bu çerçeve içinde
kendi Doğu siyasetini bıraktığından beri zaten Avrupa’ya
yaklaşmakta ve Batılı gibi olma siyaseti ile ayakta
durmaya çalışmaktadır.
Bunun
günümüze geldiğimiz zaman karşılaştığımız olumlu yanları
belki, ama olumsuz yanları da muhakkak olmuştur, bu
bakımdan meseleyi içinde olmak veya olmamak açısından
değerlendirirsek ben şunu söylüyorum, Biz Batıyla ya
da bir zamanların Avrupalı Batısıyla belli bir ilişki
içinde bulunduk; dolayısıyla bizim Avrupa Birliği içinde
bulunmamız hakkımızdır, çünkü Avrupa bizim belli bir
yere kadar da olsa, Viyana kapılarına kadar da olsa,
damgamızı taşımaktadır. Yapılan bütün tahribata rağmen
gerek toplumsal izler gerekse tarihi izler olarak bunu
silmek bugüne kadar mümkün olmamıştır. Bu bakımdan bizim
bu çerçeve içinde tarihimizden gelen birikimi, muktesabatı
iyi değerlendirmemiz gerekmektedir, bu bizim Avrupa’nın
dışında kalmamızı gerektirecek bir birikim veya muktesabat
değildir. Bundan rahatsız olan biz değil Avrupa’dır.
Dolayısıyla bizim böyle bir özelliğimiz vardır.
YARIN-
Türkiye’nin dünyadaki rolü ne olmalıdır? Avrupa Birliği
üyesi bir ülke mi, ABD müttefiki bir Türkiye mi yoksa
Avrasya öncelikli bir Türkiye mi? Bu sorular bağlamında
Türkiye’nin seçenekleri hakkında neler söylersiniz?
-
Türkiye’nin dünyadaki rolü bence çok önemli. Bizim kadar
böyle iki dünya arasında ve her ikisini yaşamış bir
toplum bulmak çok zor. Bu günümüzde olduğu kadar tarihte
de böyledir. Önümüzde ihtimaller zengindir, sizin de
belirttiğiniz gibi, bir Amerika müttefikliği vardır,
bu bize belki de bizim dışımızda ama yerine göre bizim
lehimize olabilecek bir siyaset imkanı ortaya koyabilmektedir.
İkinci olarak Avrupa Birliği’yle yani eski Batıyla ilişkilerimiz
vardır, bu açıdan ele aldığımızda yine söz sahibi olabileceğimiz
bir konumda bulunuyoruz. Üçüncü olarak yine tarihi bağlarımız,-bugün
nasıl değerlendirilse değerlendirilsin- İslam alemiyle
olabilir. Kök bir yakınlığımız vardır, kök birliğimiz,
tarih birliğimiz, din birliğimiz vardır, bu da günümüzde
-Türkiye’de tartışılan olaylar dışında- Türkiye’ye bir
siyaset yapma imkanı kazandıracak durumlardan bir tanesidir.
Bir başka açılım, Avrupa Birliği veya Amerika dışında
veya hepsini birden değerlendirebilirsek Orta Asya Türklüğü
ile olan ilişkilerimiz ve bunun çerçevesinde elde edilebilecek
siyasetler, yapılabilecek işler ortaya çıkmaktadır,
bu bakımdan Türkiye bunlar çerçevesinde bu ilişkiler,
bu toplumlararası ilişkiler çerçevesinde bir şeyler
yapmaya muktedir dünyanın nadir ülkelerinden biri olsa
gerektir. Bütün bunların üstüne bir de 1980 sonrası
-belki de biraz ticari ilişkilerle- bugüne kadar ilişki
kurmadığımız ülkeler gündeme gelmiştir; Çin’e, Uzak
Doğu’ya, Afrika’ya, Güney Amerika’ya ticaret için gidiyoruz.
Bunların da bize bir açılım getirdiğini söylememiz mümkündür,
bu bakımdan ben Türkiye’nin, şayet mümkün siyasetler
olursa, önünün tıkalı olduğuna inanmıyorum. Onun için
muhakkak bir siyaset sahibi olmamız gerekmektedir. Bu
siyaset sahibi olmak da tabii ki dümen suyuna gitmek
ya da belli ülkelerin siyasetinin destekçisi, pişekarı
olmak değildir, bu kendi başımıza, bağımsız bir siyaset
sahibi olmakla mümkündür. Bu bakımdan Türkiye’ye önemli
görevler düşmektedir, Türkiye -belki artık kullanılmıyor
ama- dünyadaki, belkide daha çok Doğu’daki mazlum ülkelerin
temsilcisi, sözcüsü olabilecek konumdadır; böyle bir
tarihe, birikime, tecrübeye sahiptir; başarısız olsa
da bu birikimlerin bazılarından bir şeyler çıkartmak
mümkündür. Türkiye’nin, dünya ile ilgili ilişkilerini
sağlam yürüttüğü takdirde, belki Amerika’nın kurmakta
olduğu yeni dünyanın içinde bir parça olmasa bile yine
ilişki ağları içinde kendi küreselliğini oluşturması
mümkündür. Bunun içinde İslam alemi vardır, Orta Asya
vardır, sözü edilen Avrasya ittifakları sözkonusu olabilir,
bu bakımdan bunu söylemek mümkündür, fakat günümüze
geldiğimizde bu siyaseti ya da siyaset yapma imkanına
sahip kadroların ağır bir eleştiri karşısında bulunduğunu
görüyoruz. Bir şekilde devletin tasfiyesi, küçültülmesi
istenmektedir, Osmanlı’dan gelen devlet anlayışımız
belki de bu küreselleşmenin önünde, Batı’nın, Amerika’nın
istediği küreselleşme önünde en önemli engel olarak
görülmektedir, bu bakımdan bir açıklamamda “Türkiye
siyasilerimizin elinde eski devlet olmaktan çıkmıştır”
dedim, burada söylenen; devletin belki de işlevlerinin
sulandırılması, o halkın gönlünde, kafasında, zihninde
yatan, esas işlevini icra edemez duruma getirilmesidir,
bu yüzden böyle bir eleştirim vardır. Fakat bu devlet
yine eski devlettir, içine değişik faktörler, unsurlar
katılmış olsa dahi kendisini toparlaması her an mümkündür,
ancak bugün yapılanlar bu devleti bir daha toparlanamayacağı
bir konuma indirmektir, bu bakımdan böyle bir durumla
karşılaşılıyor.
YARIN-
Türkiye’nin Osmanlı ve Cumhuriyet dönemleri dahil
200 yıllık Batılılaşma macerasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
-
Bütün bu gelişmelerin nedeni, sosyolojik açıdan da baktığımız
zaman bize tek medeniyetin Batı medeniyeti olduğu dayatılmıştır.
Devlet, Osmanlı’nın son dönemleri ve Cumhuriyet tarihi
içinde ‘Batı’dan yana Batılılaşma’yı tercih eden bir
siyaset yürütmüştür. Kültür ve uygarlık ayrımımız da
tuhaftır, kültürü kendimize uygarlığı da Batı’ya ayırmışızdır;
dolayısıyla karşımızda bizim de bir şekilde bu ayırımı
benimseyerek kullandığımız Batı’nın tek medeniyet olması
özelliği yerleşmiş bulunmaktadır. Halbuki Batı karşısındaki
bir başka medeniyetin, bizim olduğumuzdan kuşku yoktur,
hatta son dönemde “Medeniyetler Buluşuyor” çerçevesi
içinde İstanbul’da Avrupa Birliği ile İslam Konferansı
Örgütü arasındaki toplantıyı gerçekleştirmek bile, -bunun
altında yatan şekli veya başka siyasetler dışında ,
onları bir tarafa bırakıyoruz- kendi başına bir anlam
taşımaktadır.
YARIN-
Küreselleşme milletlerin kimliklerini yok etmeye
götüren bir gelişme midir? Küreselleşme bağlamında Batı,
Batı dışı kültürleri ve toplumları kabul etmeye mi yoksa
çözerek ortadan kaldırmaya mı müsait görünüyorlar?
-
Küreselleşmenin, ulusların kimliklerini yok
etme yolunda bir gelişme olduğu kabul edilebilir, ama
bu siyasetleri uygulayanlara bunu sorarsak ‘böyle bir
şey yoktur’ demeleri de mümkündür. Yapılacak iş bu
akıntıya kendimizi kaptırmak değil, bu akıntıyı da
kullanarak, bir yerlere varabilmek şansını elde etmektir,
yoksa tarihle olan bağlantımızı kopardığımız, köklerimizden
koptuğumuz anda bu sel bizi zaten götürür, istemediğimiz
yerlere getirir. Tabii benim gözümde burada bir risk
daha var, tıpkı uygarlık ve kültür medeniyet ayrımında
olduğu gibi, bir dönem işte Ziya Gökalp ustamız tarafından
dile getirilen, ‘kültürümüz bize aittir, uygarlık dışardan
alınabilir’ demiştik, şimdi de küreselleşme ve yerelleşme
söylemi vardır ve zaten Baykan Sezer’in de belirttiği
gibi buradaki kültür-uygarlık ayrımı Batı’nın bize bir
kabul ettirmesidir, o ayrımı biz de benimsemiştik. Belki
bir dönem siyasetimize uygun gelmişti, biz o çerçeve
içinde kendimizi, kültürümüzü koruyacağımızı ve uygarlığın
da dışarıdan alınabileceğini, bunun bize ziyan vermeyeceğini
düşünüyorduk. Halbuki vardığımız noktada işlerin böyle
olmadığını gördüğümüz için belki yeniden olan bitenleri
değerlendirmemiz, yazılanları yeniden okumamız ve birbirine
yeniden bağlamamız gerekmektedir. Kültürümüze sahip
çıkmamız gerektiğine dair bir çok yazı, belki de Batı
tarafından teşvik edilmiştir. Şimdi buna benzer bir
şey yerelleşme ile oluyor. Yerelleşme teşvik edilmektedir,
yerel unsurları, foklorü, müziği, dili her neyse, varsa
bazı kültürel özellikleri, ortaya konulmak istenmektedir.
Burada da insanları ayakta tutacak milli birlik, bütünlük,
milli devlet yıkılmak istenmekte, insanlar küreselleşme
gayyasında güya etnisitelerini, kendi alt kültürlerini
koruyarak var olacaklarmış gibi bir oyuna kurban da
olabilirler. Bu bakımdan küreselleşme yanında yerelliğimize
sahip çıkarak ayakta kalmanın pek mümkün olmayacağını
inanıyorum, onun için dünya çapında Osmanlı’nın yaptığı
gibi bir dünya siyasetine sahip olmamız lazım; yoksa
folklorik sayılacak bazı özelliklerin peşine düşerek,
bu küreselleşme içinde birliğimizi, bize ayrılıklı bir
yapı kazandıran özelliklerimizi muhafaza etmemiz mümkün
değildir.
YARIN- Türkiye’nin Batı ve Doğu’ya ilişkin yaklaşımları
nasıl olmalıdır?
-
Türkiye Doğu ve Batı ilişkileri içinde varolmuş
bir toplumdur, devlettir; bu bakımdan hem Batı’yla hem
Doğu’yla ilişkilerini iyi sürdürmek durumundadır ve
bir ölçüde de sürdürmektedir, fakat konjönktür onun
etkili olmasını engellemektedir. Doğu da zaten Türkiye
gibi bir sözcüsünü kaybettiği içinde şu anda pek ortada
gözükmemektedir, bu bakımdan belkide artık yerellik
olarak kabul edilebilecek özellikler tanımlanmaktadır.
Ama bildiğim kadarıyla belki Doğu’nun biraz sesinin
kısılması, Batı’nın da tek başına kalarak olup bitenlerin
müsebbibi ve sorumlusu olma mesuliyetini yüklenmek istememesi
biraz da bu küreselleşme söylemini gündeme getirmiştir.
Batı tek sorumlu kalmamak için bu küreselleşme kavramını
ortaya atmış gibi geliyor bana.
YARIN- Siyasi çevrelerin AB’ye girmek konusunda kıyasıya
bir mücadele vermelerini nasıl yorumluyorsunuz?
-
Avrupa Birliği tartışmalarında, belli bir siyaset ve
belli bir açıdan olaylara bakınca, diyelim ki işte belli
bir partinin veya belli bir parti başkanının lehte ötekinin
aleyhte demeçler vermesinin de -yine ana siyaset içinde
ortaya konmasa bile- bir alternatif oluşturma çabası
olduğunu söylemek mümkün. Çünkü Türkiye’de daima, mesala
İkinci Dünya Savaşı’nda da bir yanımızla Almanya’yı
bir yanımızla İngiltere’yi desteklemiş olduk. Hangisi
bilmiyorum, Başbakan mı Almancı, Dışişleri Bakanı mı
İngilizci, böyle ayrımlar vardı. Bu bakımdan Osmanlı
siyasetinin ama çaresizlik, ama bilerek, etkin bir biçimde
de olsa buralarda sürdüğünü kabul etmek istiyorum, öyle
umuyorum, çünkü Osmanlı’da önemli olan devlete hizmet
etmektir, bir yerden sonra belki de bu hizmet edenin
kim olduğuna da bakılmamıştır, gün gelmiştir, Rus yanlısına
da sadaret mevkii vermiştir, gün gelmiştir İngiliz yanlısına
bunları vermiştir. İşte yazılmasa da bugünde Derviş
Paşa’mız vardır, o da gelmiştir, belki dışardan bastırılmıştır,
ama nihayet devlet onu kendi lehine kullanmak için bir
yere almıştır; öğütür, öğütmez, bir yere varılır varılmaz,
bu ayrı bir mevzu, ama ben çok çaresiz olduğumuza inanmıyorum,
yani günlük politikanın yansıttığı veya gazetelerde
yer alanların anlattığı şekilde kötü görmüyorum meseleyi.
|