|
Uzun
dönemde Çin veya Rusya çevresinde
veya Türkiye nin orta asya bölgesinde
Türk cumhuriyetleriyle oluşabilecek
blok ya da birliklerin hepsi aynı
müdahalelerle karşılaşacaktır.
|
|
|
Yirminci
yüzyılın ikinci yarısında, uluslararası siyasette ve
ekonomide meydana gelen gelişmeler, dünyada küreselleşme
sürecinin başladığının habercisiydi. Ancak bu süreç
politikaları ve uygulamalarıyla söz konusu yüzyılın
son çeyreğine damgasını vurdu. Özellikle iç ve bölgesel
genişlemelerini tamamladıktan sonra küresel pazar maksimizasyonunu
hedefleyen çok uluslu şirketlerin talepleriyle doğal
olarak örtüşen, gelişmiş ülkelerin, özellikle ABD nin
uluslararası siyaseti, dünya genelinde kendisini hissettirmeğe,
daha doğrusu dünya siyasetine yön vermeğe başladı.
Öncelikle
bu şirketlerin bir ülkeye girebilmeleri orada bir Pazar
ekonomisinin ve bir barış ortamının varlığını zorunlu
kılmakta ve mevcudiyetlerini devam ettirebilmeleri ekonomik,
sosyal ve siyasal istikrarı gerektirmektedir. Buna paralel
olarak gelişmiş ülkelerin ticaret hacimlerini genişletebilmeleri,
ticaret yaptıkları ülkelerin, ürettikleri mal ve hizmetleri
satın alabilecek zenginliğe, dolayısıyla üretime sahip
olmalarını zorunlu kılmaktadır.
Bu çerçevede önce çatışma bölgelerinde barış görüşmeleri
yapılmakta, bu sonuç vermediği takdirde, operasyonlarla
en basit anlamıyla da olsa adaleti dikkate almadan barış
ortamlarının oluşturulmasına çalışılmaktadır. Çünkü
globalleşmenin belirleyici aktörleri, küresel ekonomi
için evrensel barışı zorunlu görmektedirler.
11
Eylül sonrası uygulamalar kanaatimizce konjöktürel geçici
sapmalardır ve küresel aktörler, özellikle topraksız
sermaye kısa dönemde gidişatı kontrol altına alacaktır.
Orta vadede sorun; ancak mukaddes olanın anlamlı olduğu
Doğuyla, mukaddesin kiliseye hapsedildiği, ekonomik,
sosyal ve siyasal toplumsal aklın hiçbir şeyi takdis
etmediği Batı arasında kültürler arası diyaloğun hangi
iletişim diliyle nasıl kurulacağıdır. Bu çerçevede
Yeni düzenin hakimleri, bir yandan oluşturdukları uluslar
arası ve uluslar üstü kuruluşlarla küresel kurumsallaşmayı
sağlamağa çalışırlarken, diğer taraftan ürettikleri
evrensel değerlerin insanlık tarafından genel kabul
görmesi için sahip oldukları iletişim araçlarıyla faaliyetlerini
kesintisiz devam ettirmektedirler.
Bu arzın talebini oluşturması için gereğinden fazla neden
mevcuttur. 30 trilyon $ civarında olan dünya hasılasının
% 25 i tek başına ABD ye, yarısı ABD, Japonya ve Almanya
ya aittir. 885 milyon nüfusa sahip yüksek gelir grubundaki
gelişmiş ülkeler 30 trilyon $’ın 23 trilyon dolarını
üretirken, dünya nüfusunun geri kalan 5 milyardan fazlasının
yaşadığı geri kalmış ve gelişmekte olan ülkelerin tamamı
ancak 7 trilyon gelir, (ABD’den daha az) elde edebilmektedirler.
Bütün İslam ülkeleri ise bir Almanya kadar üretememektedirler.
Yaşam kalitesi göstergeleri ise az gelişmişler için tam
bir facia. Gelişmiş ülkelerde 5 yaşın altındaki çocuk
ölüm oranları %0, 7 iken, azgelişmişlerde %0,83 tür.
Kamunun sağlık harcamalarının gayri safi milli hasılalara
oranı gelişmişlerde % 6 iken, azgelişmişlerde %1,8 dir.
Bir bölgenin pazar haline gelebilmesi ve uluslararası
sermayenin yatırım yapabilmesi için; o bölgede barış,
istikrar ve rekabet ortamı, üretilenin satılabilmesi
için ise halkın alım gücüne sahip olması, diğer bir
anlatımla zenginleşmesi, zenginleşmesi için üretmesi,
üretmesi için özgürleşmesi şarttır. Kısacası eşyayla
insanın buluşması için gereken iklimin oluşturulmasında
ekonomik ve siyasal liberalizasyon olmazsa almazlardan
biri ve de birincisidir..
Bu bağlamda piyasa ekonomisine geçiş süreci 1980 lerin
başlarında ekonomik liberalizasyonun en önemli enstrümanı
olan özelleştirme rüzgarı ile desteklenerek dünyada
yayılmağa başladı. Önemli mesafeler de kat etti. Kamunun
ekonomiden çekilmesi; ekonominin kendi rasyonel kurallarıyla
işlemesine, uluslararası rekabete açılarak verimliliğin,
karın ve kalitenin yükselmesine, özel sektörün gelişmesine
neden olmakta, yabancı yatırımcılar için de uygun ortam
hazırlamaktadır. Nitekim 1990 da az gelişmiş ülkelerde
25 milyar $ olan doğrudan yabancı sermaye yatırımları
1997 de 163 milyar $’ı aşmıştır.
Bir
taraftan da var olan uluslararası ve uluslarüstü ekonomik
kuruluşlar etkinleştirilirken, diğer taraftan küresel
düzeni sağlayacak yeni kuruluşlar kuruldu ve yeni sözleşmeler
imzaya açıldı.
Ancak
bu ekonomik liberalizasyon çabaları siyasal alanda liberalleşme
olmaksızın daha ileri gidemedi ve çözüm yerine problem
üretmeğe başladı. Siyasal liberalizasyon gerçekleşmediği
sürece; devletin ekonomiden tamamen çekilmesi ciddi
biçimde sekteye uğratılıyor, Pazar ekonomisine tam geçiş
mümkün olamıyor ve özgürlükler tam anlamıyla tesis edilemiyordu.
Bu durum piyasa ekonomisinin, barışın ve demokrasinin
olmazsa olmazı verimli, üretken ve kendisiyle barışık
demokratik kişilikli insan tipinin ortaya çıkmasını
engelliyordu.
Ve
ekonomik açıdan yarı liberal ekonomilerdeki problemler
bütün dünya ekonomileri ve istikrarı için tehdit oluşturmağa
başladı. Uzak Doğudan Orta Ve Güney Amerika ya ve Rusya’dan
Türkiye’ye kadar düyanın dört bir köşesinde gelişmekte
olan ekonomiler olarak tanımlan piyasalarda sosyal dokuları
ve siyasal yapıları da etkileyen ekonomik krizler ardı
ardına patladı. Esasen 1980’lerin sonlarında ABD’li
stratejistlerin 90’lı yıllar dünyada siyasal çalkantılar
yılları olacaktır tezlerinin de masumane bir tahminden
ibaret olmayıp siyasal bir hesabın ifadesi olduğu da
ortaya çıkmış oldu. Uluslararası sermaye araç olarak
kullanılarak bu tür ülkelere liberalleşmeden başka seçenekleri
olmadığı ekonomi- politik bir dille gösterilmeğe çalışılmaktadır.
Diğer
taraftan liberal bir demokratik sistem kurulduğunda
ortaya bu sisteme tehdit olarak çıkabilecek bütün akımlar,
bu süreç içerisinde iktidara gelmekte/getirilmekte ve
toplum tarafından tüketilmektedirler. Bu soft siyasal
operasyonlar, yarı kapalı sistemlerde herhangi bir yetke
sahibinin liberal reformları gerçekleştirmeden başarı
şansı olmadığından ve de bunların esasen böyle bir hedef
ve programları da bulunmadığından son derece kolay yapılmaktadır.
Esasen
büyük güçlerle diğer bir değişle uluslararası güçlerle
gelişmemiş ve gelişmekte olan ülkelerin, fakir ülkelerle
zengin ülkelerin çıkarlarının kısa ve orta vadede çatışmayıp
çakıştığı bir çağı yaşıyoruz. Ham madde ve emeğin yoğun
olarak kullanıldığı üretim sistemlerinde bir tarafın
zenginleşebilmesi için ötekinin fakir kalması gerekiyor,
en azından zenginleşmesi gerekmiyordu. Ancak şimdi durum
biraz daha doğrusu tamamen farklı. Bilgiyi üretim faktörleri
arasında birinci sıraya yerleştiren gelişmiş ülkelerin
katma değeri çok yüksek ürünlerini pazarlayıp daha da
zenginleşebilmeleri, fakirlerin en az bu ürünleri tüketebilecek
kadar zenginliğe ulaşmalarına bağlıdır.
Burada
oyun kurucuların dikkat ettiği, diğerlerinin de dikkat
etmesi gereken husus; global düzen içinde kısa ve orta
vadede tek tek zenginleşmesi istenen ülkelerin NAFTA,
AB VE PASİFİK’in dışında ayrı bir bloklaşma çabalarının
küresel düzenin hakimleri tarafından şiddetle engelleneceği
gerçeğidir. Uzun dönemde Çin veya Rusya çevresinde
veya Türkiye’nin Orta Asya bölgesinde Türk cumhuriyetleriyle
oluşabilecek blok ya da birliklerin hepsi aynı müdahalelerle
karşılaşacaktır. Hatta bu öngörünün ihtimale dönüşmesinin
önlemleri şimdiden alınmaktadır. Afganistan operasyonuna
bir de bu açıdan bakılması yararlı olacaktır.
İletişim
araçlarının gelişmesiyle insanların habere ve bilgiye
kolayca ulaşabilmeleri ve bunun fiziken engellenemezliği
gerçeği, kapalı yapıları sürdürebilmeği imkansız hale
getirmekte, bunun yerine açık, özgürlük ve zenginliği
talep eden toplumlar doğurmaktadır. Bu duruma kapalı
sistemlerde erk kullanma kolaycılığına alışmış yetke
sahipleri karşı çıkmakta ve bu gelişmeleri kendi konumlarını
kaybettirecek bir tehdit olarak algılamaktadırlar.
Bu
tepkiye şaşırmamak ve anlayışla yaklaşmak gerekmektedir.
Uzun dönem üretmeden tüketmeye, hesap vermeden harcamağa,
sorumlu tutulmadan yetki kullanmağa, iş yerine tören,
düşünce yerine slogan üretmeğe alışmış ve hükmettikleri
toplumların yüzde birlerini aşmayan üçüncü dünyanın
az gelişmiş aydın, bürokrat ve burjuva koalisyonları;
toplumların önüne koydukları ve hiçbir zaman gerçekleşme
olasılığı bulunmayan ütopik ve sloganik hedeflerin gerçekleşmeme
sorumluluğunu tahvil etmek için periyodik olarak ve
her defasında bir kesimi yanlarına alarak öteki kesimden
gerektiği zaman ürettikleri sun-i düşmanlardan farklı
olarak, bu kez açık toplumu, daha doğrusu kolayca bloke
ettikleri toplumların açık toplum olma ihtimalini gizli
ama gerçek düşman olarak değerlendirdiler.
Siyasal liberalizasyon devletin fonksiyonlarını ve egemenlik
alanını yeniden tanımlayarak sınırlamakta, buna karşın
toplumun ve bireyin alanın genişletmektedir. Devlet
tek ve mutlak buyurgan olma yerine; uluslar üstü, uluslar
arası, ulusal ve yerel kuruluş ve güçlerle ve kamu,
özel ve üçüncü sektörle işbirliği içinde bu aktörlerden
biri ve birincisi olarak yönetim erkini paylaşarak kullanmağa
doğru gitmektedir.
Tercihe
konu olamayacak güç ve boyutta ortaya çıkan ve insanlığın
refah ve özgürlük talepleriyle örtüşen bu küreselleşme
olgusunun, yeryüzünün serbest Pazar haline gelmesi sonrasındaki
süreçte, insan, toplum ve eşyanın birbirleriyle ilişkisinde
ekonominin ağırlıklı ve birinci derecede belirleyici
unsur olarak fonksiyon icra etmesi, üretim ve istihdam
tarzının değişmesi, insanın aşırı bireyselleşmesine
ve yabancılaşmasına sebep olacaktır.
Bu
olgu oluşturduğu yanlızlaşmış ve yabancılaşmış insan
tipinin oto kontrolünü sağlayacak, homo economicus dan
çok daha fazla olan insanı kuşatabilecek umdelerden
yoksun görünmektedir. En azından bu yönde genel kabul
görebilecek bir çözüm sunamamaktadır henüz. Bu durumda
şimdi ihmal edilebilir olarak görülen çok küçük bir
azınlığın, hatta bireyin, teknoloji ve bilginin kendilerine
sunduğu imkanları insanlık aleyhine kullanma ihtimali
ortaya çıktığında kolayca küresel bir tehdit halini
alacağı açıktır.
Unutmamak
gerekir ki her uygarlığın üzerine kurulduğu evrensel
bir şemanın merkezinde insan vardır. İnsanın ihmali
uygarlığın ihmalidir ve de uygarlıkların başarısı ve
ömrü insanı anlayabilme kapasiteleriyle doğru orantılıdır.
İşte tam da bu noktada doğunun, batı uygarlığına daha
doğrusu insanlığa sunabileceği zengin evrensel değerleri
vardır ve bunları sunmakta insanlığın geleceği için
cömert davranmalıdır.
Küreselleşmeyi
dünyanın azgelişmişleri birer ulus devlet olup olmama
sorunu olarak alma yerine, bir süreç olduğunu kavrayıp
kısa ve orta vadede çıkarların çakıştığı gerçeğini de
göz önüne alarak bu sürece katkıda bulunmaya çalışmalıdırlar.
Unutulmamalıdır ki artık kapalı sistemlerin, bu iletişim
çağının etkisiyle toplumların geometrik olarak artan
ekonomik ve özgürlük taleplerine cevap vermeleri imkansızdır.
Toplumlar, bu talepleri karşılayamayan yönetimlerin
istemlerini güç kullanarak baskı altında tutma eğilimlerinin
arkasında küresel aktörleri görmektedirler. Bu da globalleşmenin
hakim güçlerini ciddi biçimde rahatsız etmeğe başlamıştır
ve bu yönetimler hem bu güçlerin hem de toplumlarının
iki taraflı kıskacı içerisine girmişlerdir. Çünkü toplumların
refah ve özgürlüğe, küresel güçlerin de pazara ihtiyacı
vardır.
Bu
gerçeği doğru okuyanlar uzun dönemde bu sürecin şimdinin
gelişmişleri aleyhine içinde taşıdığı zaafları da kullanarak
karlı çıkacak olanlardır.
|