|
İki
yüz yıldır Türkiye, geleceğini Batı’da
aramaktadır. Bunun en temel nedeni Modern Batı karşısında iktisadi, sosyal ve
askeri alanlarda uğranılan mağlubiyetin
ancak Batılı (gibi) olarak tersine çevrilebileceğine
olan inançtır.
|
|
|
Türkiye ekonomisini global ve bölgesel ekonomiden ayrı izole bir birim
olarak düşünmek ve incelemek mümkün değildir. Esasen
azgelişmiş bir yapıya sahip olması, nispi büyüklüğü,
uluslararası ekonomi ile ilişkileri ve entegrasyon seviyesi
dünyadaki global değişmelerden büyük ölçüde etkilenmesini
gerektirmektedir. Yakın tarih içinde Türkiye’de gerçekleşen
belirgin sosyo-ekonomik dönüşümleri incelediğimizde,
bunların dünyada meydana gelen büyük dönüşümlerin yansıması
olduğunu açıkça görülecektir.
Dünya ekonomisi ise Doğu-Batı (sosyalizm-kapitalizm)
çelişkisini aşmakla birlikte Kuzey-Güney (zengin-fakir)
çelişkisini eskisinden daha yoğun yaşamakta, dünya ölçüsünde
gelir dağılımı gelişmiş ülkeler lehine bozulmaya devam
etmektedir. Gelişmiş ülkeler kendi aralarında homojen
değildirler. G7 ülkeleri dünya siyasetini belirlemede
öne çıkmış görünüyor. Azgelişmiş ülkeler arasında ise
yeknesaklık çok daha zayıftır. Uzakdoğu ülkeleri gibi
nispeten gelişmiş ülkeler yanında Afrika ve Asya’nın
Bengladeş, Somali gibi çok fakir ülkeleri bulunmaktadır.
Türkiye iktisadi gelişme seviyesi ve ürettiği iktisadi
değer bakımından Güney’e dahil olan, Orta-doğu coğrafyasında
bulunan ve Avrupa Birliği ile gümrük birliği seviyesinde
yakın ilişki ve bağımlılık içinde bulunan, aynı zamanda
bölgesel iktisadi ve siyasi örgütlerden (İslam Konferansı
Örgütü, İslam Kalkınma Bankası, Karadeniz Ekonomik İşbirliği
Örgütü v.d.) de vazgeçemeyen bir ülke olmakla çelişkiler
yaşamaktadır. Türkiye’nin iktisadi şartları bir taraftan
siyasal yönelimi, diğer taraftan global trendlerin baskısı
altında oluşmaktadır. Bu çerçevede Türkiye, içinde bulunduğu
ve büyük ticari potansiyeli olan bölge ülkelerinden
nispeten izole bir konumda tutulmakta, böylece kendisiyle
birlikte bölgesi de geri kalmışlığa mahkum edilmektedir.
Dolayısıyla Türkiye’nin sosyo-ekonomik yönelimi kendisiyle
birlikte uzun bir tarihi ve kültürel geçmişe sahip bölge
ülkelerini de derinden etkilemektedir.
İki
yüz yıldan fazla bir süredir Türkiye, geleceğini Batı’da
aramaktadır. Bunun en temel nedeni Modern Batı karşısında
iktisadi, sosyal ve askeri alanlarda uğranılan mağlubiyetin
ancak Batılı (gibi) olarak tersine çevrilebileceğine
olan inançtır. Yani Batıya yönelim konusundaki bu temel
tercih Türk varlığının korunması ve sürdürülmesine yönelik
refleksten kaynaklandığı ifade edilebilir. Bu bağlamda
Türkiye’nin yönetici seçkinlerinin modernleşmeyi Batılılaşma
olarak algıladıkları, uygulamada ise Batılıya şekil
ve öz olarak benzeme çabaları şeklinde geliştiği, bugün
gelinen seviyede ise şekilde benzemenin ötesine geçmenin
pek fazla mümkün olmadığı görülmektedir. Bugün batılılaşma
tecrübelerimizin sonuçlarına baktığımızda, devletin
örgütlenmesinden, anayasa ve hukuk düzenine, eğitim
ve aile hayatına kadar her alanda batılı rolü oynayan
fakat gerçekte batılı zihin dünyasına oldukça uzak farklı
bir hayat tarzı ve yönetim anlayışı içinde olduğumuz
görülmektedir. Dolayısıyla bugün içinde bocaladığımız
sorunların büyük çoğunluğu oynadığımız “batılı” rolü
ile olduğumuz farklı “durum”un çatışmasından kaynaklanmaktadır.
Bu ikilemin aşılması için Batılılaşma ile modernleşme
kavramlarını ve süreçlerini birbirinden ayırmamız gerekmektedir.
Dolayısıyla seçilecek yol batılılaşma yolu değil halkının
inanç ve zihin dünyasıyla çatışmayacak bir modernleşme
yolu olacaktır. Yaşanmış tecrübeler sayısız kanıtlar
sunmaktadır ki, Türk halkı büyük ekseriyetle başta eğitim
olmak üzere, sosyal, siyasal ve ekonomik hayatın her
veçhesinde modernleşmeye açık, fakat batılılaşmaya kapalıdır.
Batılılaşma yerine modernleşmeyi tercih etme zarureti
Batının ulaşmış olduğu sosyo-ekonomik ve siyasal gelişmelere
kapanmamızı değil, bilakis bu standartlara ulaşmak için
çabalarımızı yoğunlaştırmamızı gerektirecektir. Bir
farkla ki, bu durumda Batının bir parçası veya yörüngesi
olma çabalarından vazgeçerek iktisadi ve siyasal açıdan
milli bağımsızlık hedefinden vazgeçmeksizin başta bölge
ülkeleri olmak üzere batı ve doğu ile iktisadi, siyasal
ve sosyal ilişkilerimizi daha da yoğunlaştırmak zarureti
görülecektir.
Milli
gelir artarken, milli gelirin oluşumunda sanayi ve hizmetler
sektörünün nispi ağırlığının artması, bunun sonucunda
şehirleşme, okullaşma ve hayat standardının yükselmesi
anlamına gelen iktisadi kalkınmanın gelişmiş batı ülkelerinin
dışında kalan bütün toplumlar için yegane ve kutsal
amaç olarak kabul edildiğini söylemek yanlış olmaz.
Hal böyle olunca kalkınma amacı uzunca bir süredir azgelişmiş
ülkelerde bütün sosyo-ekonomik amaçların önüne geçmiştir.
Bir kez böyle bir amaç belirlenince sorun kalkınmanın
ne şekilde, hangi stratejileri kullanarak gerçekleştirileceğinde
odaklaşmaktadır.
Batının
yaşadığı kalkınma tecrübesi kalkınmanın sanayileşmeyi
gerektirdiğini göstermiştir. Bu çerçevede bütün iktisadi
kalkınma teorileri, ister hakim iktisat teorisine dayalı
teoriler olsun, isterse yapısalcı-marksist teorilere
dayalı olsun sanayileşmeyi ve buna dayalı olarak sosyal
değişmeyi gerekli görmüşlerdir. Bugün gelinen aşamada
Batı’yı niteleyen kavramın “sanayi toplumu” olmaktan
neredeyse çıkıp “bilgi toplumu” olduğu, dolayısıyla
kalkınmanın itici gücünün artık en azından tek başına
sanayi sektörü olmadığı, milli geliri oluşturan sektörler
içinde hizmet sektörlerinin sanayi sektörlerinin payını
ikiye katlamış olduğu ve bunun bilgi-yoğun teknolojiler
sayesinde gerçekleştiği biliniyor. Burada sorun sanayi
aşaması atlanarak kalkınmanın mümkün olup olmadığı şeklinde
kristalize oluyor. Gelişmiş ülkelerin bilgi-yoğun üretime
yönelmeleri azgelişmiş ülkelere sanayi malları üretim
ve ihracında daha büyük fırsatlar sunarak dünya ölçeğinde
yeni bir işbölümü doğuruyor. Bilgi-yoğun teknolojilerde
ise geçmişte stratejik planlamasını buna yönelik yapmış
olan G. Kore, Çin, Tayvan ve Hindistan gibi ülkelerde
mevzi başarılar görülürken geçmişte böyle bir stratejik
plan yapmamış olan Türkiye’de bu konuda ciddi bir gelişme
görünmüyor. O halde vakit kaybetmeden gelecekte gelişmenin
temelini teşkil etmesi kaçınılmaz olan bu sektörde uzun
vadeli stratejik planların yapılması ve hiçbir kısıtlama
yapmaksızın uygulanması zorunludur.
İktisadi kalkınmanın gerçekleştirilmesi konusunda ikinci
önemli sorun, kalkınmada devletin rolü üzerinde odaklanmaktadır.
Hemen hemen bütün kalkınma teorileri kalkınmada devlete
merkezi bir rol vermekteydi. Ancak günümüzde dünya ekonomisinde
yaşanılan küreselleşme/globalleştirme süreci azgelişmiş
ülkeleri de girdabına çekerek, onlara dışa açık ve piyasa
yönelimli kalkınma stratejisini empoze etmiştir. Empoze
edilen bu strateji hakim iktisat teorisinin iktisadi
hayatın doğal kanunlar altında işlediği ve devlet müdahalesinin
bu işleyişe yarardan çok zarar verdiği şeklindeki mekanik
iktisat anlayışının bir uzantısıdır.Böyle görünmekle
birlikte gerçekte devleti iktisadi hayatın dışına çıkarmak
değil, global sermaye ve onların bayiliğini üstlenmiş
sözde yerli komprador sermayenin amaçları çerçevesinde
ekonominin biçimlendirilmesi amaçlanmaktadır. Bu ifadeden
ekonominin hiçbir kuralının olmadığı, tümüyle müdahale
ve düzenleme gerektirdiği anlamı çıkarılmamalıdır. Piyasa
ve fiyat mekanizmasına ilişkin kanun ve eğilimler öteden
beri bilinmekle beraber, bunların belli bir sistem içerisinde
bütünleştirilmesi 18. yy.da başlayan bir süreçle günümüze
kadar gelmiştir. Bu sistemleştirme çabası yükselen sınıf
olan kapitalist sınıfın yararına devleti iktisadi hayatın
dışına çıkarma, daha doğru bir ifadeyle kapitalist sınıfın
yanında, onunla bütünleşmiş olarak iktisadi hayata müdahale
etme anlamını da içermektedir.
Öte
yandan devletin iktisadi hayata müdahalesi çok hassas
ve kötüye kullanmaya müsait bir konudur. Her ülkenin
iktisadi gelişme tecrübesi siyasi ortam, devlet yapıları
ve hükümet politikaları ile iç içe geçmiş tarihi süreçler
sergiler. Dünyada şu yada bu türden bir devlet sistemine
oturmayan bir piyasa ekonomisi hiç olmadığı için, bir
siyasi sistemin, hükümetin özellikleri ve kararları
altında kalmadan gerçekleşmiş bir iktisadi gelişme
tecrübesi de yoktur. Buna karşılık piyasa bireylerin
kapris ve ihtiraslarının peşinde serbestçe koşabildikleri,
güçlünün canının çektiği ve gücünün yettiğini yapabildiği
bir ortam, bir ‘kaos’ değildir. Piyasa ciddi ve güçlü
bir özel hukuk sistemi gerektirir. Bu hukuk sistemidir
ki mülkiyeti güvence altına alır ve bireyleri sözleşmelerine
uymaya zorlar (Tezel, 1995: 26).
Bununla birlikte iktisadi hayatın ahengini bozan ve
gelişmenin yolunu tıkayan devlet müdahalelerine uygulamada
sıkça rastlanmaktadır. Devlet eliyle gerçek girişimciler
yerine fırsatçılık ve tekelciliğe yatkın bir sahte girişimciler
topluluğunun ortaya çıkmasına yol açmak mümkün olduğu
gibi bu gelişmenin sosyal maliyeti de oldukça yüksek
olabilir. Çünkü bu gelişme, enflasyon ve dış borçlanmayla
finanse edilmektedir. Kamunun iç borçlanma suretiyle
özel kesim fonlarına el atması bir taraftan özel kesim
yatırımlarını finansman bakımından zora sokarken (crowding-out
etkisi), diğer taraftan devleti mali bir buhran içine
sokabilir. Bütün bunların ötesinde devletin elinde bir
araç olan gelişme ideolojisi bütün yolsuzlukların-usulsüzlüklerin
örtüsü olabilir ve gelişme adına her şey mubah sayılabilir
(Sorman, 1988: 64). Diğer bir ifade ile gelişme ideolojileri
totaliter ve/veya otoriter rejimlerin meşruiyet kaynağını
oluşturabilir/oluşturmaktadır. Üstelik böyle bir kalkınmadan
geniş halk kitlelerinin pay alması genellikle mümkün
olamamaktadır. Çünkü burada ekonominin amacının insan
refahı ve mutluluğunun sağlanması ve halkın hayat standardının
yükseltilmesi değil de ulusal gücün maksimizasyonu şeklinde
algılanmakta, bu da yönetici sınıfa her türlü otoriter
ve totaliter uygulamaların, insan hakları ihlallerinin
yolunu açan bir meşruiyet zemini hazırlamaktadır.
O halde iktisadi kalkınmanın dar bir çevreye yarar sağlama
ve geniş toplum kesimlerini dışlama tehlikesi her zaman
vardır. Bunu önlemenin yolu kendi kendine işleyen bir
piyasa ekonomisi anlayışının yerleştirilmesi ve bu süreçte
devleti dışlamak değil, tam aksine devleti ve ekonomiyi
halkın yararına yönlendirecek, temsilde adaleti ve yönetimde
istikrarı sağlayacak demokratik mekanizmaların oluşturulmasıdır.
Bunun gerçekleşmesi için demokrasicilik oyunu yerine
sahiden bir demokrasinin, yani halkın taleplerinin siyasal
sisteme yansıdığı ve onu biçimlendirdiği bir yönetim
yapısı ve anlayışının gerçekleştirilmesine ihtiyaç vardır.
Böyle olduğu takdirde yönetim geniş halk kesimleri nezdinde
meşruiyet kazanabilir ve bu sayede iç çatışmaları yumuşatarak
tüm ülke halkını kalkınma amacını gerçekleştirmeye yönlendirebilir.
Yoksa bugün yapıldığı gibi, ekonomiyi siyasetin (halkın!)
denetiminden çıkararak uluslar arası sermayenin denetimine
yarayacak, siyasal sorumluluğu ve meşruiyeti olmayan
sözümona ‘özerk kurullar’a devretmek, vergileri vasıtasıyla
finansmanını sağladığı kamu kuruluşlarının kararlarına,
sözde bilimsel politikalar uygulama adına halkı karıştırmamak
kalkınma amacının kötüye kullanılmasına iyi bir örnek
teşkil etmektedir.
Kalkınmanın yolu barış ve istikrardan geçer. İçte ve
dışta barış dikkatlerin ve kaynakların iktisadi gelişme
üzerinde odaklanmasını zorunlu hale getirir. Yurtta
barış sosyal sınıfların serbestçe rekabetine ve sosyal
sınıflar arası yatay ve dikey hareketliliğe engel olacak
bir tarzda algılanmamalıdır. Devletin herhangi bir sosyal
sınıf veya grubun yanında ideolojik mülahazalarla yer
almaması ve bütün sosyal sınıf ve gruplara eşit mesafede
bir hakem rolünü icra etmesine gerek vardır. Aksi takdirde
yurtta barış kavramının halkın susturulduğu ve baskı
altına alındığı bir sözde barış olması tehlikesi vardır.
Bölgede ve dünyada barış ise en az iç barış kadar önemlidir.
Çünkü güvenlik riskinin yüksek olması zaten yetersiz
olan kaynaklarının askeri alana aktarılarak üretim dışına
çekilmesi, eğitim, sağlık, haberleşme, ulaştırma ve
diğer alt-yapı yatırımlarının yeterince yapılamamasına
yol açmaktadır. Buna karşılık silahlanmanın güvenlik
riskini azalttığı da şüphelidir. Şöyle ki, Bir ülkenin
diğer bir ülkeye veya ülkelere karsı güvensizlik duyması
sonucu silahlanma yarışına girmesi, onun kaynaklarının
giderek daha büyük bir kısmını askeri bütçesine ve savunma
endüstrisini güçlendirmesine sevk edecektir. Bu durum
karşı ülkenin veya ülkelerin kendilerini daha az güvende
hissetmelerine yol açacak ve onlar da benzer şekilde
askeri bütçelerini ve savunma endüstrilerini güçlendirme
yoluna gideceklerdir. Bu kez birinci ülkenin eski duruma
göre güvensizliği artacak ve askeri kapasitesini daha
ileri götürmesi gerekecektir. İktisadi kaynakların askeri
alana aktarılmasıyla sonuçlanan bu süreç bütün bir bölgenin
refahını olumsuz etkileyebilir ve bölge ülkelerinin
tamamında yoksulluğun sürmesine yol açabilir.
Bu konuda en çarpıcı örneği Türkiye ve komşuları ile
ilişkileri sergilemektedir. Türkiye bölgesinde kendisini
yeterli oranda güvende hissetmediğinden dolayı askeri
kapasitesini artırmak ve savunma endüstrisini geliştirmek
istemektedir. Bu çerçevede yaptığı askeri harcamaların
milli gelire oranı bakımından dünyada ilk sırayı alırken
harcamaların mutlak büyüklüğü bakımından dünyada altıncı
sırada gelmektedir (Uras, 2002). Milli gelirinin yaklaşık
%5’ini savunmaya ayıran Türkiye’nin kalkınmasını finanse
etmek için yoğun bir biçimde borçlandığı, bunun sonucunda
mali bir buhrana sürüklendiği, iktisadi bağımsızlığını
büyük ölçüde kaybederken siyasi bağımsızlığının da bundan
zarar gördüğü gözden ırak tutulmaması gereken bir gerçektir.
Tekrar kalkınma sorunsalına dönersek, iktisadi kalkınmanın
siyasal yapı tarafından belirlenen bir süreç olduğunu
söylemek abartılı olmaz. Yukarıda da kısmen ifade edildiği
gibi iktisadi gelişmeyi engelleyen ve beşeri ve iktisadi
kaynakların hareketliliğini sınırlandıran faktörlerin
çoğu siyasal ve kurumsal faktörlerdir. Bugün ülkemizde
ve bölgemizde yeni fikirlerin, dolayısıyla yeniliklerin
doğuşunu engelleyen pek çok tarihsel, kurumsal ve hukuksal
faktör mevcuttur. Bu faktörlerin başında fikri ve zihni
yeniliklere kapalı, uysal vatandaş yetiştirmeye odaklı
eğitim sistemi, mülkiyetin güvenliğini sınırlayan tarihsel
yapı ve hukuksal anlayış gelmektedir. Bütün bunlardan
dolayı zımni bir müsadere korkusu girişimcileri kalkınmanın
temelini teşkil eden sabit sermeye yatırımları yerine
mali yatırımlara yönlendirmekte ve gazino kapitalizmine
yol açmakta, yerli ve yabancı sermayeye her türlü zorluğu
gösteren bürokratik yapı üretimi ve istihdamı caydırmakta,
zaten zayıf olan girişimcilik ruhunu öldürmektedir.
Türkiye ekonomisi uzunca bir süredir (otuz yıla yakın
bir süredir yüksek enflasyon içerisinde) büyüme ve istikrar
arayışları arasında bocalamaktadır. Türkiye’nin iktisadi
büyüme macerası 1980, 1994, 1999, 2001 gibi krizlerle
doludur. Birkaç yıllık büyüme dönemlerini büyüme hızında
bir düşüş veya negatif büyüme izlemektedir. Bu krizlerin
en önemli nedeni ekonominin ihtiyaç duyduğu dövizi ihracat
gelirlerinden sağlayamaması, ve milli tasarrufların
planlanan yatırımlar için yetersiz kalması, dolayısıyla
büyümenin büyük oranda dış kaynaklarla finanse edilmesidir.
Bundan dolayı Türkiye’ye yabancı sermaye girişinin yoğun
olduğu dönemlerde büyüme hızı artmakta, tersi durumda
düşmektedir. Türkiye’ye sermaye girişleri dış borçlanma,
dolaysız yabancı sermaye yatırımları ve ya.bancı portföy
yatırımları şeklinde olmakta, bunların içinde üretimi
ve istihdamı doğrudan etkileyen ve gelişmiş, azgelişmiş
bütün ülkelerin arzuladıkları dolaysız yabancı sermaye
yatırımları Türkiye’ye yeterince gelmemektedir. 1983-88
arası ortalama 100 milyon $ olan dolaysız yabancı sermaye
girişi 1989’da çıkarılan 32 sayılı kararla Türk Lirasına
konvertibilite kazandırılması ve sermaye hareketlerinin
daha ileri seviyede serbestleştirilmesiyle yıllık ortalama
700 ila 900 milyon $’lık bir seviyeye ulaşmıştır. Oysa
Çin gibi sosyalist! bir ülke yılda 35 milyar$, Brezilya
20 milyar $, Endonezya, Malezya yılda 5 milyar $’ı aşan
bir dolaysız yabancı sermaye çekmektedir (Arıman, 1997:65).
Aynı şekilde Uzakdoğu ve Latin Amerika ülkeleri de büyük
miktarlardı dolaysız yabancı sermaye çekebilmektedirler.
Bunun nedenlerinin başında Türkiye’nin ülke riskinin
yüksek oluşu gelmektedir. Bunun için fikri mülkiyet
haklarının garanti altına alınması, yerli ve yabancı
sermaye arasında ayırım ve imtiyaz gözetilmemesi, yönetimde
açıklık ve istikrarın sağlanması gerekiyor.
Ekonominin makro dengeleri açısından daha da önemlisi
kısa vadeli sermaye hareketleri olup, normal yollardan
borçlanamayan hükümetlerin yüksek faiz politikası ile
kısa vadeli sermayeyi ülkeye çekmeye çalışarak ekonominin
makro dengeleri açısından oldukça riskli ve sürdürülemez
bir yolu tercih etmesidir.
Bütçe açıkları enflasyonist sürecin önemli sebeplerinden
birini oluşturmakta, iç borçlanma baskısı faiz oranlarının
kalıcı bir şekilde yüksek seviyelerde seyretmesine sebep
olmaktadır. Faiz oranı reel yatırımlarla finansal (mali)
yatırımlar arasında tercih yapılmasını belirleyen temel
bir faktördür. Finansal araçların getirilerinin yüksek
olması reel sektöre yönelik yatırımların azalmasında
önemli rol oynamaktadır. Hatta reel sektörde faaliyet
gösteren firmalar kurumsal tasarruflarını mali yatırım
olarak kullanmakta ve faiz geliri elde etmektedirler.
İstanbul Sanayi Odasının verilerine göre, 1985 yılında
özel büyük sanayi kuruluşlarının faaliyet dışı gelirleri
vergi öncesi net bilanço karlarının %24.1’i iken 1998
yılında %87.7’sine, 1999 yılında ise astronomik bir
artışla %219’una ulaşmıştır. Ayrıca reel faizlerin yüksek
olmasından kaynaklanan yoğun kısa vadeli sermaye girişi
kısa dönemli bir döviz bolluğu yaratarak döviz kurunun
düşmesine (milli paranın aşırı değerlenmesine), ithalatı
ucuzlatarak ithalat patlaması yaşanmasına ve milli tasarruf
eğiliminin düşmesine sebep olmakta, bu sayede gerçekleşen
iktisadi büyüme dışa bağımlı ve suni bir özellik taşımakta,
reel faiz ile döviz kuru arasındaki hassas dengelerin
bozulmasıyla ani bir çöküntüye uğrayabilmektedir (Yeldan,
2001: 23). Nitekim 1994, 1999, ve 2001 krizleri böyle
bir gelişmenin sonucunda oraya çıkmışlardır.
Bütün bunlara rağmen hükümetler, enflasyonu azdırır
gerekçesiyle kamu açıklarını Merkez Bankası kaynaklarından
karşılamaktan kaçınmış ve yoğun iç borçlanma yoluna
gitmişlerdir (Önder, 1995: 20). Bunun sonucunda 1988
yılında iç borç faiz ödemelerinin milli gelire oranı
%2.4 iken, 1999 yılında %14’ler civarına yükseldiği,
Bütçe vergi gelirlerinin ise %108’ini aştığı bir dönemde,
borç çevrimini yapabilmek için İMF nezdinde 2001 yılında
başlayan ve halen devam eden dış borçlanma zarureti
hasıl olmuştur. Bu, devlet bütçesi marifetiyle gelir
aktarımı mekanizmalarının işletilmeye devam ettiği,
devlet bütçesinin üretici ve yatırımcı niteliğini kaybederek
sosyal gelir dağılımını düzenleyen bir araç haline getirildiği
anlamına gelmektedir. İşin ilginç yanı alternatifi olmadığı
iddiasıyla oluşturulan istikrar politikalarının bu durumu
tersine çevirme yerine, tıkanan bu aktarma sürecini
açarak sürdürme şeklinde uygulanmasıdır.
Yukarıda da ifade edildiği gibi, ekonomide istikrar
arayışları hükümetlerin bilinçli yada bilinçsiz kısa
vadeli sorunlara dalması ve uzun vadeli gelişme sorunlarını
atlaması sonucunu getirmektedir. Bu durumun sürmesi
ülkede azgelişmişliğin sürekliliğini sağlamaktadır.
Siyasal sistemin bir sonucu olarak iktidar oyununun
kısa süreli olması nedeniyle hükümetler daha çok kısa
vadeli tedbirlerle işi yürütmeyi, uzun vadeli stratejik
planlar yapmaya tercih etmektedirler. Oysa sosyo-ekonomik
gelişme kendiliğinden bir olay olmayıp, büyük ölçüde
uzun vadeli gelişme politikalarının bir fonksiyonudur.
Bu çerçevede ülkenin uzun vadeli bir bilim, sanayi ve
tarım politikasına sahip olması, bir stratejik plan
çerçevesinde belirli öncelikleri belirlemesi gerekir.
Örneğin gelecekte bilişim, biyoteknoloji v.b. gibi kendisi
yüksek katma değer yaratan bir üretimin konusu olmakla
birlikte, mevcut üretim sektörlerinde verimliliği artıracak
ve uluslar arası rekabet gücünü yükseltecek sektörlerin
seçilmesi ve bu sektörlere yönelimin teşvik edilmesi
gerekmektedir. Bütün bunların demokratik siyasal mekanizmalarla
gerçekleştirilmesi halkın bu hedefleri benimsemesi ve
desteklemesi bakımından zorunludur. Aksi takdirde devletin
hedefleri ile halkın istekleri arasında, bugün olduğu
gibi, çatışma çıkması ve yapılan çalışmaların sonuçsuz
kalması tehlikesi vardır.
Türkiye, sanayi toplumları bilgi toplumuna yönelmişken,
hem sanayileşme konusunda tarihsel açığını kapatmak
hem de bilgi toplumuna yönelik değişimi yakalayabilmek
sorunu ile karşı karşıyadır. Bu ikili sorunu aynı zaman
diliminde çözmede göstereceği başarı, Türkiye’nin gelecekte
dünya işbölümünde alacağı yeri belirleyecektir (Tarhan,
1999: 7) O halde projeksiyonların bu hedeflere göre
yapılması, eğitim ve sağlık alanlarına özel bir önem
verilmesi gerekir. Bu çerçevede eğitimini zaman içerisinde
bilim ve teknolojiyi üretir bir seviyeye getirmek mecburiyeti
vardır. Çünkü eğitime dayanmayan bir kalkınma stratejisinin
artık başarı şansı gözükmüyor.
Kaynakça
Arıman, A. (1999), “2000’lere Doğru Türkiye’de Yabancı Yatırımlar”, Mercek,
Sayı: 13.
Önder, İ. (1995), Türkiye’de Kamu Kesimi, BASİSEN, Sayı: 54.
Sorman, G. (1988), Ulusların Yeni Zenginliği, İstanbul: Afa Yayınları.
Tarhan, O. (1999), “21. Yüzyılın İnsan Kaynağı Yetiştirmekte Üniversitelerin
Rolü”, Mercek, Sayı: 14.
Tezel, Y.S. (1995), Türkiye’de “Sanayileşme”, “İktisadi Büyüme” ve “Piyasa Toplumu”,
Görüş, Temmuz.
Uras, G. (2002), Milliyet.
Yeldan, E. (2001), Küreselleşme Sürecinde Türkiye Ekonomisi, İstanbul: İletişim
Yayınları.
|