|
Avrasya
yatağında Türkiye’nin bölgesel
bir güç olması jeopolitik ve jeostratejik
olarak bölgesel bir güçbirliğine gitmesinden
geçmektedir.
|
|
|
Tek
kutuplu bir yeni dünya düzeninin olanca ağırlığıyla
insanoğlunun üzerine çöktüğü son bir kaç on yıl,
genel anlamda Batı’nın zaferi özelde ise Amerika’nın
dünya egemenliği şeklin de seyretmeye başladı. Bin yıl
bitip 2000 senesine girdiğimizde Anglo-sakson Economist
dergisi başyazısında ‘tarihi muzafferler yazar, Batı
kazandı siz kaybettiniz beyler…’ diye hitap ediyordu
dünyanın mağluplarına. 2000 yılının cari hesap dökümü
dünya hasılasını ele veriyordu. Merkez, çevre, yarı—çevre
ve geriye kalan alanlar. Lakin 2002 senesinin baharında
tekrar dönüp baktığımız bu düzenekte herşey pek de olması
gerektiği gibi durmuyordu. Merkez elli yıl öncenin merkezi
değil, çevre ile yarı-çevre birleşmiş durumda, geriye
kalanlar ise ‘harici alanlar’ olarak toptan bir sınıfa
konulabilinir. Feodalizmin ortadan kalmasıyla zuhur
eden, İtalyan şehir devletlerinin yükselişiyle yavaş
yavaş kendini gösteren daha sonraları Kuzeybatı Avrupa’da
şekillenen İngiltere, Fransa ve Hollanda’dan muteşekkil
‘merkez’, sonraları kendisine dahil olan Kuzey Amerika’yla
birlikte cihanın tüm gayri safi hasılasını elinde toplayan,
istedigi şekilde kullanan ve yöneten bir haldeydi. Bu
resim üç aşağı beş yukarı son otuz belki elli sene için
yerinde bir resimdi. Lakin 80’lerin sonundan başlayıp
bugune uzayan kısa tarihsel süreç bir cok dönüşümü beraberinde
getirdi. Soğuk savaş süreci bitti, Rusya ‘çevre’de şekillenmiş
yerinden önce ‘yarı-çevreye’ ardından da alemin ‘harici
alanları’ sınıfına rücu etmek durumunda kaldı. Merkez’in
tek bir devletten, Amerika’dan, müteşekkil hale gelmesi
ise, doğal olarak ‘çevre’ ve ‘yarı-çevrenin’ birbirinden
ayrılmayacak hale gelmesine sebeb oldu. Son fotoğraf,
Amerika’nın tek kutuplu yönetiminde Japonya, Almanya,
Ingiltere ve Fransa olarak önümüzde duruyor. Bu resim
ne kadar gerçekci ve ne denli köklü? Bu soru aynı zamanda
kapitalizmin tarihi, getirdikleri ve götürdüklerine
yönelik de bir soru. Fernard Braudel’in ‘an ensemble
des ensembles’ –parçaların bir sistem içinde bütünleştiği
büyük bir sistemden ibaret diyerek tanımladığı kapitalist
düzenek pratik anlamda başarılar getirmekle
beraber, genel anlamda insanoğlunu adaletten ve adaletli
bir paylaşımdan daha da fazla uzaklaştıran bir mekanizma
haline dönüştü. Yok etmeden üretemeyen, ezmeden büyüyemeyen
ve ‘tefecilik’ yapmadan kazanamayan ahlakıyla ‘merkez’
ile ‘harici alanlar’ insanoğlunun tarihi boyunca hiç
bir zaman görmediği bir farka ulaştı. Böylesi bir uçurumun
salt iktisadi veya kapitalist düzeneğinin sınırsız ‘biriktirme
felsefesiyle’ açıklamak elbette mümkün değil. Feodalizmin
yıkılışı ve kapitalizmin yükselişi elbette insanoğlunun
tarihsel dönüşümünde belki de en önemli kırılma noktalarından
birisi ve bugün itibariyle kapitalist birikimin ulaştığı
sınırlar, teknikler ve ajentalar, küresel adaletsizliğin
kök paradigmasını oluşturmakta. Bu paradigmanın seyri
üzerinde durduğu, soluklandığı, kavgasını verdiği durakları
doğru okumadan ise gelecek icin söylenebilecek sözlerimiz
denizde köpük misalinden öteye gitmeyecektir. Özellikle
‘merkez’in dışında kalan ‘harici alanlar’ kaderlerini
bir şekilde ya kapitalist dönüşümden daha fazla nasiplenmeye
yada alternatif bir tüketim-üretim ahlaki üretmeye bırakmak
durumdalar. Sırtını yaslayacak bir tarihi ve birikimi
olmayan toplumlar (en güzel örnek Latin Amerika) ‘şirket
küreselleşmesi’ yada ‘doğrudan yabancı yatırım’ enstrümanlarına
teslim olabilirler. Lakin Türkiye’nin de içinde bulunduğu
bir çok ‘harici alan’ çokuluslu şirket töhmetinin altına
girmeyecek bir zenginliğe sahiptir. Dünya İktisadi Formu,
Dünya Ticaret Organizasyonu ve bu örgütlerin son halini
oluşturan diğer sözde uluslararası anlaşmalar, Wallerstein’in
sonbaharını yaşıyor dediğini tarihsel kapitalizmin sarıldığı
son kurtuluş reçeteleri gibi durmaktadır. Kurtuluş ama
kimin için. Elbette ‘sınırsız biriktirme’ felsefesi
ve araçlarının ulaştığı tıkanmayı açacak bir reçete
ya da daha doğrusu korunma. Korunacak olanlar ‘merkez’
ve ‘merkez’in yedeği ‘çevre’. Özellikle Dünya Ticaret
Örgütü’nün son hali, Amerika önderliğindeki çokuluslu
şirket sömürüsünün ‘kavgasız-döğüşsüz’ devam etmesini
sağlayacak ‘çok uluslu bir yargı mekanizmasından’ başka
bir güç oluşturma çabası değildir.
İKTİSADİ KÜRESELLEŞMENİN
ELEŞTİRİSİ
l Anahtar programlar ve genel etkileri
l Çokuluslu şirket hakimiyeti ve kapitalin sınırsız dolaşımı
l Bir çok hayati hizmet ve maddenin özelleştirilmesi.
l Yerel ekonomileri nerdeyse tamamen ihracat-merkezli hale
getirme.
l Doğal kaynakların sınırsız bir şekilde şirketler tarafından
kullanıma açılması.
l Dramatik bir şekilde şirket tahakkumlerini artırmak.
l Devletlerin ve ulusların kaderlerinin şirket politikalarına
teslim edilmesi.
l Küresel kültürel homojenizasyon ve tüketim kültürünün
hedefleşmesi.
Şirket küreselleşmesi karşıtı hareketin öncelikle üstünde
durduğu nokta kapitalist sürecin beşyüzyıl öncesinden
başlayan; kolonyalizm, emperyalizm ve postkolonyal dönemden
geçerek oluşturduğu iktisadi büyüme modelidir. Bu model
dünya-sistemi ekolünün iddiasına göre, artık bir sistem
olarak döngülerini doldurmuş ve önümüzdeki bir kaç onyıl
içerisinde çok ciddi bir dönüşümü yada kırılmayı yaşayacak
bir evreye ermiş bulunmaktadır. II. Dünya savaşından
bu yana iktisadi küreselleşme bir kaç yüz müstakil şirket
ve bankanın sürekli artan tüketim, üretim, finans ve
kültür ağlarıyla gelişti. Bugün yedigimiz, içtiğimiz,
giyindiğimiz, kullandığımız ve tükettiğimiz kültürün
arkasında büyük ölçüde bu altmış yıllık küresel şirketler
bulunmaktadır. İktisadi küreselleşmenin en temel birinci
hedefi, dünya üzerindeki tüm farklı ekonomileri ‘homojen
bir büyüme modeli’ (yani hicbir jeostratejik ve jeopolitik
gerçekliği gözönüne almaksızın) altında birleştirip,
merkezi bir yönetimle hükmetme çabasından başka bir
şey değildir. Bu temel hedefin hayata geçirilmesi için
ikinci önemli ilke ve adım doğal kaynakların, yeni ve
ucuz iş gücünün, ve piyasaların sınırsız şirket büyümesi
modelinin hizmetine sunulması hedefidir. Bu iki temel
hedef iktisadi küreselleşmenin, ekonomik ve sosyal nirvana
modunda ihracat-merkezli üretim ve ticaret faaliyetinin
dünya üzerinde hakim itici motor güç olmasına bağlıdır.
Bu motor güç ise korunmacı küresel örgütlerin kurulması
ve hayata geçirilmesiyle mümkündür. Motor gücü itecek
olan işçi ve emek karşılığı denklem tarihsel kapitalizmin
hiç bir döneminde olmadığı kadar büyük açıklara ulaşmış
durumdadır. Amerikalı üst düzey yöneticiler (Institute
for Policy Studies’in 2000 raporuna göre) üretici işci
sınıfından ortalama 517 kat daha fazla gelir elde etmekteler.
KÜRESELLEŞMENİN
BÜROKRATİK TEMSİLİ
IMF ve Dunya Bankası tarafından bugüne dek birçok farklı
ülkede reçete babında sunulan formüller daha fazla acı
ve fakirlikten başka hiçbir şey getiremedi. Bunun sorumluluğu
ve sebebi bu kurumların dayattığı politikalardan kaynaklanmaktadır.
Devletlere dayatılan tipik yapısal düzenleme paketleri
kabaca şöyle özetlenebilir:
Eğitime,
sağlığa ve çevre korunmasına ve temel gıda ürünlerine
yapılan katkı paylarının ayrılmış ödeneğinin dış borç
karşılığında kesilmesi.
Yerli
para birimine devalüasyon yapılması ve ihracatın ülkelerin
doğal kaynaklarının yağma edilmesiyle artırılması, gerçek
maaşların düşürülmesi, ve ihracat-eğilimli doğrudan
yabancı yatırımların desteklenmesi.
Finans
piyasasının milli bir koruma olmaksızın kısa-vadeli
spekulatif portföy oluşturabilmesi için liberalleştirilmesinden
dolayı uzun vadede spekülatif portföyün doğal olarak
derin finansal krizlere yol açması.
Faizlerin
yabancı spekülatif yatırımları çekmek için yükseltilmesi,
ve doğal olarak yerli bir çok yatırımın iflasın eşiğine
getirmek, ya da halihazırda zor olan şartları ağırlaştırmak.
Ticari
bariyerleri küreselleşme adına kaldırmak, tarifeleri
düşürmek. Bu şekilde ithal ürünler milli piyasalarda
cirit atarken, ihracatın aynı dengede arttığı vaki değildir.
En basit, rahatlıkla yerli üretimi yapılabilecek olan
bir çok ürün dahi oligopol halini almış bir kaç şirket
tarafından yerli üretim yerine, devlet koruması altında
ülkeyi yabancı patentler cumhuriyetine çevirme hali.
Bunun en güzel örneği Türkiye.
Tüm bu yukardaki maddeler, kabaca IMF ve Dünya Bankası’nın
1944’de II.Dünya Savaşı sonrası Bretton Woods olarak
tarihe geçen ve daha sonraları WTO ile GATT’ı bir çatı
altında toplayan yapının güvencesi gözetiminde hayata
geçmektedir. Geçen ay içerisinde gelişen güzel bir örnekle
bu durumu özetleyebiliriz. ABD çelik sanayiinde dünyanın
bir çok ülkesiyle rekabet edemiyecek güçtedir. Bu durumda
çeliğin çok ciddi anlamda tüketildiği ABD’ye çelik ucuz
olarak Rusya ve Avrupa’dan gelmektedir. Amerikan çelik
sanayisi bu ucuz çelik yüzünden can çekişmekteydi. 1800’lerin
sanayi devrimi sırasında ABD’de ‘mass-production’ sürecini
gerçekleştiren o dönemin dev şirketlerinin çoğu çelik
veya çelik yan sanayisiydi. Bugünse bir çoğu iflas bayrağını
çekmis durumda. Bush’a karşı çelik lobisinin bastırmasıyla
ABD tüm WTO anlaşmalarını gözardı ederek, geçen ay çeliğe
tarife uygulayacağını açıkladı. Bu cok bariz bir ihlal.
Ama bu ihlalin hesabını soracak kimse elbette yok. Şimdi
Avrupa ve Rusya doğal olarak Dünya Ticaret Örgütü Mahkemesi’ne
gidecekler. Sonuç? En az on yıl sürecek bir mahkeme
süreci. Bu arada zaten taşlar yerine oturmuş olacak.
Sistem bu denli kabaca işlemektedir. Çelik olayı ne
ilk ne de son. ABD önümüzdeki on yılda daha bir çok
üründe aynı politikayı izlemek durumunda kalacaktır.
Mesela şu sıralar tekstil lobisi çelik lobisinin başarısının
ardından bir umutla bastırmaktadır. İthal tekstilden
dolayı 200 binden fazla Amerikalı işsiz durumda. Bu
bize Wallerstein’in ABD için altını çizerek vurguladığı
ve sürekli hatırlattığı ‘herkesin kendine göre jeopolitik
ve jeostratejik gerçeklikleri olduğu’ tezinin sahihliğini
doğrulamaktadır. ABD ne kadar küreselleşme şampiyonluğu
yaparsa yapsın, tıpkı diğer ülkeler gibi kendi lokal
acentasının dışına ancak belli bir ölçüde çıkabilir.
Çünkü teknolojik küreselleşme apayrı bir olgu, iktisadi,
politik ve kültürel küreselleşme bambaşka bir olgudur,
ve bu ikisi birbirine karıştırıldığı sürece daha çok
bölgesel finans krizleri, küresel resesiyonlar ve depresyonlar
süpriz! olarak karşılanacaktır.
Bütün
bu düzenlemeler ve yaşanan son 55 yıllık pratik durum
Bretton Woods kurumlarının insanoğlunun hayatını daha
iyiye götürecek adımlar atamadığını göstermektedir.
Bu acı tabloya, küresel şirket kapitalizmi, nerede duracaklarını
kendilerinin de bilemediği doğrudan yabancı yatırımın
büyüme hızı, dünya gayri safi hasılasının büyümesi ve
ithalat-ihracat dengelerindeki gelişmelerin rakamlarıyla
cevap verecektir. Doğrudan Yabancı Yatırım belki son
30 yılda % yediyüz arttı ama beraberinde aynı refah
zenginliğini getirmedi. Bugün 1.3 milyar insan günde
1 doların altında gelirle yaşamaya çalışmakta, 850
milyon insan açlık sınırında yaşamakta, 25000 kişi her
gün önlenebilir hastalıklardan ölmektedir.
OECD’nin GSMH’sı 25 trilyon dolar civarındadır, bu 25
trilyonun her on dolarından 1 cent ayrılabilse (ki Dünya
Bankası daha fazla aldıklarını iddia ediyor!) yılda
25 milyar dolar eder ki bu en kötu ihtimalle 8 milyon
insanın hayatının kurtarılması demektir. Bu türden felaket
tabloları daha bir çok detayla verilebilir. Ama bildiğimiz
bir gerçek var ki; 1820’de GSMH’lara göre zengin/fakir
katsayısı dünya genelinde 3/1 şeklindeydi. 1992 Dünya
Bankası verileri bize bu katsayının 72/1 olduğunu söylemekte.
İKTİSADİ
ZENGİNLİK İÇİN AÇIK TOPLUM VE YÖNETİM
Yukardaki zenginlik/fakirlik katsayısının korkunç dengesi
ironik bir şekilde demokrasi havariliği yapan batılı
devletler eliyle gerçekleştirilmiştir. Üçüncü dünyaya
demokrasi pazarlayan ama kendi içinde demokratik mekanizmaları
dışlayan ilginç bir demokrasi öyküsü. Bu anlamda Küresel
Uluslararası Örgütler’in gizli antlaşmaları, karar süreçleri
ve toplantıları herkese açık hale gelmediği sürece sorgulama
hakkımız sonuna kadar meşrudur. Tipik bir örnek olarak
son Dünya Ekonomik Forum’una dışardan biri olarak nerdeyse
katılmanız imkansız hale getirilmiştir. Kişi başına
giriş ücreti 40 bin dolar olan bu toplantıda, kimin
ne konuştuğunu bilmemizin imkanı yoktur. Ya da son WTO
toplantısının Katar gibi Dünya Ticareti, küreselleşme,
uluslararası problemler, ticari mahkemelerin, tarife
dayatmalarının anlamına uygun bir krallıkta toplanmış
olması salt göstericilerden uzakta kendi halinde bir
krallıkta, dünya krallarının kafaları bozulmadan kararlar
alma dürtüsünden değildir. Sorun bu örgütlerin demokratik
olmaması ve en basit ifadeyle bizden birşeyler saklıyor
olduklarından dolayıdır. Dünya siyasi dengesizliklerinden,
askeri müdahalelere, çevre sorunlarından, işçi sorunlarına,
insan haklarından doğal kaynakların kullanılmasına kadar
bir dizi kararın salt ticari antlaşmalar ışığında yapılmıyor
olmasındandır. Bretton Woods’la başlayıp, OECD, IMF,
GATT, MAI, WTO şeklinde seyreden 50-60 yıllık bu tarih,
seksenlere kadar Avrupa ve Japonya’nın da içinde olduğu
siyasi hesaplarla şekillenirken, 80’lerin sonuyla birlikte
ABD önderliğinde tek kutuplu siyasi ve yarı-siyasi çokuluslu
şirketlerin töhmeti altında hayatiyetine devam etmektedir.
YATIRIM VE
FİNANS SORUNLARI
Belki de en hayati konulardan birisi halihazırda bir
şekilde ister IMF isterse Dünya Bankası ile kurumsal,
çokuluslu şirketler eliyle özel yatırım ve bu yatırımların
finansal yönetimi meselesidir. Öyle ki yerel ekonomik
sistemler gelen/gönderilen (güdümlü) bu yardım/yatırımı
dikkatlice yönetemediği anda uluslararası finans dünyasında
başka bir kur kurbanı olmaktan kurtulamamaktadır. Genellikle
konvensiyonel bir şekilde iktisadi performans Gayri
Safi Milli Hasıla’nın illuzyonik rakamları ile süslenip
ulusların kaderi, varlıkları teminat mektubu olarak
kullanılıp uluslar arası finans yönetimine lüx ithalat
ve askeri harcamalar enstrümanlarıyla rehin verilir.
Dolayısıyla GSMH’lar halkın ezici çoğunluğu için anlamsız
rakamlar yığınından başka bir anlam ifade etmez hale
gelir. Türkiye’deki son iki kriz bu durumun en güzel
örneğidir. Her sene Washington’da yapılan ATC (American
Turkich Council) toplantılarında bu antlaşmalara imzalar
atılır.
Merkez bankalarının bağımsız hale getirilmesi bu işlemin
en temel noktasıdır. Bu aşama geçildikten sonra uluslararası
finans dünyasının kaderinizi belirlemesinden başka yapılacak
bir şey yoktur. Bu felaketi önlemenin tek yolu ülkenin
kendisinin koyduğu ve küresel kapitalizmin ‘kaybetmekte
oyunun kuralı’ ilkesini alt edebilecek bir kontrollu
bankacılık ve finans sistemidir.
BRETTON WOODS’DAN
ALTERNATİF MODELLERE
Halihazırda Bretton Woods’un çatısı altında hayatiyetine
devam eden Dünya Ticaret Örgütü ve bağımsız olan IMF
ile Dünya Bankası elimizdeki verilere göre iyi bir imtihan
vermemiştir. Özellikle Dünya Ticaret Örgütü ABD’nin
yeni sömürgecilik dalgasına yasal kalkan görevine bürünmüş
durumdadır. Lakin ne bu örgütlere karşı çıkmak, ne de
eleştirmek yaşanan durumu değiştirmemektedir. Zengin/fakir
katsayısının 72/1 olduğu ve her geçen gün daha da derinleştiği
bir dünyada bu küresel tahakküme karşı çıkmak elbette
önemli bir vazife. Lakin, alternatif bir proje ortaya
koyulmadığı sürece ‘protest’ olmaktan veya üzerine ölü
toprağı serpilmiş sol’un ‘nostaljik bir şekilde’ yeniden
canlanmaya çalışmasından başka gidecek bir yeri yoktur.
Bu anlamda çokuluslu şirket kapitalizmi tahakkümüne
gösterilen tepkiler yerel sınırlar içerisinde bir şekle
–ki bu ilk başlanacak ve kolay olan yol- ve programa
sokulması gerekmektedir. Uluslarararası boyutta ise
alternatif modellerden en gerçekci duran üç yol bulunmaktadır:
Küresel örgütlerin demokratikleştirilmesi anlamında
Birleşmiş Milletler yönetimine geçmesi. Bu yönetim çatısı
altında UNICEF, UNDP, WHO ve UNIFEM’in birleştirilmesi.
Bu teklif şu an sıkışan Avrupa tarafından da kısmen
desteklenmektedir. İkinci teklif ise Bretton Woods kurumlarının
yeniden bir düzenlemeye tabi tutulması. Bizce en makul
ve gerçekçi teklif budur. Öyle ki halihazırda birçok
uluslararası antlaşma şu anki kurumlar altında devam
etmektedir. Var olan yapıyı dağıtmak yerine, evrime
tabi tutmak hem makul olan hem de kabul ettirilebilecek
bir tekliftir. Avrupa’nın birinci teklifi desteklemesi
salt ABD’ye karşı siyasi bir koz kazanma çabasıdır.
Üçüncü teklif ise, dünyanın diğer yerlerinde bölgesel
örgütlerin kurulması ve güçlenmesidir. Bu son teklif
Türkiye için hayati bir durumdur. Avrasya yatağında
Türkiye’nin bölgesel bir güç olması jeopolitik ve jeostratejik
olarak bölgesel bir güçbirliğine gitmesinden geçmektedir.
Bölgesinde güçlü bir Türkiye Avrupa yedeğinde bir Türkiye’den
her zaman daha tercih sebebidir. Çelik tartışmasıyla
başlayan ve daha bir çok hayati maddeye yayılacak olan
ABD-Avrupa gerilimi, Türkiye’nin bu uluslararası örgütlerde
kullanabileceği bir argüman olmakla birlikte, bu gücü
bölgesel olarak siyasi haritasını çizebildiği sürece
kullanabilecektir.
Doğrudan yeni veya modifike edilmis örgüt önerileri yukardaki
gibi olmakla birlikte diğer bir sorun da WTO’un dışında
uluslararası başka bir mahkemenin kurulması gerekliliğidir.
Öyle ki bir çok finans mahkemesi Dünya Ticaret Örgütü
ve ABD’nin merhametine bırakılmış durumdadır. Şu anda
IIC (Inetnational Insolvency Court) Canada’da 2000 senesinde
kurulmus durumadir. Lakin bu kurumun kabul edilebilir
bir seviyeye gelmesi ve resmen hayat geçmesi gerekmektedir.
Yine bu kurumla ilgili BM yönetimi altında uluslararası
bir finans organizasyonu kurulması teklif edilmiştir.
SON SÖZ: GEÇİŞ ÇAĞI VE SİSTEMİN SONBAHARI
Yaşanan tartışmanın boyutlarının pratik uzantılarını
hergün hayatımızda hisseder olduğumuz çok uluslu şirket
kapitalizmi sonu olmayan dipsiz bir kuyu gibidir. Kimse
nerde duracağına dair bir fikre sahip değildir. Lakin
kapitalist tüketim ve üretim süreci hem felsefik olarak
hem de pratik olarak bir dönüm noktasına gelmiş durumdadır.
İşte bu noktada uluslararası örgütler hayati bir görev
ifa edecekler. Bir geciş çağı olacağının işaretlerini
veren 21. yy. insanoğlunun belki de sınırsız biriktirme
modunun kırılmasına sebeb olacak. Kapitalizm zenginlik
dağıtmak yerine, ne pahasına olursa olsun, zenginliğin
hasılatının yapıldığı piyasayı korumak mantalitesi ve
sınır tanımaksızın tahrip ederek büyüyen tabiatının
bir sonucu olarak; dünyanın –en azından kağıt üzerinde,
her muteşebbisin ulaşabileceği küresel bir piyasa haline
gelişiyle her geçen gün kaybedenlerin sayısının kazananlardan
daha fazla olması, bu geçiş sürecini herkes için hayati
bir öneme haiz kılmaktadır. Piyasalar adeta küçük silahlar
gibiler; güçlü ve öldürücüler, çok büyük kazanımlar
ve felaketlere yol açabilirler. Son beş yüz yıldır piyasalar,
Batı’nın önderliğinde karar verici ana güç durumundaydılar.
İnsanoğluna hayal bile edemediği teknolojik kazanımlar
hediye ettiler. Lakin kapitalin sınırsız yayılması mümkün
değildir. Arzın talebi zorlayarak piyasaları yürütmesi
ancak bir süre daha mümkündür. Çünkü görülebilir bir
gelecekte bu ‘suni arz’ maliyeti sistemin doğal olarak
önce tıkanması sonra durmasına sebeb olacaktır. O zaman
dilimine ulaşıldığında piyasa kapitalizminin verdiğinden
daha hızlı ve fazla bir şekilde nimetlerini geri toplaması
felaketin ta kendisi olacaktır. O halde Wallerstein’a
tekrar kulak verecek olursak, “bugünkü sistemin ve piyasanın
renkliliği kimseyi yanıltmasın. Öyle ki, tüm sonbaharlar
tabiatları gereği renklidir” n
KAPİTALİST SİSTEMİN ÇOKULUSLU ÖRGÜTLERİ
Joseph
Schumpeter kapitalizme dair ‘çok daha fazla insanın
nasiplendiği’ bir sistem der, ve ardindanda ekler: “kapitalizmin
her adımında önce ‘eskinin’ yok edilmesi vardır…önce
eski olan yok edilmelidir ki, ‘yeni’ yerini alabilsin…yaratıcı
tahribat süreci elbette bir çok kazanan ve kaybeden
üretmektedir…bu en azından kısa vadede tekrar eden bir
formüldür…” Princeton iktisatçılarından Gilphin, Schumpeter’in
bu tesbitini önemle vurgulayıp: ‘çağdaş kapitalizmin
ise bize dayattığı en önemli kural, kaybedenlerin en
azından kaybetmenin ‘oyunun kurallarından’ biri olduğunu
ve sistemin kendi kurallari içinde adaletli bir şekilde
çalıştığını iyice benimsememiz gerektiğidir’ der. Asya
krizi kapitalizmin bu kuralının hayata geçtigi en güzel
örneklerden bir tanesidir. Asya Kaplanları olarak bilinen
ve ‘doğrudan yabancı yatırımla’ sisteme dahil edilmiş
olan ülkeler, uluslararası finansın en acımasız bir
şekilde ‘hareket ettirilmesiyle’ bir anda kendilerini
krizin daha doğrusu iflasın eşiğinde buldular. Çokuluslu
finans örgütü elini kolunu sallayarak parayı bir piyasadan
aldı ve henüz şekillenen Avrupa Topluluğu’na bonus olarak
verdi. Küreselleşmenin acı reçetelerinden biri olarak
tarihe gecti.
Sorulması
gereken soru, son yirmi yılda artık herkesin nerdeyse
gündeminin birinci maddesi haline gelmiş olan ‘küreselleşme’
ne denli içi dolu bir kavram. Kimin için var, kimler
için çalışıyor. Bundan yirmi yıl öncesine kadar sosyal
bilimlerin literatüründe bile olmayan bu kavram sadece
‘yeni’ olmaktan başka bir özelligi var mı? Örnegin Wallerstein’in
Modern Dünya Sistemi eserinde ‘küreselleşme’ kavramı
bir kez bile geçmemektedir. Oysa bugün küreselleşmeyen
hiç bir şey kalmadığı söylenmekte. Öyleki bundan bir
kaç ay önce ünlü Atlantic Monthly dergisinde ‘dinin
küreselleşmesi’! isimli bir akademik makale bile yayınlandı.
Küreselleşme,
nasıl okunursa okunsun, artık bir pratik hal olarak
yaşadığımız bir olgu. Dünya ekonomisinin küreselleşmesi
ise yerli ve uluslararası her türlü ilişkiyi doğrudan
etkileyen, hatta bazen yönlendiren vazgeçilmez bir fenomen
durumunda. Uluslararası ticaretin büyümesi, inanılmaz
boyutlardaki uluslararası finans akışı ve çokuluslu
şirketlerin ajendası ulusal ekonomileri birbirine daha
fazla bağlayan, hatta çoğu kez ‘çevre’ ve ‘harici alanlar’daki
ekonomileri sistemden ayrı hiçbir alternatif oluşturamayacak
kadar ‘merkez’e mahkum eden bir şekle şemale büründürdü.
Her ne kadar, bir kaç aklıselim iktisatçı, uluslarararası
finans sektörünün dünya iktisadına en büyük tehdit olduğunu
dillendirmeye kalksalar da, genel akım ve pratik hal
finansın ve iktisadi faaliyetlerin küreselleşmesinin
herkesin daha fazla kazanacağı bir yol olduğu görüşünde
hemfikirdir. Küreselleşme eleştirileri ve sözcüleri
ise, merkezin beklentilerinden çok daha farklı bir gelecek
dünya resmi görmekteler. Bu eleştiriler en toptancı
bir özetleme ile; artan ticaret, doğrudan yabancı yatırımlar
ve finans akışı ‘harici alanlardaki’ toplumlar ve devletler
için sonuçları çok acı reçeteler olacak bir yolun mihenk
taşları olarak durmaktadır. Küreselleşme karşıtı duruşun
retoriği ‘sömürge, tekel, adaletsizlik ve haksız rekabet’
Bu aslında güneyin ezilmişliğinin eski protest dilidir.
Küreselleşme karşıtlığıyla yeniden bir diriliş mümkün
mü sorusunu kendisine soran solun, şirket küreselleşmesine
verdiği retorik cevaptır. Bu muhalif hareketin ne denli
basarili olacağı ayrı bir sual. Lakin biz bu yazıda
genel anlamda bu hareketin iddialarina bakmak istiyoruz.
Ocak
1999’da Küreselleşme Üzerine Uluslararası Forum, Seattle
başlayan ardından kanlı gösterilere kadar varan bir
dizi protesto ve hareketin temsilcilerini bir araya
getirdi. Bu toplantıdan 250 sayfayı aşkın bir cevap
metni çıktı. THA New York Times’dan Thomas Friedman’in
herzaman olduğu gibi ‘sistemin yüce değerleri adına’,
‘cahil muhafazakarlar’ diye nitelendirdiği bu yeni hareket,
kendisini uluslarararası kapitalist örgütlere kabul
ettirmiş durumda. Son on yıl içinde, Hindistan’dan Filipinler’e,
Endonezya’dan Brezilya’ya, Amerika’dan Kanada’ya, Meksika’dan
Arjantin’e, Venezuella’dan Fransa’ya, Yeni Zellanda’dan
Güney Afrika’ya ve daha bir çok farklı ülkelere uzanan
‘küresel’ bir ‘kureselleşme karşıtı’ hareket başladı.
Burada altını çizmek istediğimiz bir nokta var. Bu hareketler
her ne kadar medyada ‘küreselleşme karşıtı’ şeklinde
isimlendirilmiş olsalar da, kendilerini hiç bir zaman
bu şekilde tanımlamadılar. Üzerinde durdukları ana nokta
‘şirket kapitalizmi ve şirketleşen dünya ve dünya değerlerine’
karşı çıkmak oldu. Karşı çıkmaktan başka alternatifleri
yok şeklindeki eleştiri ise elbette tartışmaya açık
bir konu olarak durmaktadır. New York’ta bundan bir
kaç ay önce, Dünya İktisadi Forumu yapılırken Porto
Alegre, Brezilya’da “Başka bir dünya mümkün” isimli
Dünya Sosyal Forum’u yapılıyordu. Lakin merkez medyanın
sansürüne kurban giden bu önemli toplantı, küresel şirket
kapitalizmi karşıtı hareketin meyvelerini kendi içinde
vermeye başladığının işaretleri gösteren bir verimlilikle
geçti. New York’ta binlerce polisin gölgesinde, dört
bir taraftan onar blok etrafı kapatılmış bir şekilde
çoğunu bilmediğimiz, duymayacağımız kararlar dünya halklarından
soyutlamış bir şekilde yine dünya ticareti için alınırken,
Porto Alegre’de egemenlerin tasarladığı dünyadan başka
bir dünyanın mümkün olduğu en güzel şekilde gösterilmiş
oldu.
|