|
Başörtüsü
sorununu çözümsüz bırakmak, ancak ‘cumhuriyeti,
vatandaşları ile kuşatmayı’ hedefleyenlere
fayda sağlar. Bugün Türk vatandaşları
hak ve iş için yüzünü Brüksel’e dönmeye
başlamıştır. |
|
|
Başörtüsü
sorunu içinden çıkılmaz hale geldi. Yasağın uygulama
alanı ilahiyat fakülteleri ve imam-hatip liselerine
kadar genişletildi. Çok sayıda başörtülü öğrenci yasak
nedeniyle eğitim hayatını yarıda bıraktı. Evi ve ailesi
ile sınırlı bir hayata mahkum edildi. Çoğu küçük yaşında
okullarının kapısında şiddet ve baskı ile tanıştı. Vatandaşı
olduğu devlet tarafından aşağılandı, onuru zedelendi.
Başörtüsü
tam da tipik denecek bir Türkiye sorunu aslında. Sorun
kompleks bir mahiyete sahip ve Türkiye’nin yüzleşemediği,
yüzleşemediği için de aşamadığı çok sayıda sorun noktasının
iç içe geçtiği bir problematik alan.
HAYATTAN KOVULANLAR
Resmi
söylem bunca yıldır muhafazakar kitleleri kızlarını
okula göndermemekle suçladı. Dindar kitlenin, kadınlarını
ve kızlarını dış dünyadan uzak tutma kaygısı karikatürize
edildi. Suçlamalar yanlış sayılmazdı, çünkü dindar-muhafazakar
aileler kızlarını okula göndermeye pek yanaşmazlardı.
Bir açıdan bu tavır kadınlara karşı ayrımcı yaklaşımı
içeriyordu. Dindar-muhafazakar kitle, hem kırsal kökenli
kültürün koruyucusu olarak, hem de batılaşmaya tepkinin
abartılı bir ifadesi olarak kadın sorununu yok sayma
ya da bastırmaya dönük eğilimleri daima canlı tuttu.
İlk
kez, daha doğrusu yoğun olarak 80’li yıllarda kızlar
başörtü takarak üniversitelerde okumaya başladılar.
Başörtülü öğrencilerin sayıları gün geçtikçe arttı.
Moda ifadesiyle ‘kamusal alanda’ ciddi oranda bir görünürlük
kazandılar. Kendisine dindar diyenler için de Türkiye
için de özgün bir kadın dinamiği harekete geçmişti.
Başörtülü, kentli ve hızla bireyselleşen kadın, bu yeni
görünümü sayesinde aslında modernleşmekteydi. Yaşamın
yeniden üretilmesine ve yaşam süreçlerine katılıyordu.
Kadınlar üzerinden yürüyecek olan bu yeni süreç, Türkiye’deki
müesses dindarlık, din algısı ve muhafazakar kesimlerin
içe kapalı geleneksel yapılarını çatlatacak türden bir
meydan okumaydı. Ama süreç kendi mantıksal sonuçlarını
yaratamadan devlet tarafından tehdit olarak algılandı
ve budandı. Cumhuriyetçi olduğunu zanneden başka bir
tutucu kanat, zor yoluyla kadın özgürleşmesinin seksenlerdeki
en gür damarını kesip attı. Başörtülü kızlar hayattan
geri kovuldular. Kovuldukları yer ise, çoğunlukla kadının
kullaşması ya da edilgenleşmesini sağlayan ‘koca evi’ydi.
Oysa cumhuriyet, kulluktan vatandaşlığa geçişti! Cumhuriyet,
modernleşme, kentleşme ve bireyleşmeydi!
Biçim
bir kez daha öze galip geldi. Biçimler üzerinde süren
segmenter iktidar kavgasında cumhuriyetin özüne, gerçek
cumhuriyetçiliğe ihanet edildi. Nihayetinde ‘bir parça
kumaş’la sınırları çizilmiş sahte, kaypak ve tüketici
bir savaş meydanı kuruldu. Savaşın tek kaybedenleri
ise, en masum olanlar, başörtülü kızlar oldu.
Doğrusu,
bir kısım dindar-muhafazakar erkek de sürekli kızgınlık
sergilese bile kızlarının devlet zoruyla hayattan kovulmasından
pek de rahatsızlık duymadı. Onlar da kızlarının “öyle
ortada olmasından” zaten rahatsızlık içindeydiler. Devlet,
bu bilinçaltı rahatsızlıktan onları kurtardı. Türk modernleşmesinin
önündeki engellerden biri olarak, biçimci dinsellik
yada sahte cumhuriyetçilik olarak zıtmış gibi görünerek
açığa çıkan fanatizm ve tutuculuk, başörtüsü ve kadın
sorunu üzerinde sırt sırta verdiler.
BAŞÖRTÜSÜ
GÜZEL AHLAK MIDIR?
Başörtülü
kızlar ise kontekstinden/siyak sibakından kopartılmış
dini korkuların içine itildiler. Başörtüsü askıya alınamaz
ertelenemez bir dini emirdi ve ihlali halinde günaha
girilirdi. Başörtüsünün dini bir emir olup olmadığını
tartışmayacağız kuşkusuz. Bu hem bizim konumuz ve uzmanlık
alanımız değil, hem de yasak sürdüğü müddetçe bunu tartışıyor
olmanın ne anlama geleceğini de biliyoruz.
Ancak
sorunun psikolojik algılanmasına dair tartışılması gereken
noktalar bulunuyor. Birinci nokta, dinin maksadı nedir
ve kişi, dindar olmakla neyi elde etmiş olacak/olmalıdır?
Eğer din, insanın bireysel ve toplumsal yücelmesinde
bir kılavuz ve ahlak ve erdemin yükselmesinde bir yöntem
ise, başörtüsü ya da herhangi bir giyim şekli din ve
dindarlık ile varılacak menzile ulaşmada ne denli ‘öncelik’
taşımaktadır? Mesele görünmek mi, yoksa olmak mı meselesidir
ve bu bağlamda başörtüsü ne tür bir yer işgal etmektedir?
Bu
noktada diyebiliriz ki, Başörtüsü meselesinde “görüntü”,
“oluş” halinin önüne geçti. Görüntü ve çehre, iyi ahlak
ve erdemin doğrudan ve birebir belirtisi ve hatta “garantisi”
sayıldı. Oysa soruna yine tersinden başlanmıştı. Önce
bir hal, ruh ve töz geliştirilmeden, iyi ahlak ve erdem
sağlanmadan, bunların belirtisi sayılan biçim yaygınlaştırılarak
tuzağa bir kez daha düşülmüştü. Mesele tersinden başladığından
dolayıdır ki, son birkaç yıldır başörtüsü de ahlaki
olgunluğun karinesi sayılmaktan çoktan çıktı! Dine dayalı
öncelikler ters yüz edilerek Türkiye yanlış, zararlı
ve tüketen bir çatışma sürecinin daha içine itildi.
Başörtüsü gündemiyle Türkiye, insani ve toplumsal düzlemde
hayra vesile olan yeni bir aşamaya ulaşmadı, aksine
yeni kilitlenme ve bunaltıların eşiğine getirildi.
BAŞÖRTÜSÜNÜN POLİTİK KULLANIMI
Başörtüsü,
onu takan kızlar açısından yaygın olarak politik bir
anlam taşımadı. (kaldı ki taşımasının ya da özel bir
anlamı/ amacı olmasının Müslüman bir ülkede sıkıntı
kaynağı olarak algılanması, başka ve çok ciddi sorunların
göstergesi). Ancak başörtüsü, “din’ temelinde siyaset
yapan bazı politik partilerin gözünde elverişli bir
siyasal kullanım malzemesi haline gelince sorunun boyutları
biraz daha giriftleşti. Bu Din(c)i politik hareket,
tez ya da projeler üzerinden değil, krizlerin, yoksunlukların
ve eksik kalmış yanların sömürülmesinden güç ve hız
kazanmıştır. Bu anlamda başörtüsü çok verimli ve etkili
bir kullanım malzemesi haline getirilebilmiştir.
Öte
yandan bu politik istismar, hiçbir tartışma ya da açılıma
meydan vermeyen kendi içinde totolojik bir mantığı iyice
pekiştirmiştir; ’Bir kere başörtüsü vazgeçilmez ve ertelenemez
bir dini görevdir ve yerine getirilmediği taktirde günaha
girilir; günah işlemenin bedeli ise cehennemde yanmaktır.’
Başörtülü kızlar öyle bir kulvarda yürür hale getirilmişlerdir
ki, durum hakkında düşünmek bile din dışı kalmak tehlikesi
ile sarılıdır. İç dünyalar da büyük ve derin sarsıntılar
yaşamadan sorunun sağlıklı çözümlemesi, zihniyet düzeyinde
bile yapılamaz hale gelmiştir. Dini inançlar,iman düzeyinden
koparak koşullanma haline gelince, özü itibariyle en
katı koşullanmalara yol açar ve çözümsüzlük durumunda
çoğu kez psikiyatrik problemlerin kaynağı olurlar.
Başörtüsü
örneğinde üstelik sadece dini güdü değil, cinsi güdü
de pekiştirici bir rol oynamaktadır. Başörtüsü yoluyla
namus da korunmaktadır. Aileler bakımından gerçekte
başörtüsünün dini yanı “namusu koruma” işlevinin yanında
ikinci planda kalır.
Sonuçta,
İnsan iç güdüsünün inanma ve cinsellik gibi iki güçlü
dinamiğinden beslenen bir alan hakkında düşünülmez,
tartışılmaz ve hatta konuşulmaz; ancak savaşılır. Nitekim
böyle de olmuştur. Düşünme ve davranma refleksleriyle
özde birbirinin aynı olan kesimler, kutsal mevzilerini
savunmak adına kıyasıya bir savaşa tutuşmuştur.
Din
temelinde siyaset yapan bazı partiler, pek çoğunun özel
yaşamında pek de önemli olmayan başörtüsü meselesini,
kendi tükenişlerini geciktirecek politik bir Anka kuşu
olarak tasarlamışlardır. Başörtüsü etrafında oluşan
dindar-muhafazakar tepkiyi arkalarına alarak ayakta
kalmaya çalışmaktadırlar. Merve Kavakçı örneğinde ki
gibi, öne çıkan, başörtüsünün bizatihi savunulması değil,
başörtüsü üstünden çıkartılacak siyasal krizin siyasal
bir gıda olarak kullanılmasıdır. Başörtüsü sorununun
rantı politika esnaflarına, maliyeti ise hayatlarının
baharında ki bir avuç kız ve onların ailelerine kalmıştır.
Başörtüsü dahil dini temaları öne sürerek siyaset ve
ticarette post edinmiş kişi ve grupların sayısının bunca
çok olmasının meydana getirdiği çelişik fotoğraf üzerine
düşünülmelidir. Öte yandan, Başörtüsünün istismarı,
sistem içindeki tutucu kesimin laflarını rahatça söylemesinin
ve baskılarına kolayca devam edebilmesinin de gerekçesi
olmuştur. İki tarafta üzüm yemeye değil, bağcıyı dövmeye
niyetli olduklarından, bu kavgada yaşamsal zararı başörtülü
kızlar görmüştür ve görmeye de devam etmektedir.
28
Şubat’ta kızların üzerine hoyratça gidilirken din(c)i
baronların rant ve talan düzeneklerine dokunulmaması
ilginçtir. Üstelik aynı süreçte bayrak, ezan ve din
gibi kutsal değerleri kullanıp palazlanan tam anlamıyla
din simsarı ve mürteci bazı bazı tarikatların el altından
desteklenmesinin izahı hiç mümkün değildir. Dar gelirli,
orta halli mazbut aile kızları okul önlerinde hırpalanırken,
din üzerinden alıp başını gitmiş bu ticari ve siyasi
talan düzenekleri hala ayakta ve işlemeye devam etmektedir.
Din adına yıkıcı olan bir şey varsa, anlamadıkları bir
sürecin kurbanı olan bu kızlar ve onların başörtüsü
değil, din-iman kisvesi ile bu milletin en kıymetli
varlığı olan diyanetinin ve ahlakının çökertilmesidir.
Bu millet, bağlanacak hiçbir değerinin kalmadığı bir
boşluğun içine sürüklenmek üzeredir, hatta sürüklenmiştir.
Din temelinde siyaset yapanlar, dini hissiyatı hırpalamıştır.
Öte yandan karşı tarafta , O ‘tehdit’ her ne ise, bu
tehdidi ortadan kaldıracağım diye ortaya çıkan kesim
de, hedef aldığı odakların somut varlığını ve rant
ilişkilerini değil, Anadolu çocuklarını ezmiştir. Eğitimin
özelleşmesiyle mobilizasyon fırsatlarını yitiren Anadolu
çocukları, bu kez başka bir gerekçeyle sosyal gerilemeye
maruz bırakılmaktadırlar. Güvenip destek verdikleri
sözde dindar politikacıların umutlarını çalmasının hüsranı
bir yana, bir de işlemedikleri hatalar gerekçesiyle
dayak yemenin bitkinliği içindeler.
Başörtüsü
sorunun bir de sınıfsal yanı vardır. Her meselede olduğu
gibi başörtüsü bağlamında da faturayı yine Anadolu çocukları
ödemektedir. Kamusal ranta ve bu çerçevede kamusal talana
erişerek güçlenen dini temelli lümpen bir burjuvazi
türemiştir. Kamusal talandan beslenip geliştiği (aslında
şişti demeli) için bu yeni lümpen burjuvazi korkak,
tüketimci ve sahiplendiğini öne sürdüğü inancına karşı
bile hile içindedir. Başörtülülere karşı en büyük ve
onur kırıcı ayrımcılık bu takımın televizyonlarında,
holdinglerinde ve iş ortamlarında yapılmıştır. Başörtüsüne
karşı olanlar yanlış da olsa bir ‘gerekçe’ öne sürmektedir.
Fakat dinsel lümpenliğin başörtüsü hakkında sergilediği
iki yüzlü tavrın gerekçesi bile yoktur.
Her
türlü soruna rağmen din(c)i baronlar hayatlarından memnundur,
çünkü şimdilik geçimleri yerindedir. Ayrıca başörtüsünü
bir insan hakları meselesi olarak Avrupa’nın ve hür(!)
dünyanın kucağına atmışlar, böylece sorumluluktan da
kurtulmuşlardır. Nasılsa Kopenhag Kriterleri var ve
bu kriterler herkes gibi başörtülüleri de kurtaracaktır!
“Bu millete son hediyeleri; sen bir hiçsin, ancak gavura
teslim olursan kurtulursun” demek ister gibidirler.
Oysa bu müslüman ve yüce milleti gavurun elinden kurtarmak
için yola çıkmışlardı (!)
SİMGE
TARTIŞMASI
Devleti
halkıyla kavga ettirmede son derece becerikli olan güçlü
bir çevre, başörtüsünün bir simge olduğu üzerinde ısrar
edegeldi. Örtüyü takanların bu örtüyü nasıl algıladıklarına
hiç bakılmadı. Eğer örtü bir simge ise simgelediği şeyin
ne olduğu tartışmaya açılmalıdır. Sağlıklı ve açık bir
toplumda bu kolaydır, ama bizim gibi her konunun akıl
değil bilek ve şiddet yoluyla hizaya getirildiği bir
toplumda ise olmayacak bir şeydir.
Besbelli
ki bu toplumda belli bir yaş ortalamasında ve eğitim
çağındaki kızlar, başörtüsü taşımanın çok önemli olduğuna
inanmış ya da inandırılmışlardır. Başörtüsü takanların
da Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı ve bu ülkenin evladı
olması yasakçıların meselesi değil. Hayatlarının baharında
yaşadıkları travmaları ömürlerince üzerinde taşıyacakları
ve çocuklarına aktaracakları da hiç önemli değil. Bu
gencecik çocukların ezilmesinden aldıkları şehvetin,bireysel
kökenlerine dair anlamları mutlaka vardır..
Gerçi,
müesses düzen(sizlik) bu ülkenin çocuklarını hırpalayarak
gelmedi mi bugünlere. Solcusuna, sağcısına, devrimcisine,
ülkücüsüne, akıncısına ülkesini dar etmedi mi? Yaşamlarının
baharında bitkinliğe, çaresizliğe itmedi mi? Yaşama
isteğinden çok ölüm arzusuna sürüklemedi mi Anadolu
çocuklarını?
Devletin
içine yerleşen, komprador bir çekirdek, bu ülkenin çocuklarına
hep aynı muameleyi reva görüyor. Esasında başörtülü,
sosyalist, milliyetçi; Alevi, Sünni ya da Türk, Kürt
vb. olmak hiç fark etmiyor. Anadolu topraklarına uzanan
gizli bir el, bu ülkenin fidanları meyveye gelmeden
dalından kopartmak için ant içmiş sanki. Türk insanı,
yaşama enerjisini ölüm karanlığına çeviren o ‘komprador
çekirdek’ ile er geç yüzleşecektir.
Başörtülü
kızların başına gelen de bu trajik kaderin tecellisinden
başka bir şey değildir. Onlarla bir insan gibi, bir
evlat gibi konuşmayı, muhatap almayı hiç kimse denemiyor.
Oysa bu çocuklar, bizim çocuklarımız. Onların hataları
da sevapları da, iyilikleri de kötülükleri de bizim.
Bu bilinçte bir ‘raison d’etat’ bu ülkede hayata geçtiğinde,
Türkiye’de yaşamaktan herkes büyük bir keyif alacaktır.
DEVLETİ
KUŞATMA OPERASYONU
Başörtüsü
sorununun devamından Türkiye’nin kazandığı hiçbir şey
yok. Kaybettiği ise çok şey var. Türkiye’nin bugünkü
konjonktüründe başörtüsü sorunu, “ördeklerin kümeste”
tutulması ve “devletin askıya” alınması operasyonudur.
Türkiye, bir süredir, farklı cepheleri içine katıp,
devleti ile halkı arasındaki bağı zayıflatmayı hatta
kopartmayı amaçlayan “uluslararası bir çalışmanın” konusu
halindedir. Ne yazık ki, özellikle devlet katındaki
“sorumluların” aymazlıkları nedeniyle bu çalışma başarı
kazanmıştır. Gelinen noktada hemen her sosyo-kültürel,
her sosyo-ekonomik kesim devlet ile sorun yaşamaktadır.
11 Eylül sonrasının jeopolitik Sırat köprüsünde Türkiye
çaresiz, bitkin ve kendi içinde sıkıntılı haliyle her
türlü dış operasyona açık hale gelmiştir.
Başörtüsü
sorununu çözümsüz bırakmak, ancak ‘cumhuriyeti, vatandaşları
ile kuşatmayı’ hedefleyenlere fayda sağlar. Bugün Türk
vatandaşları hak ve iş için yüzünü Brüksel’e dönmeye
başlamıştır.
Halkı
ve devletini, bir beka problemi doğuracak biçimde bilmeden
karşı karşıya getirenler yine bilmeden dış operasyonların
tuzağına düşebilirler. Diyarbakır üzerinden Avrupa’ya
gidenlerin yanında şimdi de başörtüsü problemi üzerinden
“ dış merkezlere” merdiven uzatılmaktadır.
Bu
bağlamda “devleti”, aklını kullanmaya ve sağduyuya çağırıyoruz.
N
DİYANET
NEDEN SUSUYOR?
Başörtüsünün
dini bir konu olduğu malumdur. Daha doğrusu başörtüsünün
dini bir konu olup olmadığını ve dindeki yerini belirme
yetkisine resmen sahip Diyanet İşleri Başkanlığı adında
bir kuruluş vardır bu ülkede. Başkanlığın bünyesindeki
Din İşleri Yüksek Kurulu 3.2.1993 tarihli ve 6 sayılı
bir kararıyla başörtüsü takmanın dinin bir gereği olduğunu
karara bağlamıştır. Başkanlık Türkiye’de bağlayıcı karar
alma yetkesine sahip Başbakanlığa bağlı bir devlet kuruluşudur.
Yani başkanlığın vereceği karar hem Türk halkını hem
Türk devletini bağlar.
Başkanlıktan
başörtüsünün dini bir vecibe olduğunu tespit eden bir
karar çıkmasına rağmen ne bu karar kamuoyu tarafından
bilinmekte, ne de devletin diğer resmi kurumları sorunu
bu bağlamda ele almaktadırlar. Devlet kendi içinde çelişki
yaşamaktadır. Bir organ örtüyü dini vecibe sayar ve
bunu karara bağlarken, diğer organlar dini vecibenin
yerine getirilmesini değil siyasal bir simgeyi engelleme
gerekçesini yasağın esası gibi göstermektedir.
Tavuk,
balık kurban olur mu olmaz mı gibi televizyon rating
geyiklerine yüksek sesle katılan Diyanet İşleri Başkanlığı,
başörtüsü hakkında yayınladığı bir kararı sanki unutturmak
ister gibi davranmakta, ‘aman beni görmeyin, ben oyunda
yokum’ demeye getirmektedir. Kendisini ve devlet organlarını
iki yüzlülükten kurtarmak için Diyanet İşleri Başkanlığı
ses vermelidir. Sorunun tanısı en azından devlet düzeyinde
konmalıdır. Bu tanıya göre herkes soruna ilişkin net
tutumunu almalıdır.
|