|
Bizim
İslam’da dini düşünceninyeniden
inşası için önerdiğimiz kökpradigma
iki kavramdan oluşmaktadır; süreklilik
ve yenilik.
|
|
|
Muhammed
İkbal’in vasiyetine göre İslam’da Dini Düşüncenin Yeniden
İhyası çabaları hız kesmeden devam etmelidir. Bunu yaparken
tarihsel birikim atlanmamalı, “koptuğu” yerden devam
edilmelidir. Bu yazılarda İslam’da “dini düşüncenin”
yeniden inşası için kimi “okumalara” girişeceğiz.
İslam’da dini düşünce “Müslüman zihin” tarafından üretilen
düşünce demektir. Cabiri’nin tabirleriyle beyandan,
burhandan ve irfandan gelen tüm bilgiler bu zihinde
harmanlanarak yeni bir okumaya tabi tutulur. Tutarlı
bir dünya görüşünün kendi içinde bir sistem bütünlüğüne
sahip olması gerekir. Eflatun’un “idea”, Budda’nın
“karma”, Laotse’nin “tao”, Konfüçyüs’ün
“erdem ve töre”, Leibniz’in “monad”, Farabi’nin
“sudur” kavramları gibi bütün sisteme hakim bir kök
paradigma icat edilir ve düşünce onun üzerine bina edilir...
Bizim İslam’da dini düşüncenin yeniden inşası için önerdiğimiz
kök pradigma iki kavramdan oluşmaktadır; süreklilik
ve yenilik. Her iki kavramda İslam düşünce tarihinin
derinliklerinden çıkarılmış olup terim ve literatür
değeri olan kavramlardır. Tarihsel mirasımızda değişik
okuma biçimlerinde görülen kadim-hadis, lafız-mana,
asıl-fer, vahdet-kesret, cevher-araz, vacip-mümkün,
velayet-nübüvvet-, zahir-batın, akıl-his, din-şeriat,
asabiyet-hadaret, sünnet-bid’at vs. çiftleri aslında
hep süreklilik-yenilik dengesini yakalayabilmek amacıyla
üretilmiş kavramlardır. Biz, bütün bu okuma biçimlerini
süreklilik ve yenilik “şemsiye” kavramsallaştırması
altında yeni bir okumaya tabi tutacağız..
İkbal’e göre Kur’an’ın amacı insanlığın dimağında “Allah”
şuuru uyandırıp, onu “öteler” ile irtibatlı, canlı ve
diri tutmaktır. Ebu’l Ala Afifi ise Kur’an’ın
amacının insanın tabiata karşı “tepki” vermesini sağlamak
olduğunu söyler. Bu açıdan bakıldığında sistemli bir
dünya görüşü kurma işinin “öteler ile irtibatlı”, “şuuru
uyanan” ve “tepki veren” Müslüman akla bırakıldığını
söylemek mümkündür.
İkbal ve Fazlur Rahman’a göre Kur’an dinamik bir dünya
görüşü öngörüyordu. Müslümanlar statik ve durağan alem
görüşüne dayanan Yunan, Hind ve Hrıstıyan düşüncesinden
etkilenerek bu dinamizmi kaybettiler. Farabi, İbni
Sina ve İbni Rüşd gibi filozoflar İslam düşüncesini
Yunan formunda ifade ettiler. Sühreverdi ve İbni
Arabi gibiler ise İran ve Hind formuna soktular.
Her iki yöneliş açılım sağladıysa da sonuçta durağan
evren görüşünü getirdiği için Müslümanların donuklaşmalarına
neden oldu. Gazali ve İbni Teymiye gibiler
ise bunlara karşı çıkacağız derken felsefi ve akli damarı
tümden kuruttular. Bu sebeple Cabiri’nin dediği
gibi her üç okuma biçiminin yeniden ele alınıp yapılandırılması
gerekiyor. Burada söylediklerimiz bu yeniden yapılandırma
çabalarına mütavazi bir katkı olarak anlaşılmalıdır.
İslam’da dini düşüncenin yeniden ihyası için önerdiğimiz
süreklilik ve yenilik kavramları, düşünce dünyasının
belli başlı alanlarında iç tutarlılık içinde kök paradigmaya
dönüştürülmüştür; varlık felsefesi (ontoloji), bilgi
felsefesi (epistemoloji), ahlak felsefesi, tarih felsefesi,
din felsefesi ve siyaset felsefesi. Bütün bu alanlarda
geçerli olan temel iki kavramla düşünce dünyamız yeniden
inşa edilebilir...
Varlık
felsefesi (ontoloji)
esas olarak tanrı ile alem arasındaki ilişkiye yoğunlaşan
bir alandır. Burada varlık felsefesi için önerdiğimiz
iki kurucu kavram evreni açıklamada anahtar rol üstlenmiş
durumdadır; İçinde yaşadığımız evrenin yapısı neden
ibarettir? Evrendeki daimilik nereden gelmektedir? Evrende
bir biri ardı sıra gelen hareket, akış ve oluşlar neyin
nesidir?
Bu konuda tarihsel mirasımızda başlıca üç duruşun olduğunu
söylebiliriz; biyoğrafik sembolizm ile söyleyecek olursak
“üç İbni”nin (İbni Teymiye-İbni Rüşd-İbni Arabi-)
duruşu üç ayrı tanrı-alem kavrayışını resmetmektedir.
İbni Teymiye (ve Gazali)’nin kavrayışı
“teistik”, İbni Rüşd’ün kavrayışı “deistik”,
İbni Arabi (ve Sühreverdi)’nin kavrayışı
“panteistik” tarzdaydı.
Gazali ve İbni Teymiye İslam düşüncesinin Yunan ve Hind
düşüncelerinden bağımsız varolma hakkını savundular.
Bu sebeple Yunan ve Hind’den gelen alem tasavvurlarına
ihtiyatla yaklaştılar. Gazali felsefenin içine
girerek, İbni Teymiye de felsefeyi, (kelamı)
reddederek Tanrı’ya (Allah’a, vahye) sarıldılar. Yoğun
bir tanrı vurgusu yaparak alemi ikincil duruma düşürdüler.
Her ikisi de karşı çıktıklarının yerine tutarlı bir
alem görüşü geliştiremediler. Hatta Gazali sonunda
doğu sezgiciliğinde karar kıldı. Kültürel mirasımızda
geçen bin yılda yaygın olan bakışaçısı bunlarınki oldu.
İbni
Rüşd’de sembolize ettiğimiz filozoflar ise İslam düşüncesini
Yunan formunda ifade ederek, düşüncenin batıya doğru
açılımını sağladılar. İslam’da dini düşüncenin inşası
için Yunan felsefesini uygun malzeme olarak kullanmayı
denediler. Hasan Hanefi’nin dediği gibi onların
yaptığı eski medeniyetin (Yunan), yeni medeniyet (İslam)
gözüyle yeniden okunmasıydı. Bu, düşüncede yaratıcılığın
ortaya çıkması için kaçınılmazdı. Yunan etkisi sebebiyle
olsa gerek aleme sarıldılar. Yoğun bir alem vurgusu
yaparak tanrıyı ikiİbni Arabi’de sembolize ettiğimiz
sufi filozoflar ise, İbni Rüşd’ün yaptığını Hind
(İran) felsefesi için yaptılar. Böylece bunlar da İslam
düşüncesinin doğuya doğru açılımını sağlamış oldular.
İbni Arabi, hermetik tasavvurları, İskenderiye,
Polotin, Eflatun, Harran, İran ve Hind muhayyilesiyle
birleştirerek tanrı ile alem arasındaki ayrılığı ikincil
duruma düşürdü. Sisteminde Allah ile Alem birbirine
geçirildi. Hallac-ı Mansur Allah’ı aleme giydirerek
(hulul), İbni Arabi de alemi Allah’ta yokederek
(ittihad) felsefesini inşa etti.
Böylece her üç sima ile sembolize ettiğimiz okuma biçimleri,
daha yüzlerce benzerlerinin de katkılarıyla İslam kültür
evrenini bir dünya kültürü haline getirdi. İkbal,
Hasan Hanefi ve Cabiri’nin dediği gibi şimdi
bu kadim mirasın eleştirel analize tabi tutularak tahkim
edilmesi gerekmektedir.
İbni
Teymiye’nin (ve Gazali’nin) duyarlılığı ile İbni Rüşd
ve İbni Arabi’nin arayışının yeniden yorumlanmasının
ilk izlerini Molla Sadra felsefesinde görüyoruz.
Molla Sadra’da her üç duyarlılık üstelik Şii
formu içinde birleştirilmeye çalışılmıştır. Muhammed
İkbal ve Fazlur Rahman ise Molla Sadra
felsefesini daha da geliştirerek bütüncül bir varlık
felsefi inşa etmeye çalışmışlardır.
Allah ile alem arasındaki ilişkiyi kurarken Gazali
ve İbni Teymiye “yoktan yaratma”, İbni Rüşd
“daimu’l-hudus” (sürekli sonradan yaratma), İbni
Arabi de “halk-ı cedid” (yeniden yaratma) kavramlarını
kullanmışlardı. İbni Arabi “tecellide tekrar
yoktur” diyerek alemin, Allah’ın sürekli yeniden yaratmasıyla
(ayan-ı sabiteye varlık bahşetmesiyle) tecelli eden
aynası olduğunu söylemişti. Keza tasavvuf felsefesinde
kullanılan vahdet-kesret, kelamcıların kullandığı cevher-araz,
filozofların kullandığı vacip-mümkün ayrımı hep “süreklilik-yenilik”
mantığının yakalanmaya çalışıldığını göstermektedir.
Molla Sadra’nın “asalet-i vucud” (varoluşun-varlığın
esas oluşu) ile “cevher-i hareket” (atomların-cevherlerin
de dönüşümü) teorileri alemdeki süreklilik ve yeniliğin
bir başka açıdan ifadesi olmuştur.
Artık anlaşılmış oluyorki İslam’da varlık felsefesi süreklilik
ve yenilik kavramlarıyla ifade edilmeye potansiyel olarak
hazır hale gelmiştir. İkbal ve Suruş’un
katkılarıyla devam edecek olursak, varlığın müstekar
mihveri, kosmosun süreklilik ve istikrar merkezi Allah’tır.
Evrenin merkezinde ne dünya ne güneş ne de başka bir
maddi merkez yoktur. Allah bütün bir evreni yed-i kudretinde
(kozmik güç) tutmaktadır. Allah yerlerin ve göklerin
nurudur. Bruno’nun tabiriyle tanrı evrenin ruhudur.
Allah’ın sürekli yeniden yaratması sonsuz sayıda devam
edecektir. Her bir ekolojik dönüşüm yeni bir yaratmadır.
Dolayısıyla Allah sürekliliğin, alem ise yeniliğin alanıdır.
Yeniden yaratma ile ortaya çıkan alem hareketin, oluşun
ve akışın alanıdır. Şu halde hareket ve yenilik alemin
ruhudur...
Allah’da aslonan vahdet, alemde aslolan kesrettir. Bunu
tersine çevirdiğinizde batı rönesansının da ilham kaynağı
olan Roma stoacılığı ortaya çıkar; tanrıda aslolan kesret,
alemde aslolan vahdet! Bu sebeple modern paradigma kesret
halinde bir çok tanrı üretmiş, öte yandan alemde vahdete
inandığı için herkesi tek tip hale getirmeyi çalışmıştır.
“Bütün dünya Roma’dır” denilmiştir. Abdülkerim Suruş
Molla Sadra’dan ilhamla “asalet-i kesret” diyor.
Yani alemde aslolan kesretin (çokluğun, çoğulculuğun)
korunmasıdır. Cabiri “Allah’ı tevhid ettiğimiz
gibi alemi de kesret olarak anlamadıkça çoğulcu bir
zihne sahip olmamız mümkün değildir” diyor. Demekki
süreklilik “tevhid” ile, kesret de “adalet” ile varoluşa
katılıyor, bir arada duruyor. Hasan Hanefi’nin
dediği gibi tevhidsiz adalet rölativizme, adaletsiz
tevhid despotluğa yol açıyor.
Süreklilik,
evrenin ondan çok daha büyük ve yüce bir sahibi olduğunu,
hareket ve yenilenmeler ise onun sürekli ve sonsuz yaratmalarla
eylem halinde olduğunu göstermektedir. Demekki varlığı
“süreklilik içinde yenilik” olarak kavramak İslam düşüncesinin
kök paradigması olmuştur. Bu anlamıyla tevhid, varlığın
birliği (monizm), varlığın ikiliği (dualizm), varlığın
çokluğu (prulaizm) değil “varlığın birlikteliği”dir.
Bu birliktelik süreklilik merkezi Allah ile, yeniliğin
alanı alemin dinamik birlikteliği anlamına gelir. Önü
açık bir gelecekte Allah ile alem kozmik bir yolculuk
halindedir. Söz konusu bu yolculuk Molla Sadra’nın
tabirleriyle Allah’a doğru ve Allah’ta yolculuk değil
“Allah ile” olan bir yolculuktur. Gelecek belirlenmemiş,
Mabed el-Cuheni’nin dediği gibi olaylar oldukça
bilinmektedir. Nazzam’ın tabiriyle varoluş açığa
çıkış (buruz) harekettir. Allah ve alem hareket halindedir.
İkbal’in dediği gibi de sonsuzluğa katılış, insanoğlunun
yaratıcı, özgür ve sorumlu eylemleriyle (amel-i salih)
olmaktadır. Dahası bu bir mecburiyet değil hakediştir...
Ontolojiyi süreklilik ve yenilik kavramlarıyla temellendirdikten
sonra bütün düşünce sistemi, bilgi felsefesi, ahlak
felsefesi, din felsefesi, tarih felsefesi ve siyaset
felsefesi bu bakışaçısıyla yeniden inşa edilebilir;
Ontolojide Allah-alem, epistemolojide (ve ahlak felsefesinde)
akıl-his, tarih felsefinde asabiyet-hadaret, din felsefesinde
din-şeriat(hukuk), siyaset felsefesinde değer-model
çiftleri temel kavramlardır. Birinciler sürekliliğin,
ikinciler yeniliğin alanıdırlar...
Bilgi
felsefesinde (epistemoloji)
süreklilik ve yenilik Elmalılı Hamdi Yazır’ın
ayrımı ile akıl-his çiftine denk düşmektedir. “Üç İbni”
nin duruşu bilgi sistemlerinin üretilmesinde de üç ayrı
bilgi evrenini ifade etmektedir. Cabiri’nin tabirleriyle
beyana, burhana, irfana dayalı bilgi sistemleri İslam
düşüncesinin epistemolojik çerçevesini belirlemiştir.
Beyani bilgi sistemi ile Şafii, Eş’ari, Gazali
ve İbni Teymiye’de ifadesini bulan düşünce üretim
biçimini kastediyoruz. Burada düşünce lafız-mana, asıl-fer,
cevher-araz çiftlerine denk gelen metodlarla inşa edilir.
Burhani bilgi sistemi ile Vasıl, Allaf, Nazzam, Harizmi,
Biruni, Kındi, Farabi, İbni Sina, İbni Rüşd, İbni Haldun
vs. ile akla ve deneysel tecrübeye dayalı bilgi sistemini
(Cabiri’ye muhalefetle- ki o burada Mutezileyi beyani
bilgi sistemine dahil ediyor). Bunlar metod olarak bilgi
üretirken daha çok vahiy-akıl, vacip-mümkün çiftlerini
kullanırlar. Son tahlilde burhanı (akıl, deney, tecrübe)
belirleyici olarak görürler. Beyandan gelen bilgileri
Meşrikiler gibi ya aklileştirmeye çalışırlar, ya da
Mağribiler gibi ikisinin arasını ayırarak kendi alanlarında
serbest bırakırlar, birbirine karıştırmak istemezler.
İrfani bilgi sistemi ile de Cüneydi Bağdadi, Beyazıd-ı
Bestami, Hallac-ı Mansur, Sühreverdi ve İbni
Arabi’de ifadesini bulan keşf ve ilhama dayalı metodu
kasdediyoruz. Bunlar da daha çok zahir-batın, velayet-nubüvvet
çiftini metod olarak kullanırlar. Beyandan gelen bilgileri
zahir, burhandan gelen bilgileri kuru akıl olarak görürler.
İrfan dedikleri ilka olunmuş, vehbedilmiş bilgileri
belirleyici olarak görürler.
Bu sistemlerin birleştirilerek yeniden yorumlamasının
Molla Sadra ve İkbal’de denendiğini görüyoruz.
Buna göre her üç duruş, tek bir hakikatın üç ayrı okunmasından
ibarettir. Beyandan, burhandan ve irfandan gelen bilgiler
aslında aynı insani tecrübe içinde birleştirilmelidirler.
İnsan bir şeye yöneldiğinde her üç fonksiyonuyla birlikte
yönelir. İkbal’in “insani tücrübe” dediği şey
budur. Bir örnek verecek olursak insanoğlu “Gökyüzünün
derinliklerinde neler var?” sorusunun cevabını bulmak
için üç bilgi sistemini şu şekilde kullanır; Beyandan
gelen bilgileri kesin bilgi olarak gören İbni Teymiye
“Şu ayette veya şu hadiste denildiğine göre” der. Burhandan
gelen bilgilere dayanan İbni Rüşd ise “Akla uygun
olan şudur” der. İrfana dayanan İbni Arabi ise
“İçime doğdu, bana özel bir bilgi verildi, olay şudur”
der. Burhanın teorik değil tecrübi akıl boyutuna dayanan
Biruni ise “Usturlab (bir nevi teloskop) ile
bir bakmam lazım” der.
Şimdi, İkbal’in topyekün “insani tecrübe” dediği
şey kalkış noktası olarak Biruni’nin tutumunu merkeze
alır. Sırasıyla İbni Rüşd’ün, İbni Teymieye’nin
ve İbni Arabi’nin tutumunu yedeğinde tutar. Yönelinen
konuya göre Biruni’nin tutumu daima merkezde
olmak üzere diğerlerinin “vektörel bileşkesi” epistemolojik
duruşun karakterini belirler. Bu duruşta hiç birisini
kestirip atmak yoktur. Asıl sorun neyin, nerede, nasıl
işe yarayacağını belirleyebilmektir.
Elmalılı’nın akıl-his çifti ile ilgili söylediklerini İkbal
ile birleştirdiğimizde bilgi sistemindeki süreklilik-yenilik
alanı belirlenmiş olacaktır. Elmalılı şöyle demektedir;
“İslam nakli (beyanı), aklı (burhanı)
ve hissi (irfanı) esas alan bir dindir. Bunları
birbirinden ayıramayız. İslam’ın akli oluşunu söylememiz
hissi yönünün inkar etmemiz anlamına gelmez. Çünkü akıl
ve his insanın ruhi kuvvetlerindendir. İslam
ise insanın bütün ruhi kuvvetlerini bütünlük içinde
kullan
masını
ister. Akıl ilmi bir itikad getirir, fakat bu itikat
kalbi hislerle uyuşmadıkça hükümsüz kalır. Hatta denilebilir
ki hüküm bir histir, tasdik aklın bu hisse yaklaşması
ve bitişmesidir. Akılla hissin zıtlaşması durumunda
insanda bir ikilik meydana gelir ki ruhi şüphe ve bunalım
bununla başlar. Vicdani vahdet olmadığında hayat olamayacağı
için bu çatışma sonunda birinin galip gelmesiyle son
bulur. Hissin irade ile ilgisi fazla olduğundan genellikle
akıl ve ilim mağlup düşer, artık insan hayvani ve hevai
insandır. Şayet akıl kesin bilgi ile hissi mağlup eder
ve iradeyi ona mahkumiyetten kurtarabilirse insan akla
bağlı insan olur ve sağlam, sabit bir itikadi haslete
sahip olur. Fakat bunda da ameli yönden bir donukluk
ve atalet meydana gelir, aşk ve şevk bulunmaz, heyacan
ve irade sönük kalır. Akide teorik, soyut olmaktan ameli,
pratik hale geçebilirse bin müşkilat ile geçer. Şu halde
akıl hisle aynı veya his akılla aynı olmalı ki iman
ve aşk birleşsin. Yalnız akla veya yalnız hisse bağlı
ve mahkum olan din insanın varlık gerçeğine uygun düşmeyeceği
için eksiktir ve fıtri değildir... ”
Demekki insan varlığın süreklilik merkezini burhandan
gelen bilgilerle kavrıyor. Burhan epistemolojik sürekliliği
sağlıyor. Varlığın sürekli değişip yenilenen yönü ise
irfanı halden hale sokuyor. Duygu ve aşk her yenilenmede
Elmalı’nın tabiriyle neşveden neşveye koşuyor.
Beyan ise sürekli yenilenmeler aleminde bize yol gösteriyor.
Sürekliliği burhan ile, yenilenemenin insanı halden
hale sokan neşvesini irfan ile duyumsamamızı istiyor.
Tabiattaki her hareket bizi bir his alemine sokuyor.
Ancak bunun gerisindeki sürekliliği görmemiz için burhanın
soğukkanlı dünyasında durmamız gerekiyor.
Şu halde varlık alemindeki sürekli yenilenmeler irfan
(aşk, duygu, sezgi) boyutumuzu dalgalandırıyor. Ancak
varlık alemindeki bu yenilenmelerin gerisindeki sürekliliği
yakalamamız için burhanda durmamız gerekiyor ki her
yenilenme bize elem ve hüzün vermesin. Beyan ise varlığın
süreklilik ve yenilik alanlarına karşı Afifi’nin
tabiriyle “tepki” vermeye çağırıyor. İkbal’in
tabiriyle bizi “şuuru uyanmış” halde tutarak öğüt (zikr)
ve yol göstermelerde (huda) bulunuyor. Bu anlamıyla
beyan işaret parmağıdır, işaret parmağının kendisi ile
uğraşmak yerine işaret edilen yöne gitmemiz gerekiyor.
Böylece ontolojide Allah-alem çifti süreklilik-yenilik
çiftine denk düşüyor. Epistemolojide alemin sürekli
yenilenmesi irfanı etkilerken, gerideki süreklilik burhanla
kavranıyor. Ontolojide örneğin Eş’ari’nin cevher-araz’ı,
İbni Arabi’nin vahdet-kesret’i, İbni Rüşd’ün
vacip-mümkün’ü, epistemolojide Elmalılı’nın akıl-his
çiftine denk düşüyor. Bu da süreklilik-yenilik mantığının
her yerde geçerli olduğunu gösteriyor. Beyanın buradaki
işlevi ise ontolojik ve epistemolojik kaynak olmaktan
ziyade, bunları oluşturacak Müslümanı harekete geçirmek,
akletmesini, hislenmesini sağlamak, çevresine tepki
verdirtmek, şuurunu uyandırmaktır. Bu sebeple olsa gerek
İkbal dinin duygu ile başladığını, ancak akılla
sürdürülmesi gerektiğini söylemektedir.
Demekki beyan, burhan ve irfanın elele vermesi mümkündür.
Veya Ali Şeriati uslubuyla şöyle söyleyelim;
Müslüman, İbni Teymiye (ve Gazali) gibi
gözü beyanda, İbni Arabi gibi gönlü irfanda,
Biruni ve İbni Rüşd gibi kafası burhanda
olabilmelidir. Varlığın ontolojik birlikteliğini (birliğini
değil), kendi benliğinde bilginin epistemolojik birlikteliğine
kaydırarak, her daim süreklilik ve yeniliğin “birlikte”
yürüdüğünü kavramalıdır. Bütün mesele nerede, neyi,
nasıl kullanacağımızı bilebilmekte yatmaktadır.
|