|
Gerçek
sanatın gün yüzüne çıkma şansının tanınmadığı
bir ortamda ortalığı dolduracak veriler
de ancak sahte ürünler olabilir. Bizde
de öyle oldu/olmakta.
|
|
|
Türk kültür ve sanatı üzerine söylenen sözlerin sıklıkla başladığı yer, Türkiye’deki
aydın kitlenin ortalamacılığı. Bu ortalamacılık hem
aydının hedeflediğinin daha ileriyi geçememesi, hem
de bir biçimiyle bu ortalamayı aşıverdiği anda, muhataplarınca
anlaşılabilirlikten kopması bakımından geçerli. Anlaşılabilirlik,
ortalama Türk aydınının başındaki en büyük sorunlardan
biri. Hemencik anlaşıldığında hak edeceği yafta bellidir:
sığ. Biraz olsun anlayışı zorladığındaysa ona bakış
hazırdır: kafası karışık.
Ne ki sanatçının üzerine düşen ilk görev, yaratılıştan
gelen sanat cevherini çalışarak olgunluğa eriştirmek,
yaratıcılığın çilesini çekmek. Diyelim ki çile çekme
düzeyinde olmasa da bir biçimiyle çalışmaya niyetlendi
sanatçı; o durumda da karşısına dikilen engel şu: iyi
de, nasıl çalışmak? İşte sorulması kolayların kolayı,
karşılanması zorların zoru soru bu. Çünkü ülkemizde
bir kişinin alanında donanım sahibi olması, çoğunlukla
o kişinin o donanımı nasıl kullanacağını da beraberinde
getiriyormuş sanısına kapılınır. Halbuki ‘nasıl çalışmak?’
sorunu, kültürün malumatla ölçüldüğü bir ülkede sanıldığından
daha çetin bir sorun.
Yine de ilk elde verilecek karşılık belli: çok okumak,
konuların ve eserlerin taslakları üzerinde sürekli çalışmak;
ürettiklerini tekrar tekrar düzeltmek... İyi de, bu
ne kadar yeterli, ortalamayı aşmak için? Doğru, ‘orta
çizgiyi aşayım’ diyen her sanatçı, okuduklarının ve
çevresinin ilk elde üzerinde estirdiği etkiden sıyrılmasını
mümkün kılacak kültürel düzeye ulaşmalı. Bunun yolu
da, kendisini etkileyecek denli değerli saydığı eserleri,
kendi eserlerinin tasarıları düzeyine indirgeyecek çözümlemelerden
geçmekte. İyi ama günlük gazetelerin ve moda dergilerinin
entelektüel düzeyini zorlamayı amaçlamayan sanat dergileri
böylesi ürünlere ne gözle bakarlar, belli değil mi?
İşte sahici sanatçının, kültür adamının gelip tıkandığı
yol ayrımı: gündelik olanı gözden kaçırmama adına günübirlik
bir ün mü, yoksa gündemi aşkın bir boyuta taşıyıp hemcinsleri
için bir tanınmışlık mı?
İlkini seçenlerin işi kolay. Gerçi görünürde tanınmışlığın
beraberinde getirdiği, düşüncede olduğu gibi sanatta
da sık sık çıkmazlara sapıp dönelenip durmak ya da ha
bire tökezlemek, ayırdında olmadan gereksizce vakit
yitirmek, doğru yürüyenlerle bir daha kapanmamak üzere
arayı iyice açmak; ama ne gam. Nasılsa kimi ‘fikri sabitleri’
istikrar olarak sergileyecek bir gözbağcılık, dahası
bütün bunları örtüleyecek bir ün beraberinde gelmiyor
mu?
SANATÇININ PUSULASI
HANGİ YÖNÜ GÖSTERİR?
Bir reçete olabilir mi yönünü sapmamışlardan olmaya? Keşke. Fakat sanat da,
düşünce de bütünüyle çözümsüzlüğe götürülüp orada bırakılacak
zihin etkinliklerine prim vermez. Formül çapında olmasa
da ipucu hızında birkaç yordam önermek olanaksız değil:
yön(tem) bilgisi ve sezgi.
Açalım. Burada akılda tutulması zorunlu ilk husus şu:
Türk sanatçısı, öbür ülke sanatçılarından birkaç kat
daha fazla çapraşık sorunlarla yüz yüze olduğundan,
performansı da ona göre olmalı. İlkin, başka ülke sanatçıları,
salt kendi ulusal gerçekleriyle boğuşup yalnızca onların
hakkından gelmeye çabalarken, Türk sanatçılarının önünde,
handiyse iki yüzyıldır boğuştukları bambaşka bir belâ
var: çift gerçeklilik. Burada anılan çift gerçeklilik,
ülkeler arasındaki olağan kültür alış verişinden doğan
gerçeklik katmanları değil, dünyada şimdiye değin bizdeki
gibi ele alınmamış bir batılılaşma sanrısının doğurduğu
yanılsamalar. Bu yanılsamaların doğurduğu handikapları
aşmak için de öyle el altında bulunabilecek bir pusula
olsaydı, fena mı olurdu?
Batılılaşmayla birlikte yaşanan kimi sıkıntıların doğurduğu
karabasanların etkisiyle Türk aydını gibi Türk sanatçısı
da yönünü kimden yana, nasıl ve hangi hedef doğrultusunda
belirleyeceğini haklı yere karıştırabilmekte. Öbür yandan,
ne denli ‘sevinirsek sevinelim’, yine de birçok bakımdan
kurtulamadığımız ve zihin genlerimize işlemiş birçok
tarihi düşünme, duyma, davranma ve dile getirme kodlarımız,
hiç beklenmedik anlarda gün yüzüne çıkıp Türk sanatçısının
‘yönünü’ şaşırmasına katkı sağlamakta. Böyle bir durumda
da birçok Türk sanatçısı için emin yön, batılı kimi
düşünce ve sanat anlayışlarının Türkiye’deki şubesi
olmayı üstlenmek haline gelmekte.
Batı sanatına karşı aşağılık duygusu da, bir şube olamayanların
kurtulamadığı hastalık.
Her şeye sahtesi musallat... Sahte, en çok sahicinin ortalıkta görülmediği/gösterilmediği
evrede ortaya çıkar ve böyle bir evrede çoğun sahicinin
pabucunu dama atar. Gerçek sanatın gün yüzüne çıkma
şansının tanınmadığı bir ortamda ortalığı dolduracak
veriler de ancak sahte ürünler olabilirdi. Bizde de
öyle oldu/olmakta.
Bir de; ne sahte ne de sahici olan, ikisinin arasında
bir yerde duran ve kimi bakımlardan sahicisine yakın
gibi dursa da, aslında bedenin olmadık yerlerinden çıkıntılanan
ur benzeri bir özür örneği sanatımsılar var.
Sanatımsılar, ilk anda keskin gözleri bile kandırabilecek
denli ustaca alalanmış verilerdir ve açıkçası, alalama
aşamasında sergilenen başarıdan dolayı bu tür ürün sahiplerini
neredeyse sanatçı saymak gerekir. Ne ki sanat, benzerlerini
de içine alacak biçimde üflenerek genişletilecek bir
balon değil. O yüzden de ne denli sanatı andırırsa andırsınlar,
ne denli sanat üst başlığı altında değerlendirilirlerse
değerlendirilsinler, ne oranda beğeni görürlerse görsünler,
sonuçta yalnızca sanatımsıdırlar; sanat değil. Çünkü
sanat kimi eleştirmenler gibi sahtesini bağrına basacak
bir anne değil. O yüzden de ilk elde yön şaşırtıcılardan
biri durumundaki sanatımsıdan uzak durmak, emin yönü
olmazsa da, çıkmaz sokağı tanımakta hayli yardımcı bir
nitelik.
Sanatımsı ise ne kadar beğenilirse beğenilsin, ne denli
yaygınlaşırsa yaygınlaşsın, sonuçta bir ‘gibilik’i kimliğinde
barındırdığından, soylu sanatın davet edildiği ortamlarda
yeri ancak mahzen olabilir.
Bugüne değin hiçbir sahte aslın yerini tutamadı ama
kimi göz aldanmalarının da yardımıyla kısa süreliğine
aslın tahtına kurulabildi. Fakat sahtenin, ışık gören
karafatma gibi deliğine çekilmesi için aslın ortaya
çıkması gerekir; asıl sanat ve edebiyatın ortaya çıkması
için de kimi donanımların kuşanılması.
FELSEFE-
BİLİM VE SANATIN ‘GERÇEKLİK’E YÖNELİK TAVRI
Genel anlamıyla gerçeklik iki türlü aktarılır. Birinci
yola göre, ilkin bir konuda daha önce nelerin söylendiğinden
yola çıkılır, ‘ne’nin ve ‘nedir’in karşılıkları aranır;
bulunanlar kendince derlenir. Derlenenler, bütün zamanlar
için geçerli sonuçlar çıkarılacak biçimde sınıflandırılır.
İkinci yolsa alıntılara gerek görmektense savlarını
bile gerekçelendirmeden, düşünme biçimini çoğun yoksayarak
düşünceyi aktarma diye özetlenebilir.
Bu bağlamda felsefe-bilim’in bir savlar yığını olduğu
ve bu savların hesabının verilmesi gerektiği, bu hesabın
da tarihi arka plan, denel gerekçe, denenebilirlik ve
denetlenebilirlik olduğu anımsanmalı. Demek ki felsefe-bilim,
bilme ve öğrenme arzusunun sistematiği, sanat ise duyma
ve duyumsatmanın...
Sanatın hayatı taklit etmesi çoktan gereksizliği anlaşılmış
bir hata. Hatta yaşanılanın tıpkısıyla aktarımı, olanaksızlığı
bir yana sanatdışılıktır da. Fakat örneğin, yazmak ile
yaşamak arasındaki uçurumu güçlendiren bir metin ne
denli edebiyat? Yaşanılan ancak yaşayanı ilgilendirir.
Okurun ilgisini çekmekse sanatçının görevi. İlginçlik
ne yaşanılmazlıktan medet ummayı gerektirir ne de abartıyı.
Felsefe-bilim yeni ve özgün bilginin değil geçerli bilginin
peşinde koşar; sanat ise handiyse bunun zıddına bir
arzuyla yola çıkar. Buna karşın sanat bilgisi, yöntemsel
ve sistematiklik bakımından felsefe-bilimle aynı kulvarı
kullanır. Fakat doğası gereği o, olgular bilgisini değil
yaratma bilgisini içerir. Eğer yazmayı kelimelerle beste
yapmak diye alırsak bu anlamda edebiyat, olgular tarafından
yönlendirilen temanın belirlediği sınırlar arasında
sıkışıp kalan değil, olguların oluşturduğu birikintinin
üzerine çıkarak okurunu dilediği yere sürükleyen, muhatabını
da kurgulanmış bu yeni mekâna taşıyan bir izsürücülüktür.
Her gerçek edebiyat heveslisinin sanatsal vasiyetinin
ilk ilkesi şudur: Kimse arkamdan “Merhum, yalın bir
dille, akıcı bir üslupla kaleme aldığı ve herkesin okumasını
hedeflediği yazılarında... ” diyememeli! Arkasından
böyle bir cümle yazdıran biri, yaşarken sanatı öldürmüş
hükmündedir; sanatçı değil sanat katilidir.
Bugüne değin kitleyi hedefleyen hiçbir gerçek sanat
anlayışına rastlayamazsınız. Belki kitleyi avlamaya
yeltenen, kitleyi bir yerlere taşımayı amaçlayan, fakat
son tahlilde kitleden birkaç kıl koparmaya yönelik sanat
kıpırdanışları görülebilir. Bu kıpırdanışlar da sanat
yöntemlerini kullanarak icrayı sanat eyleme yerine,
düpedüz bir başka amaca yönelik icra içindedirler. Sonuçta
ürünleri sanata yakın düşse de eylemin ve anlayışın
kendisini sanat saymak doğru olmaz.
Ne yaratma sırasında kolaylık’la ilintilenebilecek bir
uğraştır sanat, ne de okuma aşamasında. Sanat, gerçeklik’in
hatırını dostun hatırından üstün tutanların uğraşı olabilir
ancak. Öte yandan, sanat muhatabı öylesine kolaycılığa
alıştırılmış olmalı ki gördüğünü, görmek istediğinden
başkaya yormayı aklına getirmiyor bile. Ama sanatçı
dediğin, karanlığa seslenen biri değil ki! Şartlarını
ve muhatabını göze almak zorunluluğunda.
SANAL DÜNYADA SANATIN YERİ
Yalnızca ‘eski’si olmayan bir toplum yeniyi sorgusuz
bağrına basar.
İyi ya da kötü, hiç kimse kendi geçmişinden kaçamaz.
Geçmiş, izi görünmeyen bir boyunduruk olarak herkesi
bağlar. Modern olmak bu bağla ilişkiyi koparma anlamına
gelmez; tersine bağın (varsa) esaretini ziynete dönüştürme
yükümlülüğü getirir. Ülkemiz gibi modernitenin birçok
öğesinin zorla dayatıldığı ve bu yüzden de haksız olmayarak
ona başka anlamlar yüklendiği bir ortamda yaşayan sanatçının
üzerine düşen, kendi çağının tanığı olmanın yanında,
kendi çağına özgü anlam ve anlatım alanlarını da kavramadır.
Bu bağlamda modern olmak bir zihniyet sorunundan çok
bir haberlilik ve yetkinlik sorunudur: modernitenin
doğurduğu sorunları, modern anlatım tekniklerini bilerek
ifade.
Modernite, iddia edildiğinin tersine, ne varolan gerçeklik’e
elini sürdü ne de ruha dokundu. O kendi gerçekliğini
yarattığı için insan ruhunu da dönüştürdü; hem
yapısal bir dönüşümdü bu, hem de algısal. Postmodernite
ise sanki ‘eski’ gerçeklikle barışmış gibi davrandı
ve tüm gözlemcilerini buna inandırdı ama hem insan,
hem de buna bağlı olarak onun gerçeklik algısı, zaten
bir daha geriye dönmemecesine yeterince ‘başkalaşım’a
uğramıştı. O yüzden de postmodernin sanal ‘ortam’ı internet,
kendi gerçekliğini doğurmak zorundaydı: sanallık.
Her doğum bir ölüm(ün) habercisidir. Burada ölümün kendisi
için geçerli olduğu öğe, sonsuzluk düşüncesi. Aynı zamanda
sadakat ve uzun süreli uğraş için de geçerli bu durum.
Fakat bu yeni doğan bebek, en çok düş gücünü öldürdü.
Sanal alemin ürettiği slogan: düşleme, tıkla!
Sanallık’in sözkonusu edildiği bir ortamda nasıl olur
da düş gücünün hükmü geçmez?
İşte sanat, en azından bu dönüşümü dillendirmek,
şahitliğini üstlenmekle yükümlü. Yolu da, yönü de, yöntemi
de buradan başlayarak aramalı.
Sanatta
asıl nasıl tayin edilir?
Yön
gösterici olarak edebiyat
Sahte ile asıl arasındaki fark yalnızca bilgi ile ayırt
edilebilir. Bir sanatın bilgisi ya da bir sanat
üzerine bilgi değil de sanat bilgisi/estetik ile.
(Bizdeyse sanat bilgisi ne yazık ki hep ilk ikisi
sanıldığı için, onca sanatçı yetiştirdiğimiz ve
durumdan bunca sızlandığımız halde bırakın bir
estetisyeni, bir eleştirmen bile yetiştiremedik.
)
Sanat, gündelik hayatın dışındaki kimi şeylerin, bile
isteyesiz fetişleştirircesine önemsenmesiyle başlar
ve aynı yarı bilinçlilik içinde bu fetişleştirmeyi
herkes için genel geçer bir gerçek haline getirme
çabasıyla sürer. İşte bu çabada da sahici ile
sahteyi ayırmada elimizdeki biricik yol, yeni
bir bakış açısı, yeni bir yaklaşım, yeni bir anlamlandırma
ve yeni bir anlatım düzeyidir. Çünkü sanat, temaları
değil biçimi değiştirmekle yükümlü. Bu anlamda
örneğin edebiyatın özel yükümlülüğü, kendisine
karşılık gelen özü iletmede dilin öznel konumunu
tayin edebilmek. İşte bu özelliğin farkındasızlık,
ülkemizde edebiyatın kendi anlamını değil de,
yan anlamlarından birini tanımlar hale geldi:
yapmacık, içtenliksiz ve boş söz. Neredeyse bütün
Türkiye edebiyatı, edebiyatın bu anlamına denk
gelir halde.
Düzgün cümle kuramayan eblehlerin şair, cümle kurmayı
şöyle böyle kıvıranlarınsa denemeci olduğu bir
ortamda gerçek edebiyatçının yeri, ne yazık ki
onca yakınılan o ünlü fildişi kule. Halbuki hiçbir
kulenin bütün bir tebaayı barındırmaması, ancak
küçük bir azınlığı kapsaması doğaldır. Böyle bir
ortamda edebiyatçının konumu azınlıktan sızlanma
değil, azınlığın hakkını verme olmalı. Edebiyatın
hakkını vermekse ilkin özentisizlikle başlar ve
görünmek yerine ‘olmak’ı öncelemekle sürer. Bu
ise, bir dizi başka sorumluluğun yanında, hayat
ile sanat arasındaki bağı sağlıklı tayin etmekle
olanaklı.
Bizde de gerçekliğin aktarılmasında öncelenen yordam
söz esaslıydı. Sözlü geleneğin dışarıda bırakılmasıyla
yeri yazıyla doldurulmuş gibi görünen, aslında
sözün gücünü öldüren yazı, en kestirme ifadesiyle
anlam’a sınır getirdi. Anlama sınır getiren yazı,
kendine özgü anlatım olanakları da sunmadı değil
ama bu olanakların sağlıklı kullanımı bir yana,
kendilerinden kural gereği haberdarlık bile, hele
son 75 yıllık tarih dilimimiz içinde söz konusu
bile edilemez. Çünkü biz harf değiştirirken yalnızca
bir takım anlamlara işaret eden simgeleri değil,
kendine özgü bir ruhu ve o ruha özgü duyarlılığı
da değiştirdik. Peki değişen o duyarlılığa uygun
davranabildik mi? Ne gezer!
Değişen harfler, bize yeni anlam alanları kazandırmak
yerine yeni boşluklar, yeni belirsizlikler doğurdu.
Üstelik tüm dünyaya meydan okuyacak bir anlam
ve anlatım kudretine sahip olmanın en üstün semerelerini
devşirmeye hazırken gerçekleşti bu kesinti. Kesintiye
uğramış bir medeniyetin zihni emekleme dönemindeki
bir nesli olarak kaderimiz, anlatma gücüyle değil
anlaşma arzusuyla sınırlı.
Bu sınıra bir de yazının kendisinin getirdiği ‘sınır’ı
eklerseniz, genelde sanatımızın, özeldeyse edebiyatımızın
kudret sınırlarındaki sığlığın etmenini de bulmuş
olursunuz. Edebiyat üzerine söylenecek her söz,
ne yazık ki bu acı gerçekle başlamak zorunda.
Edebiyat bir gerçeklik aktarımı olmadığı, edebiyatçı
bir hakikatperest olmadığı halde, edebiyat ile
gerçeklik arasında yine de bir bağ vardır ve bu
bağ, edebiyatın ‘gerçeklik’i (kendi gerçekliğini)
aktarımında ortaya çıkar.
|
|