|
Solun krizi, insanın krizi demektir.
Ama insanın yaratıcılığına güven duymayan
bir sol da düşünülemez. Öyleyse sol,
bu krizi aşacaktır. Ama belki de bunun
için atalarını yardıma çağırması gerekmektedir.
Muhtaçtır onların yardımına. Çoktandır
unuttuğu delikanlılığını hatırlaması
gerekmektedir.
|
|
|
Modern insanın ilk bakışta göze çarpan en önemli özelliklerinden
biri, kendisine duyduğu hemen hissedilebilecek aşırı
güvenidir. Faşizm, Nazizm, Komünizm gibi eşi görülmedik
toplumsal felaketlerin, kendi çağında yaşanmış olması
dahi, bu güveni fazla sarsalamış görünmemektedir.
Aşırı güvenin en önemli tezahürlerinden biri ise, şüphesiz
benmerkezciliktir. Modern çağın bu özelliği, kavramlar
tanımlanırken bariz bir şekilde ortaya çıkar. Ön ekler
yapmaya bayılır bu çağın tanımlayıcıları. Aşkın, sanatın,
bilimin, bin bir türü ve hali vardır. Bunlar klasik-aşk,
romantik-aşk vb biçimlerde neredeyse sonsuzca türetilebilirler.
Bazen bu türetmelerle özü kaybedebilirsiniz ve rahatlıkla
kendinize sorabilirsiniz “Acaba modern çağ öncesi bütün
bunlar yoktu da bizim kendilerine verdiğimiz adlar sayesinde
mi bugün varoldular?” diye.
Sol ve solun tarihi sözkonusu olduğunda da bu geçerlidir.
Bu eğilim, kabaca şöyle de tanımlanabilir; yeni dönem,
kendi yeniliğini abartmak ve ne kadar harikulade olduğunu
gösterebilmek için, kendisinden önceki dönemlere adeta
işkence etmektedir. Neredeyse her şey, kendisi ile başlamıştır.
Ondan önce bir şey yoktur, eğer varsa da kendisi öyle
bir “paradigm shift” yaratmıştır ki öncekilere dönüp
bakmak bile yararsız hale gelmiştir.
Buna göre sol, 28 ağustos 1789’da Paris’te kralın vetosuna
karşı çıkan milletvekillerinin, meclis başkanının sol
yanında toplanmasıyla başlamıştır. Yani sol, modern
çağın bir ürünüdür, tarihsel bir döneme aittir ve eğer
o dönem bitmiş ise, pekala bitmiş de olabilir. Sorun
burada, ‘Modern çağın bitip bitmediği tartışmalarına
yıkılabilir. Eğer bitmişse, sol da ve tabii ki sağ da
bitebilir, yok bitmemişse sol’un çağ bitmediği için
henüz “bitemez” olduğu kanıtlanacaktır. Postmodernizm
kavramı ve bu kavramın tanımına ilişkin tartışmaların
bu kadar “kanlı”geçmesinin bir nedeni de budur.
Şimdi bir an bu tartışmayı bırakalım. Varsayalım ki “sol”,
modern çağın bir ürünüdür. Sorumuz yine geçerliliğini
koruyacaktır. “Sol nedir?” Modern çağın verileriyle
hareket ederek bu soruya cevap arayalım.
Türkiye’de yapılmış en iyi derlemelerden biri olan “Sosyalist
Siyasal Düşünüş Tarihi”nde Mete Tunçay’ın aldığı isimlere
bakarak işe başlayalım. Bu iki ciltlik derlemedeki isimleri
alt alta sıraladığımızda karşımıza çıkacak ilk görüntü
solun şu ya da bu kesimlerinin yıllardır “temel ilke”
olarak gördüğü ve sistemlerini üzerine kurduğu ilkelerde,
derin bir anlaşmazlık panoraması olacaktır.
İsimler şunlar;
1. Cilt:
|
II. Cilt
|
Saint Simon
|
Kautsky
|
Owen
|
Lenin
|
Fourier
|
Martov
|
Blanqui
|
Luxemburg
|
Louis Blanc
|
Stalin
|
Karl
Marx
|
Preobrajenski
|
Friedrich Engels
|
Bukharin
|
Proudhon
|
Dimitrov
|
Lasalle
|
Blum
|
Bakunin
|
Lukacz
|
Çernişevski
|
Gramsci
|
Plekhanov
|
Roy
|
Bernstein
|
Mao
|
Jaures
|
Kardelj
|
Sorel
|
Crosland
|
S.
Web
|
Guevara
|
Troçki
|
|
Örneğin bu isimlerin hepsi için, üretim araçlarının özel
mülkiyetine, kategorik olarak karşı oldukları söylenebilir
mi? Yine bu isimlerin hepsinin, siyasal tasarımları
açısından, örneğin bir demokratik yönetim – bunun herhangi
bir tarzı – konusunda hemfikir oldukları söylenebilir
mi? Toplumun ya da insanın doğası üzerine aralarındaki
muazzam farklar görmezden gelinebilir mi? Bu isimler
arasında, solu bir ekonomik kalkınma modeli, tümüyle
yeni bir yaşam tarzı, bir siyaset etme modeli olarak
görenler yok mudur? Bu isimlerin iktidarla ilişkilenme
biçimleri arasındaki farkları görmezden gelebilir miyiz?
Bütün bu renkli tablo karşısında ne yapabiliriz? Kimileri
bu duruma çözümü, “tekfir”, yani kâfir ilan etme tavrında
bulmuşlardır. Öyle ya Stalin solcu ise Bakunin solcu
olabilir mi? Ya da tersi? Kautsky solcuysa Lenin’e ne
diyeceğiz?
Solu
hiçbir işe yaramayan bir kavramla, “son tahlilde”, üretim
araçlarının özel mülkiyetine karşı olmak olarak görenler,
zorunlu olarak bu tabloda eksiltme yapmak durumunda
kalacaklardır. Solu, insanların toplumlarının yönetimine
demokratik olarak katıldıkları bir proje olarak görenler
de bu listeyi eksiksiz kabul edemez. Hatta dahası solu
bir tür muhalefet kabul edenler de. Dahasını söyleyelim,
dindışı kabul edenler de bu listeden ayıklama yapmak
zorunda kalacaklardır. Bir de listede olmayan isimler
var ve bu isimler durumu daha da karmaşıklaştırabilir.
Mesela Mahatma Gandhi solcu mudur? Lev Tolstoy? Nelson
Mandela? Vaclav Havel? Ali Şeriati? Ya da işin içine
sağdan isimleri karıştırabiliriz. Örneğin öyle sol tanımları
yapılmış ve savunulmuştur ki, bunlara göre, Ernst Roehm*
pekala solcu ilan edilebilir. Bereket edilmemiştir.
Niçin? Anti-semit olduğu için mi? Hayır. Yukarıdaki
listede anti-semit olanlar yahudi kökenli olanlarla
birlikte boy göstermektedir. O listede yahudiler üzerine
görüşleri bugün sağcılar tarafından da ırkçı kabul edilecek
en azından bir isim vardır. Geriye tek bir kriter kalmaktadır.
Ernst Roehm kendi ifadesiyle sağcıdır!
Listemizdeki isimler kendi ifadeleriyle solcudur. Öyle
ise kendisini solcu olarak tanımlayanı solcu kabul etmekten
başka bir yolumuz yoktur. Peki bu listeye toplu bakışımız
bize ne öğretebilir? Birincisi, en genel haliyle, sol
kavramının, çok gevşek ve muğlak olduğudur. İkincisi,
sağ ve sol kavramları gibi, sağcı ve solcu kavramlarının
da geçişli olduğudur. Öyle ki, bu listede “sağcı solcular”,
“solcu solcular” gibi bir ayrım yapmak bile olanaklı
olabilir. Eğer listemiz sola ait değil, sağa ait olsaydı,
aynı şeyi yapmak yine mümkün olacaktı. Öte yandan, her
iki listedeki isimler, “karşı” kamptakı bazı isimleri
“kendi” kamplarındaki bazılarına kolaylıkla tercih edebileceklerdi.
Üçüncüsü, sol düşüncelere ve solun önemli toplumsal eğilimlerinin
temsilcilerine bakarak, ortak bir “sol tahayyül” belirlemenin
olanaksızlığıdır. “Sol tahayyül” ya da “Sol düşünce”
diye başlayıp, “….dir” diye biten cümlelerin hiçbiri,
cümleyi yazanın ya da onun temsil ettiklerinin görüşleri
dışında bir şey ifade etmemektedir. Bu, en iyi niyetle
bir temenni, en kötü niyetle de bütünü temsil etme savının
dışavurumundan başka bir şey değildir. Bu nedenle, benim
yazdıklarımın da benim atfettiklerimden başka bir şey
olmadığı ortadadır.
Dördüncüsü, bu tablodan çıkaracağımız belki de en önemli
sonuç, solun marksizmden ibaret olmadığı ve ne geçmişte
ne de günümüzde, marksizmin, solu tek başına temsil
etmediğidir. Marksist olmayan gelişmiş sol geleneklerin
bulunduğu ülkelerde, bu, vurgulanması dahi gerekmeyen
bir sonuç olurdu. Ama dünyanın birçok bölgesinde marksizm
= sol, sol=marksizm denklemi kurulmuştur ve bu kabul,
sadece modern sol tarihi kavramakta bile, olağanüstü
bir perspektif daralmasına yol açmıştır.
Ama bu, sadece “böyle olduğunun bildirilmesi” ile sonuçlanacak
bir durum değildir. Bu belirlemenin düşünsel sonuçları
büyüktür.
Yine sadece listemizden kalkarsak görürüz ki, bu listede
“Ütopyacı”, “Fabiancı”, “Anarşist”, “Anarko-sendikalist”
akımların temsilcileri de vardır. Bugün ise, marksist
olmayan solun daha da gelişmiş, çeşitlenmiş olduğu bilinen
bir durumdur.
Bu neyi değiştirir? Bu durumun değiştireceği temel noktalardan
biri, solun, iktidar ve iktidar kavramıyla ilişkisidir.
Bir diğeri, Marksizmin “sınıf mücadelesi” kavramıyla
ilgilidir ki, marksist olmayan “solların” önemli bir
kısmı bu kavramı reddetmektedir. Bu kavramın reddi ise
iktidar kavramıyla birlikte alındığında, sola, modern
çağ öncesine de açılan bir kavramsal genişleme kazandırır.
Örneğin kendisini iktidara alternatif olarak tasarlamayan,
hareketini siyasal iktidar alanlarının dışında oluşturmaya
yönelen bir sol eğilimi, bu nedenle, solun dışında görebilir
misiniz? Göremezseniz, aynı şekilde modern çağ öncesi
bir dizi statüko karşıtı hareketi de, aynı nedenle sol
dışında değerlendiremezsiniz. Bu, şu anlama da gelmekdedir;
sol-sağ ikilisini siyaset sınırları içinde tutamaz,
bu kavram çiftinin içeriklerine, yalnızca bu alanda
kalarak varamazsınız.
Yine bu maddeden olarak, günümüzün “solu yeniden tanımlama”
çabalarının, nedense bir türlü yüzleşmek istemediği
bir konuyla karşı karşıya kalırız. Günümüzün yeniden
tanımlama çabalarına, çarpıcı bir şekilde, “anti-otoriter”
olmak, “tahakküm karşıtı” olmak ve özgürlükçü olmak
savları damgasını vurmaktadır. Bu benim için “olumlu”
bir gelişme iken, bunu vurgulayanların, bu yeni gözlerle,
marksizmin kendisi ve marksist hareketlerin tarihine
fazlasıyla bakmamış olmaları düşündürücüdür. Oysa özgürlüğü,
“Zorunlulukların bilincine varmak”, devrimi, “… tarihin
en otoriter eylemi…” şeklinde tanımlayan, işçilere fabrikaya
girerken “özgürlüklerini dışarıda bırakmayı” tavsiye
eden bir gelenek, yani marksizm, orada öyle durmaktadır.
Son yıllarda Türkiye’de henüz etkileri ya da benzerleri
görülmese de, dünyada “Yeni bir hayat” isteyenlerin
kendilerini solda adlandırsalar da adlandırmasalar da
“kutsal”la yeni bir dizi ilişkilenme tarzı geliştirdiklerini
de görmekteyiz. Örneğin solu ve “yeni hayatı”, marksizm
penceresinden hiç görmemiş Ursula le Guin, kendisini
“Taocu-anarşist” bir konuma koyarken, bu konumunda yalnız
görünmemektedir. Yakın gelecekte solun hesaplaşmak zorunda
kalacağı meselelerden biri de, budur. Elbette bu, kendi
geçmişiyle daha cesur bir yüzleşmeye gereksinim duyuracaktır.
Bütün bu saptamalar, bizi, solu tanımlamakta ve yeni
bir sol tahayyül kurmakta nereye götürür? Burada Noam
Chomsky’nin satırlarına başvurmak istiyorum;
“Evet, ben bir insan doğasından söz ediyorum, ancak karmaşık
nedenlerden dolayı değil. Bunu yapıyorum, çünkü ben
aptal değilim ve başkalarının kültürel bakımdan empoze
edilmiş aptallığa düşmelerini istemiyorum. Benim torunum
bir kayadan farklı mı? Bir kuştan? Ya da bir gorilden?
Öyleyse, insan doğası diye bir şey vardır. Bu tartışmanın
son noktasıdır: sonra insan doğasının ne olduğunu sorarız.”
“Entelektüeller, yani sosyal, kültürel, ekonomik ve politik
yöneticiler için insanların “doğasının olmadığına”;
tümüyle biçimlendirilebildiklerine inanmak pek uygundur.
Bu, manipülasyon ve kontrol karşısındaki bütün ahlakî
engelleri ortadan kaldırarak iktidar, prestij ve zenginlik
edinmenin yolunu açar. Bu o kadar aptalca bir doktrindir
ki, hiç kimse bir açıklama istememiştir. Bana göre entelektüel
ve sosyal tarihin önerdiği de budur.”
[“Noam Chomsky-Bir Muhalifin Yaşamı” Doğan Kitapçılık.
Çeviren: Gülden Şen İstanbul 2001 içinde. S. 247 s.
248)
Sol, bugüne kadar alışmadığı bir insan kavrayışı geliştirmek
zorundadır. İnsan, tarihinden ibaret bir yaratık değildir.
Bu anlamıyla tarihinin ürünü hiç değildir. İnsanı ve
insan doğasını en geniş haliyle kucaklamak, insanı evrenin
ve evreni insanın bir parçası olarak görmeksizin olanaksızdır.
Tarihte
bildiğimiz belki de ilk “solcu” çığlık, Sümer’de Urukagina
ayaklanması sırasında kullanılan “Amargi” (Sümerce,
Özgürlük ya da ana rahmine dönüş”) çığlığıydı. Çünkü
“sol”, uygarlığın kendisi kadar eskidir. Sol, toplumsal
olarak yeni bir hayat arayışı demektir. Bu anlamıyla
sol ve sağ kavram çifti, Yin ve Yang*, Eril ve Dişil,
yer ve gök kavram çiftleri kadar kadimdir. Belki bu
kılık ve bu evrensellikleriyle modern çağdan bu yana
sözlüklerimizde yerlerini almışlardır ama bu, onların
özünün, uygarlıkla birlikte varolduğu iddiamızı değiştirmez.
Adına hayat dediğimiz büyük ve küçük oyunun parçalarıdır
sağ ve sol. Etik, estetik, düşünsel, psikolojik, ekonomik
binbir nedenle, bu oyunun bir yerinde rol alır insanlar.
Roller değişebilir, bazense taraflar bir diğerine dönüşebilir.
Belki sağ haklıdır; “varolan değişecekse kendiliğinden
olur bu, onu değiştirmeye çalışmak kargaşa yaratır”
derken, insanın bir zerre olduğuna işarettir bu, sol
ise ne varolan ve ne de kendiliğinden gelecek değişimle
yetinmektedir, o, yeninin adını koymak, sesleri beste
yapmak peşindedir, insanın tüm zerreleri topladığına
işarettir bu.
Lao Tse şöyle der bir yerde;
“Varlık
olmayan koyar yerin ve göğün adını/ Varlık koyar binbir
şeyi doğuranın adını/ Bundandır; bazısı durmadan eğleşir
varlık olmayanla/ Çünkü bulmak ister esrarını/ Bazılarıysa
eğleşir durmadan varlıkla/ Çünkü korumak ister onun
sınırlarını/ Aynıdır ikisinin de kaynağı/ Farklıdır
lâkin adları:”
Bu nedenle sağ değişmez. Sol onu değiştirir. Solun uzun
süredir değişememesidir belki de kimilerine tarihin
sonunun geldiğini düşündüren.
Solun krizi, insanın krizi demektir. Ama insanın yaratıcılığına
güven duymayan bir sol da düşünülemez. Öyleyse sol,
bu krizi aşacaktır. Ama belki de bunun için atalarını
yardıma çağırması gerekmektedir. Muhtaçtır onların yardımına.
Çoktandır unuttuğu delikanlılığını hatırlaması gerekmektedir.
“Her tür tahakküm ilişkisinin meşruiyetini reddetmek”,
belki de iyi bir başlangıçtır bunun için. Ama unutmamak
gerekiyor, sol, yeni bir mana aramaktadır, yeni bir
dava değil. Uğruna ölünecek davalar, kötü bir ima içerirler;
uğurlarına öldürmeyi!
“YARIN” dergisinin çıkacağını öğrendiğimde ve nazik bir
davranışla benim bu dergi için yazmam istendiğinde ilk
aklıma gelen konu sol ve yerlilik ilişkisi oldu. Böyle
bir konunun hakkını verebilmem içinse konuyu biraz başlardan
almam gerekiyordu. Bu nedenle okurlarımın bu yazıya
devamı gelecek bir bütünün parçası olarak bakmalarında
fayda görüyorum. n
* Nazi SA kıtalarının kurucusu. Hitler’in
yakın çalışma arkadaşı.
|