|
Şunu itiraf etmeliyim ki ilahiyatçı akademisyenler
olarak bizlerde geçmişin tozu dumanı
arasında kalan Karl Marks’ı tanımaya
çalışıyoruz. Bu gün Marks’ın yabancılaşma
konusundaki görüşleri, insan anlayışı
son derece ilgi çekici gözükmektedir.
|
|
|
Türk Solu nedir? Sorusuna cevap aramak,
her şeyden evvel bu konuda yazılan metinlerin neler
olduğu konusunda ciddi bir araştırmanın yapılması gerekliliğini
ortaya koymaktadır.
Türkiye’de sol söylemin ortaya çıkış süreci her ne kadar
Osmanlı aydınlanmasının başlangıç yıllarına götürülmek
istense de bunun o kadar da gerçekçi bir yaklaşım olmadığı
görülecektir. Hatta solu yerlileştirmek yada ona yerli
karekterini bahşetmek için Şeyh Bedreddin’in Varidatına
dayandırmak Türkiye solunun ilginç arayışlarından biri
olarak gözükmektedir. Benim burada sunacağım kompozisyon
Türkiye’de solun serüvenine ilişkin bazı değerlendirmelerden
ibaret olacaktır.
Marksizmin Dünya ölçeğinde anlaşılması ve değerlendirilmesi
noktasında baktığımız zaman Türkiye’de son derece yüzeysel
ve derinliği olmayan tartışmalara tanık olmaktayız.
Çünkü Türkiye’de Marksizm, entelektüel ve akademik bir
ilgi alanı olmasının ötesinde romantik ve duygusal bir
inceleme alanı olarak gözükmektedir.
Marksizmin, Ekim Devrimi’nin hemen sonrasında Türkiye’de
ortaya çıkan görüntüsü son derece müphem ve belirsiz
imajlarla doludur. Çünkü Sovyetler Birliği genç Türkiye
Cumhuriyeti için ciddi bir ideolojik değişmenin sembolü
olmasının ötesinde geçmişin imparatorluk rekabetine
dayalı ezeli bir hasım olarak algılanılmaktadır. Bu
dönemde ortaya çıkan Yeşilordu hareketinin kısa sürede
etkisizleşmesi bu durumun tipik bir örneğidir. 1940’lı
yıllar Türkiye’de yavaş yavaş sol düşüncenin tanınmaya
ve anlaşılmaya başladığı yıllardır. Bugün bu gecikmiş
anlamanın sadece sosyolojik bir arka planı yoktur. Bu
aynı zamanda Karl Marks’ın eserlerinin geç yayınlanmasıyla
da ilgilidir. Marks’ın gençlik eserleri Riazanol ve
Mayer tarafından 1932 yılında yayınlanırken, Principle
de la Critigue de I’Economie Politigue 1932-1941’de
ancak yayınlanabilmiştir.
MARKSİST
GELENEK OLUŞAMADI
Marksizmin Türkiye’de algılanma biçimi tarihi süreç içerisinde
incelendiğinde onun özüne ilişkin değerlendirmelerin
dışında, büyük ölçüde Sovyetler Birliği’nde ortaya çıkan
siyasi ve politik görünümüyle alakalı değerlendirmeler
olduğu görülecektir. Bu durum daha sonraları Doğu Avrupa
örneğiyle zenginleşecek ve nihayetinde de Çin’deki yarı
maoizme dönüşmüş bir Asya tipi solculuğun benimsenmesine
kadar varacaktır. Bu süreç derinlemesine incelendiğinde
Türkiye’de Batılı anlamda Marksist bir geleneğin niçin
oluşmadığı anlaşılacaktır.
Raymound Aron ‘Sosyolojik Düşüncenin Evreleri’ adlı eserinde
son derece titiz ve dikkatli hazırlanmış bir Marks biyografisi
sunarken aynı zamanda Marksizme ilişkin evrensel bir
yanlış anlamaya dikkatleri çekmektedir. O’da Marks’ın
kapitalist bir toplumun sosyologu olduğu gerçeğidir.
Karl Marks, bir taraftan sömürge imparatorluklarının
refah ve zenginliğinin, büyümesine tanık olurken öte
yandan bunun son derece kısıtlı bir kitle tarafından
tüketilmesine tanık olmuştur. Onun yaşadığı yüzyıldaki
en büyük beklentisi müreffeh vatandaşların artık kendi
toplumsal gerçekliklerine ilişkin çarpıklıkları giderecek
bir misyon üstlenmesidir. Her türlü ihtiyaçlarını temin
eden vatandaşların bir üst aşamaya transfer olabilmelerini
beklemekte ve bu durumunda bütün yabancılaşmalardan
kurtulmanın gerçek yolu olduğunu düşünmekteydi.
Özellikle de İngiliz, Alman ve Fransız sanayi bölgelerinde
başlayacak bir sosyal değişmenin bu duruma zemin hazırlayacağını
söylüyordu.
Marks’ın bu beklentisi yüzyılı aşkın bir süredir hala
gerçekleşmedi. Tam tersine bu söylem dünyanın en yoksul
ve fakir ülkelerinde yaşayan vatandaşlarının umudu haline
geldi. Eğer Karl Marks 14 Mart 1883 yılında ölmeseydi
ve 1917 Ekim Devrimi’ne tanık olsaydı, bu devasa felsefi
sistemin hangi değişimlere gebe kalacağını düşünmek
oldukça güç gözükmektedir. Onunla ilgili çarpıcı değerlendirmelerden
biri de, onun “yeni bir topluma gebe olan eskimiş bir
toplumun ebesi” olmasıyla ilgilidir.
Bu tanımda Marks’ın beklentileri gibi ortada kaldı ve
hiçbir zaman gerçeklik alanı bulamadı.
Bu gün kapitalist toplumlar 19. Yüzyılın başlarında olduğundan
daha dinamik ve örgütlü gözükmektedirler. Artık Batılı
gelişmiş toplumlar silahlanmaya ayırdıkları bütçelerin
daha fazlasını eğitim ve sağlık harcamalarına ayırmakta,
gayrisafi milli hasılalarını insanlık tarihinin en yüksek
sınırlarına çıkarmaktadır. Kapitalist ekonomiler küresel
işbirliği alanları oluşturmakta, üretim biçimleri artık
insani işgücünü devre dışı bırakan bir teknolojik birikimle
yer değiştirmektedir.
Bütün
bu olan biten realiteler batıdaki Marksist sosyalist
hareketleri artık bir ideolojik rengi olan farklı bir
sistemin mensupları olmaktan öte, sanata, çevre sorunlarına
ve insan hakları ihlallerine duyarlı entelektüel birer
topluluk haline getirmektedir. Bu anlamda Batı’da Marksist
geleneğin yeni vizyonunda demokrasi gözükmektedir.
Kuşkusuz bu durum Marks’ın beklentilerine ilişkin sessiz
ve derinden ilerleyen bir dönüşümün öyküsüdür. Batı’daki
bu değişimin Türkiye’deki yansısı oldukça sınırlı bir
alanda gözükmektedir.
Buna ilişkin gözlemler ve anektodlar değerlendirildiğinde
transformasyonun son derece sancılı ve zor olduğu görülecektir.
Türkiye’de 1960 ve 1980 yılları arasındaki dönemde, bin
parçaya bölünmüş, kendi içinde ayrışmış ve gittikçe
de felsefi kökeninden kopmuş bir sol geleneğin oluştuğunu
söyleyebiliriz.
Kuşkusuz bu durum, amip bölünmesini andıran kopuşlar,
Türkiye gerçeğinin ta kendisidir. Çünkü bu ülkede hiçbir
söylem derinlemesine bir bilimsel gözlükle incelenme
fırsatı bulamamıştır. Anadolu’nun duygusal gençleri
için İslam, Komünizm, Milliyetçilik vb. her şey, sadece
uğrunda ölünmesi gereken şeylerdir. Bütün bu değerler,
adeta birer felsefi postulat olarak kabul edildi ve
dokunulmaz, eleştirilmez alanlara irca edildi. Çünkü
içerisinde bulunduğu ideolojik örüntüyü eleştirmek,
gemiyi terk etmek zorunda olmak anlamına gelmekteydi.
Sadun Aren’in ‘TİP’ adlı çalışmasında bu durumu anlatan
son derece çarpıcı iddiaları bulunmaktadır. Öyle ki
Aybar’ın merkezi otoriteyi kaybetmemek için TİP üyeliğini
dünyanın en zor üyeliğine dönüştürdüğünü ifade etmektedir.
Aynı zamanda Yön’cülerle FKF(Fikir Kulüpleri Federasyonu)’cilerin
birbirlerini saf dışı bırakmak için hangi kumpaslara
girdiğini çarpıcı bir dille anlatmaktadır.
Bütün bu olan biten her şey Asyalı, Ortadoğulu karakterinden
kurtulamamış bir toplumun zihin dünyasına ilişkin argümanlar
olarak gözükmektedir. Bu durum aynı zamanda, Tönnies’in
Cemaat ve Cemiyet ayrımına ilişkin değerlendirmelerinin,
yukarıda ifade edilen hususlar konusunda ne kadar önemli
olduğuna da işaret etmektedir. Kuşkusuz millet olarak
bizim bütün toplumsal organizasyonlarımızda bir cemaat
bağlanımını görmekteyiz. Bu gün Türkiye’deki sivil toplum
kuruluşları ve siyasi partilerin yapısına bakıldığında
bu durum açıkça görülecektir.
Dünyanın asırlık politikacıları Türkiye’de yaşamaktadır.
Ne kadar başarısız olursa olsunlar onlar görevlerine
devam edebilecek bir sosyal evren bulabilmektedir.
İlginçtir Türkiye bu yüzüyle arabesk bir toplumdur. Hangi
düşünceye ilişkin bir toplumsal kümelenme oluşursa oluşsun
orada asırlık bir liderin tartışmasız varlığına tanık
olmaktayız.
Bugün Türk solu 1980 öncesi hareketliliğini kaybetmiş
gözükmektedir.
ENTELLEKTÜEL
PAYLAŞIM GEREKİYOR
Türkiye’de
sol geleneğe mensup bir çok insan, kişisel otobiyografilerini
anlattıkları çalışmalarında hem sol söyleme ilişkin
sorgulamalarda bulunmakta hem de kendi kişisel yönelimlerine
ilişkin değişim süreçlerini anlatmaktadırlar.
Bu kişiler arasında bazı isimler hepimizin dikkatini
çekmektedir. Özellikle Turhan Feyizoğlu’nun iki güzel
çalışması olan “Mahir” ve “Bizim Deniz”, bu gün Türkiye’de
son derece farklı alanlarda olan insanların hatıralarıyla
doludur. Değişim son derece hızlı oluşmaktadır. Bu gün
Türkiye’nin en önemli gazete yazarları ve televizyon
yöneticileri, arasında bulunan eski tüfeklerin hiç biri
artık marksist gelenekle ilgilenmiyor. Onlar ileri sanayi
toplumunun seçkin bireyleri konumundadırlar. Ben, bu
durumu küçümsemiyorum. Hatta önemsiyorum. Çünkü, insanlar
değişebilmelidir. Hiçbir düşünce insanı kesin inançlı
hale getirmemelidir. Hepimizin hayatları yaşanmaya,
sevmeye, sevilmeye ve evreni keşfetmeye değer hayatlardır.
Yaşadığımız yüzyıl bizden bir önceki kuşağın acı deneyimleriyle
dolu. Bizler, dün Marksist olan ama bu gün demokrasiden
yanayım diyen Hasan Cemal’i ya da “Valdo Sen Neden Burada
Değilsin” de “selim bölge”yi şiire olan bağlanımında
bulan İsmet Özel’i zevkle okuyoruz.
Şunu itiraf etmeliyim ki ilahiyatçı akademisyenler olarak
bizlerde geçmişin tozu dumanı arasında kalan Karl Marks’ı
tanımaya çalışıyoruz. Bu gün Marks’ın yabancılaşma konusundaki
görüşleri, insan anlayışı son derece ilgi çekici gözükmektedir.
Bu gün bizi çevreleyen bu entelektüel zenginlik bir paylaşıma
dönüşmelidir. Yaşadıklarımızı görkemli hale getirmek
paylaşmakla mümkündür.
|