JEOPOLİTİK
LYNDON H. LAROUCHE Türkçesi: Musa CEYLAN
 

GÜNCEL GELİŞMELERE TARİHSEL BİR BAKIŞ
AMERİKA’DAKİ SİYASİ GELENEKLER

 
Amerikan yurtseverleri ile Amerikan Muhafazakârları 1763-1789 yıllarında aşağı yukarı net olan bu ayrışma, ta bugünlere kadar önde gelen Amerikan çevrelerinde ilkeli tüm politika çatışmalarının süregiden kaynağı olmuştur. Sözgelimi ben, Amerika’daki o Benjamin Franklin entelektüel geleneğinin bir ürünüyüm.
Dünyamız halen, iflas etmiş olan mevcut para-finans sisteminin yolaçtığı ani ekonomik çöküşün pençesi altında. ABD’nin şimdiki durumunu, 1931-1932’de derinlemesine sürüklendiği “Hoover Buhranı” denen durumla mukayese etmeliyiz. Modern zamanların tümünde benzer her kriz, çok daha yaygın toplumsal krizlere, sık sık da özellikle kanlı savaşlara yolaçmıştır.

Kesin zamanı kestirmek mümkün değil, ancak dünyadaki mevcut para-finans sistemi korunduğu sürece modern dünya tarihinin en kötü finans krizi dönemlerinden birinin pençesinde çaresizce debelenip duracağız. Bu krizden, ancak para-finans sisteminde ihtiyaç duyulan reformları derhal yaparsak kaçınabiliriz. Aksi takdirde, 1930’larda olduğundan çok daha kötü dünya-çapında bir çöküntü kaçınılmaz olur. Muhtemelen de mevcut kurumların feci başarısızlıklarına denk savaş ve devrimlerle beraber.

ABD’nin 1931-32 krizi ile şimdiki arasında iki önemli fark var. Birincisi, şahsımın 2004 Başkan adaylığı dışında, ufukta bir Franklin Delano Roosevelt görünmüyor. İkincisi, 1971-2002 döneminde Amerikan ve Avrupa ekonomileri, 1920’lerde olduğundan çok daha fazla yıkıntıya uğramış durumda. Bununla birlikte, Amerikan tarihini bilenler için durum vahim değil. Şimdiki ya da 1929-1932’deki gibi bir kriz, bazen, başarısız kalan liderin yerine birdenbire yeni birisini iktidara getiriverir. Franklin Roosevelt, Hoover’ın yerini böyle aldı. Bu ihtimali anlamak için, çağdaş milletler arasında benzersiz olan Amerikan tarihinin ve kurumlarının özelliklerini anlamak gerek.

ABD NEDEN İSTİSNAİDİR?

ABD’nin geçmiş ve bugünkü iç politik karakteri ve çatışmaları, ancak bu milletin tarihinin modern Avrupa medeniyetinin bütünlüğü içinde şimdilerde işgal ettiği istisnai yeri belirlemekle anlaşılabilir. Benim tecrübeme göre, bu bağlantıyı anlayamamak, konuyu daha iyi anlamaları beklenen Avrupa’daki önde gelen çevrelerde bile ABD ve onun politikalarını değerlendirmede yapılan en yaygın hatadır.

Küresel ölçekte yayılmış bir Avrupa medeniyetinin tarihi, 15. Yüzyıl Rönesansı’nın, Venedik’in finans oligarşisinin emperyal deniz gücünün hakimiyetinden Avrupa’yı kurtarma mücadelesiyle başlamıştır. Bu Rönesansı, yeni bir egemen ulus-devlet konsepti ile modern deneysel bilimin bir kombinasyonu karakterize etmekteydi. Yeni bir hukuk anlayışı getirildi. Bu, devletin yönetme erkinin, tüm halkın ve gelecek kuşakların genel mutluluğunu artırma ilkesine etkili biçimde sarılmış olma şartına bağlı olması fikriydi. 11. Louis yönetimindeki Fransa ve 7. Henry yönetimindeki İngiltere, bu ilkelere göre kurulmuş ilk modern ulus devletlerdi. Bununla birlikte Venedik, karşı atağa geçerek yaklaşık 1511-13 yıllarında müthiş bir dini savaşa girişti; bazı önemli tarihçilerin deyişiyle Avrupa’yı bir bütün olarak “yeni küçük karanlık çağ”ın içine sürükledi. Bu çöküntü, 1648 Westphalia Anlaşması bu din savaşlarına son verinceye kadar sürdü. Bu “küçük karanlık çağ” boyunca Avrupa’daki liderler, Amerika kıtasında genel mutluluğa dayalı gerçek cumhuriyetler kurma imkanına yöneldiler. Wintroph’lar ve Mather’lerin öncülüğündeki Massachusetts Körfez Kolonisi, o 1511-1648 döneminden ortaya çıkan bu tür koloniler arasında en önemlisi oldu.

Venedik’in emperyal deniz gücünde 17. yüzyıl sonundaki hızlı gerileme ile, bu sefer Hollandalı ve İngiliz Hindistan şirketlerinin etkisiyle emperyal deniz hakimiyetinin Venedik tarzı bir rantiyeci-finansçı biçimine teşebbüs edildi. İngiltere’de William of Orange öncülüğünde 1688-1689’de gerçekleştirilen hükümet darbesi, Kral 1. George yönetimi altında İngiliz Doğu Hindistan Şirketi’nin Britanya’nın gerçek yöneticisi olarak konumunu pekiştirdi. Kendini hem kadim Roma İmparatorluğu’nun hem de ortaçağ Venedik’inin varisi olarak gören İngiltere, ABD’nin Franklin Roosevelt ile birlikte hakim dünya gücü olmasına dek, tüm dünyanın hakim emperyal deniz gücü oldu. Böylece, 1. George’un selefi Kraliçe Anne’in ölümüne kadar, genel-mutluluk ilkesine dayalı cumhuriyetler kurma umudu, Kuzey Amerika’daki İngiliz kolonilerine odaklandı. Klasik gelenekteki Avrupalı liderler, Amerika’da model bir cumhuriyet kurmanın Avrupa’da taklitlerini teşvik edeceğini umuyorlardı. 18. yüzyılın ilk dönemlerinde bu Kuzey Amerika kolonilerinde iki ana rakip siyasal fraksiyon ortaya çıktı. Biri, daha sonraları “Amerikan Muhafazakârları” (Tories) olarak adlandırılan ve John Locke’un siyaset felsefesine dayananlar; diğeri uluslararası şöhreti yayılan Benjamin Franklin’in etrafında toplanan Amerikan yurtseverleri tarafından temsil edilenlerdi. Yurtseverlerin John Locke’a muhalefeti, 1776 Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nin “yaşam, özgürlük ve mutluluğu arama”ya yaptığı vurguda kendini ifade ediyordu. Bildirge, Gottfried Leibniz’in Locke karşıtı fikirleri etrafında şekillenmişti

Fransa, İngiltere monarşisi tarafından 1763’te bir kere yenilgiye uğratılınca, o da bekleneceği üzere, İngilizce konuşan Kuzey Amerika kolonilerini ezmeye yöneldi. Bu durum, Benjamin Franklin’in kampanyasını ve Bağımsızlık Bildirgesi’ni ortaya çıkardı. Tüm Avrupa’da önde gelen çevrelerde Amerikan bağımsızlık davası için bir seferberlik yarattı. Amerikan yurtseverleri ile Amerikan Muhafazakârları 1763-1789 yıllarında aşağı yukarı net olan bu ayrışma, ta bugünlere kadar önde gelen Amerikan çevrelerinde ilkeli tüm politika çatışmalarının süregiden kaynağı olmuştur. Sözgelimi ben, Amerika’daki o Benjamin Franklin entelektüel geleneğinin bir ürünüyüm. Ki o gelenek, Monroe, John Quincy Adams, Abraham Lincoln ve Franklin Roosevelt gibi başkanları ortaya çıkarmıştır. Diğer yandan, benim tüm önemli muhaliflerim (Henry A. Kissinger ve Zbigniew Brzezinski gibi), Franklin Roosevelt’e, açıkça da Amerikan Muhafazakâr geleneğine nefretin temsilcileridirler. Örneğin George Washington, Başkanlık makamına etkin bir lider olarak girdi, fakat ABD’nin Fransız Devrimi sonrasında tehlikeye düştüğü bir dönemde. Başkan Adams iyi bir adamdı ama gerek başkanlığını gerekse siyasi partisini çökerten bir zayıflığı vardı. Thomas Jefferson ve James Madison, Benjamin Franklin tarafından yönlendirildikleri müddetçe harika liderlerdi, fakat her ikisi de Başkan olarak birer felakettiler. Monroe, John Quincy Adams ve Abraham Lincoln, ABD’yi anayasal cumhuriyetin en büyük tehlikelere maruz kaldığı anlarda kurtardılar –Franklin Roosevelt gibi. Fakat Jackson, van Buren, Pierce ve Buchanan, sadece Amerikan Muhafazakârları değillerdi; neredeyse ihanet içindeydiler. Başkan McKinley’in 1901’de suikasta kurban gitmesi, Amerikan Muhafazakârları Theodore Roosevelt, Woodraw Wilson ve Calvin Coolidge’i iktidara taşıdı. Amerikan yurtseveri Franklin Roosevelt, sadece ABD’yi kurtarmakla kalmadı, aynı zamanda dünyayı da onun Başkan olmaması durumunda gerçekleşecek olan bir global felaketten kurtardı.

Franklin Roosevelt’in zamansız ölümüne rağmen, onun reformlarının çoğu, Kuzey ve Güney Amerika, Avrupa ve Japonya’nın 1945-1964 döneminde savaş sonrası ekonomik yeniden yapılanmalarında yol gösterici olmaya devam etti. Ancak, Venedik benzeri dünya deniz gücü-hava gücü imparatorluğu rüyalarıyla Amerikan Muhafazakâr hizbi, Franklin Roosevelt’in mirasını öldüğü andan itibaren hemen parçalamaya koyuldu.

AMERİKAN ÜTOPYACILARI

Başkan Dwight Eisenhower’ın emekliye ayrılması, onun “askeri-endüstriyel kompleks” dediği şeye etkili biçimde direnebilmek için gerekli askeri bir şahsiyet konumuna sahip son Başkanı da ortadan kaldırdı. Başkan Kennedy’nin de aralarında bulunduğu suikast dalgaları, saray darbeleri ve 1962 nükleer füze krizinin etkilerinden sonra, 1964 sonrası ABD hızla değişmeye başladı. Milliyetçi bir üretim toplumundan, emperyal bir tüketici toplumuna doğru. İlk Bretton Woods sisteminin 1971’de çöküşü ve Başkan danışmanı Zbigniew Brzezinski’nin yönlendirmesiyle başlatılan gözü dönmüş bir deregülasyon kampanyası, Kuzey ve Güney Amerika’nın, Avrupa, Japonya ve diğerlerinin otuz yıl süren tahribatını temsil etmektedir.

Bir üretim toplumu olmaktan çıkarak 1960’ların sonunda yaratılan ütopik bir biçim alan “sanayi-sonrası” topluma geçiş ve ilk Bretton Woods sisteminin 1971’de yokedilmesi, dünyada otuz yıldır yaşanan para-finans ve ekonomik felaketlere doğrudan doğruya sebep oldu. Franklin Roosevelt’in ölümünden bu yana, ana Amerikan yönetim kurumlarının karakterinde iki önemli değişme oldu. Birincisi, varolan Amerikan nükleer bombalarının Hiroşima ve Nagasaki üzerine atılmasıydı. İkincisi, 1989-1991 döneminde Sovyet gücünün çöküşüydü. Amerikan nükleer silah programının yazarı Bertrand Russell’ın 1946 Eylül’ünde açıkça söylediği gibi,  nükleer silahların rolü, Sovyetler Birliği’ni “önleyici” bir nükleer saldırıyla tehdit etmek olmalıydı. Amaç, ABD dahil olmak üzere ulus-devlet kurumunun Russell ve H. G. Wells’in (Wells’in 1928’de “Açık Komplo”da önerdiği) bir dünya hükümeti biçimiyle değiştirilmesini zorlamaktı. Sovyet gücünün 1989-1991’de çökmesiyle Wells ve Russell gibi dünya-hükümeti ütopyacılarının ortaya koyduğu politikacıların takipçileri, Anglo-Amerikalıların kıtadaki NATO ve diğer müttefiklerini, tüm dünyada ulusal egemenliğe dair ne kadar kurum varsa yıkmaya ve İngilizce konuşan güçlerin Roma tipi bir imparatorluğunu kurmaya hazırladılar.

Önceki Amerikan politika trendlerinden ayrışan bu kaymalar, Locke geleneğinin daha radikal uçta ve açıkça da faşist biçiminin doğuşuyla başarılabildi. Bu, köklerini hain bir Konfedarasyon’da bulan bir faşizm biçimidir. (Harvard’lı Profesör William Yandell Elliot gibi Ku Klux Klan kurucularının açık varislerinin ifade ettiği Konfederasyon geleneğinde). Elliot, ABD’de Başkanları ve büyük parti liderlerini kontrol eden şahsiyetlerin (Zbigniew Brzezinski, Samuel P. Huntington, Henry A. Kissinger ve başka pekçoklarının) kariyerlerini harekete geçirdi. Bu çevreler ve onlarla bağlantılı “think tanklar”, bugünün esas faşizm yanlısı ideolojilerinin çekirdeğini oluşturmaktadır. Bunlar, Kissinger’la kafadar Michael Ledeen’in deyişiyle “evrensel faşizmi”, uluslararası Nazi Waffen-SS ile uyumlu bir faşizm türünü temsil ediyorlar.

Zamanımızın en önemli Avrupalı hukuk tarihçilerinden olan merhum Profesör Friedrich Freiherr von der Heydte, 1989’daki bir konuşmasında, John Locke geleneğinin çağdaş pozitivist doktrinlerle birleşmesinin, Birleşik Amerika’yı, Nazi Almanyası’ndakinden daha kötü bir faşizm biçimine sürüklediği uyarısında bulunmuştu. Bugün ABD’deki bu türden faşist eğilimlerden tipik bir örneği, Yüksek Mahkeme Yargıcı Antonin Scalia’dır. Profesör van der Heydte’nin hukuk, tarih ve askeri bilimdeki uzmanlığından çıkardığı gibi, ABD’de zuhur etmiş olan faşist trend, hem toplumsal hem de askeri yüzlere sahipti. O trendin bugünkü Amerikan Muhafazakâr çevrelerindeki en açık ifadesi, Henry A. Kissinger, Zbigniew Brzezinski, Samuel P. Huntington gibi Muhafazakâr finans çevrelerinin Harvard eğitimli uşakları ile onların İngiliz Arap Bürosu’ndaki akıl hocaları Bernard Lewis. Ancak Kissinger ve diğerleri daha genç bir kuşaktır. Savaş zamanında ve hemen sonrasında nükleer savaş çağının ütopik askeri politikası için ani birikime öncülük edenler, ABD’de Russell’ın 1938’de ortak kurucusu olduğu Russell-Hutchins “Bilimlerin Birleşmesi” projesi rolü etrafında toplanan Russell ve Wells’in çevreleriydi. Profesör Norbert Weiner ve John von Neumann gibi Russell’ın kanatları altındakiler, modern geleneğin (Lazare Carnot, Gerhard Scharnhorst ve bizim Douglas MacArthur’umuz gibi) yerini almak amacıyla 1940’larda ve sonrasında öne sürülen sistem analizi kültünü temsil ediyorlar. Profesör Yandell Elliot’un öğrencisi Samuel Huntington’un “Asker ve Devlet”i, hâlâ bugün bile askeri ütopistlerin standart doktrinidir. Amacı, ABD ordusunu hem Roma emperyal lejyonları hem de Nazi uluslararası Waffen-SS tarzında yeniden yapılandırmaktır. Yani, dünyanın her bir kısmını teslime zorlamak amacıyla görevlendirilen ruhsuz katiller çetesi olarak.

Geleneksel modern askeri politikaya göre savaşın amacı, kalıcı bir barışın önkoşullarını oluşturmak, bunu da savaşan güçlerin refah ve hayatları için mümkün olan en fazla iktisadi getiri ile yapmaktı. O geleneğin tipik örneği, Lazare Carnot’un, İmparator Napolyon’u Rusya’nın işgali konusunda uyarmaya sevkeden stratejik savunma doktrinidir. Aynı stratejik savunma fikri, Çar 1. Alexander’ın Prusyalı işbirlikçileri tarafından Napolyon’u yenilgiye uğratmak için kullanılmıştı. Buna karşılık, Huntington ve diğerlerinin evrensel faşist askeri dogmaları, öldürme rasyosunu maksimuma çıkarmaya dayanır. Ütopyacıların askeri doktrini, daha da çirkin bir sosyal doktrinin bir yansımasından ibarettir. ABD’de Nixon ve Carter yönetimlerinin benimsediği Malthusçu dogmalara göre, argüman şu net etki yönündeydi. Oligarşik finansör gücünün İngilizce konuşan birliği dünyanın geneli için mülkiyet hakkına sahip bulunduğundan Amerikaların, Afrika’nın, Avrasya ve Avustralya’nın ham maddeleri (Körfez petrolü gibi), İngilizce konuşan güçlerin Lockeçu anlamda mülkiyet haklarıdır. Bu yüzden o güçler, hissedar hakkı olarak gördükleri bu kaynakları, 1) o ülke haklarının doğrudan kullanmasından, 2) Afrika’nın ve başka bölgelerin halklarının ileri teknoloji kullanmalarından ve 3) ilgili bölgeler halklarının ortalama ömürlerini kontrol altında tutma politikasının başarısız olmasının yolaçacağı doğal etkilerinden koruma hakkına sahiptirler. Kısacası bu neo-Malthusçu dogmalar, “hissedar hakkı” bahanesiyle yürütülen soykırım uygulama politikalarıdır.

Bu ütopyacıların siyasi özelliklerini, zamanının Ulusal Güvenlik Danışmanı Henry Kissinger’in 1974 tarihli ve 200 sayılı Ulusal Güvenlik İncelemeleri Memorandumu’nda görebiliriz. Orada ifade edilen politika Kissenger’in kendi icadı olmayıp, zaten varolan ve nükleer dehşet taraftarı Bertrand Russell ve H. G. Wells’in 1928 tarihli politika planlama kitabı “Açık Komplo”nun görüşlerinden esinlenen bir Anglo-Amerikan ütopyacı akımın politikalarının yeniden formüle edilmiş haliydi. Aynı politika, Carter yönetiminin sonunda Brzezinki öncülüğünde Global 2000 ve Global Gelecek raporlarında da ifadesini buldu. Gerek Kissinger’in NSSM-2000’i gerekse Brzezinski’nin formülasyonları, Profesör von der Heydte’nin belirttiği anlamda radikal türden pozitivist, Lockeçu faşist dogma biçimleridir. Bu faşist neo-Malhusçu dogmaların gerisindeki argümanın temelinde, bazen “hissedar hakkı” doktrini de denen Locke doktrini vardır. Buna göre, mülkiyet hakkı, mülkiyet sahibinin ne isterse yapabileceği anlamına gelir. O mülkün üzerinde her ne ve her kim bulunuyor olursa olsun. Taşınır köleliğin savunusu, hain Konfederasyon Anayasası’nın dibacesinde Locke’un “hissedar hakkı” doktrinin benimsenmesiyle yapılmıştır. Dr. Quesnay’in neo-Cathar fizyokratik doktrini ile İngiliz Doğu Hindistan Şirketi’nin Adam Smith’i, aynı mülkiyet hakkı kavramının insan haklarına üstünlüğünü vurguladılar.

DOĞUMUNDA ÖLECEK İMPARATORLUK

Böyle bir dünya imparatorluğunun pekiştirilmesine imkan yok. Roma İmparatorluğu, görece en güçlü anında pekiştirilmişken şimdilerde İngilizce konuşan güçlerin yeni bir Roma imparatorluğunu kurmaya yönelik ütopyacı girişim doğma teşebbüsü anında ekonomik enkaz halinde. Siyasi olarak ABD’nin domine ettiği dünya ekonomisi yakın bir çöküş içinde olmakla kalmayıp, 1930’ların Almanyası veya ABD’sindeki gibi bir savaş seferberliğinin mevcut ekonomik koşullarla ve dünyadaki mevcut yönetimlerle gerçekleşebileceğini düşünmek de yanıltıcı olur.

Tehlike, niyetlenilen imparatorluğun kurulabilecek olması değildir. Tehlike, böyle bir imparatorluğu kurma teşebbüsündeki kaçınılmaz başarısızlığın gezegeni bir kaosa sürükleyebilmesi, gezegen çapında bir yeni karanlık çağı başlatabilmesidir. Prensip olarak çözüm, savaş sonrası 1945-1965 döneminde Amerika, Avrupa ve Japonya’nın yeniden inşaası sırasında uygulanan türden global para ve ekonomi politikalarına geri dönmek olabilir. Bu amaçla gerekli olansa, dünyanın büyük uluslarının yapacağı acil bir toplantıdır. Böyle bir toplantıda, yeni bir küresel sabit kur sisteminin kurulmasını hazırlamak amacıyla belli birtakım geçici istikrar tedbirleri üzerinde mutabık kalmak olur. Küresel bir sabit kur sistemi, Fransa’da Jean Monet’ninkilere benzer ekonomik yeniden inşa politikalarını harekete geçirecektir. Şu anda dünyadaki neredeyse tüm hükümetler ve büyük siyasal partiler sadece iktidarsız değil, aynı zamanda entelektüel bir iflas içerisindedir. Bu gerçek beni ne şaşırtıyor ne de kötümser yapıyor. Bizim ABD’deki hükümetimiz ve Cumhuriyetçi ve Demokratik Partimiz gibi çoğu hükümet ve partilerin bu iktidarsızlığının nedeni, bu kurumların şimdiki politika aksiyomlarının işlemez hale gelmiş olmasıdır. Dünyada cari olan ve genel kabul gören para, finans ve ekonomi politikaları çerçevesinde politika yapmaya çalışan her hükümet veya parti, dünya uluslarının karşı karşıya olduğu iç ve dış krizleri aşmaya yetecek politikalar üretemiyor.

Bununla birlikte, son dönem Amerikan yönetimlerinden kaynaklanan ekonomik politika modellerinin umutsuzca müflis halde olduğu da şu an için aşikâr. Böylesine iktidarsız bir Washington’un liderliğinden giderek bıkan bir dünya, mevcut para-finans sisteminde bir çöküşe de, bu tür Washington rejimlerinden dolayı biraz küstahça yaklaşacaktır. Benzer bir küstahlık, Amerikan halkı ve siyasal süreçlerinde de ortaya çıkacaktır. Genel olarak, bilinen tarih içinde, politikadaki zamanı çoktan geçmiş değişimlerin en hızlı patlaması, yalnızca, mevcut sistemin kendi yarattığı bir krizle baş edememesinin etkisiyle olur. Ne yazık ki, bu tür mutlu değişimler kaçınılmaz değildir. Ama hiç değilse mümkündür. Şimdilerde, böyle hızlı ve küresel bir değişimin eşiğinde bulunuyoruz.

yazikonusu-Jeopolitik
 
BU YAZIYA GÖRÜŞ BİLDİR


   


Yarın imzalı yazılar dergiyi diğer yazılar yazarlarını bağlar.
Kaynak gösterilmeden alıntı yapılamaz. Dergimiz basın ahlak ilkelerine uymayı taahüt eder. Yarın 2002 ©