|
AB,
Avrupacıların gözünde tam bir
cennet, Anti-Avrupacılara göre ise cehennem...
Avrupacılar, AB üyeliği ile halkın refah
ve özgürlüğünün geometrik artacağından,
hakların güvenceye kavuşacağından söz
etmekteler. Anti-Avrupacılar, Türkiye’nin
egemenliğini kaybedeceğini ve bölüneceğini
ileri sürmekteler. |
|
|
Türkiye,
bir Avrupa siyaseti geliştirmek için hemen harekete
geçmeli ve karşı ya da taraf olduğuna bakılmadan bütün
öneri sahipleri bu kapsamda bir tartışma sürecine dahil
edilmelidir. Bunun için Ulusal Avrupa Kongresi toplanmalıdır.
Türkiye’nin
AB ile ilişkilerinin üzerine yalanların, dezenformasyonların,
manüpülasyonların ve küçük politik oportünizmlerin puslu
havası çöktü. Süreçte nelerin olup bittiği, kimlerin
hangi pozisyonda durduğu ya da savunduğu, beyanların,
gerçek niyetleri yansıtıp yansıtmadığı büyük bir soru
işareti... Meselenin bir avuç tarafı dışında kimse gerçek
bilgi, doğru analiz ve reel bir pozisyona sahip değil.
Efkarı umumiye, yoğun bir sis bombardımanı altında tutuluyor.
Anketlerde % 80 civarında AB üyeliğini istediğinin altı
devamlı çizilen Türk halkının ancak % 2’si AB hakkında
bazı somut bilgilere sahip...
Hal
böyleyken, AB ile ilişkiler, ekonomiden siyasete, eğitimden
tarıma, kimlikten egemenlik ve siyasal meşruiyete Türkiye’nin
kaderini doğrudan ve derinden etkileyecektir. Fakat
mesele, sağduyu, gerçek bilgi ve ulusal fayda/maliyet
bağlamında ele alınmadığı gibi, bu derece önemli bir
konuda sağlıklı bilgilenme hakkı Türk halkından esirgenmektedir.
Oysa bırakın bir halkı, sıradan insanın bile geleceği
hakkında bilgi edinme ve tartışma hakkı kutsal sayılmalıdır.
Öte
yandan fanatik taraftarlıklar, amansız kavgalar Türkiye
sosyal genetiğinin kurtulamadığı bir illeti... AB konusu
da, kolayca Avrupacı ve Anti-Avrupacı bölünmesine yol
açtı. İKV öncülüğünde yayınlanan bildiri “Avrupacı cephenin”
doğum şehadetnamesi oldu. Avrupacılığa, karşı-cevap
hemen geldi; “Anti-Avrupacı cephe” bir otel toplantısıyla
varlığını ortaya koydu.
AB,
Avrupacıların gözünde tam bir cennet, Anti-Avrupacılara
göre ise cehennem... Avrupacılar, AB üyeliği ile halkın
refah ve özgürlüğünün geometrik artacağından, hakların
güvenceye kavuşacağından söz etmekteler. Anti-Avrupacılar,
Türkiye’nin egemenliğini kaybedeceğini ve bölüneceğini
ileri sürmekteler.
İki
cephe de ilk bakışta doğru sayılabilecek görüşlerle
tezlerini destekliyorlar. Ancak iki taraf ta, fotoğrafın
tamamını değil, bir yanını göstermekte, diğer yanlarını
ise karanlıkta bırakmaktadır. İki taraf da Türkiye’deki
sistemin işlevlerinden bir ya da birkaçını öne alarak
konuşmakta, dolayısıyla meseleyi çarpıtmaktadır. Bu
çarpıtmalar kötü niyetli de olabilir, olmayabilir de,
fakat açık bir gerçek var ki, sistemin çelişik doğası
hem bu cepheleri var eden hem de çatışır hale getiren
temel etkendir.
REFAH/ÖZGÜRLÜK
VERSUS GÜVENLİK
HUKUK VERSUS HAKİMİYET
Türkiye’de
sistemin işlevsel çelişkileri, süreklilik gösteren ve
yeniden üreyen bölünmelere yol açmaktadır. Çelişkileri
tarif etmeye çalışırsak, bunların refah ve özgürlük
ile güvenlik; hukuk ile hakimiyet işlevleri arasında
ortaya çıktığını görürüz.
Toplumun
refah ve özgürlük talebiyle, devletin güvenlik ihtiyacı
karşıt yönlerde hareket ederek sistemin işleyişini parçalamakta
ve tıkamaktadır. Güvenlik ihtiyacı, refah ve özgürlük
talebinin önüne geçebilmekte, güvenlik adına bu temel
toplumsal talepler bazen engellenmekte bazen de geri
plana atılmaktadır. Aynı şekilde hukuk talebi de, zaman
zaman hakimiyet ihtiyacının altında ezilmektedir. Hakimiyetin
zedeleneceği endişesi, hukuksal taleplere pek az yer
bırakmaktadır. Ama hukuk talebi de, refah ve özgürlük
talebi gibi temel toplumsal taleplerdendir.
Türkiye’deki
yüksek refah, özgürlük ve hukuk talebi, dış dinamikler
tarafından ele geçirilmek üzeredir. Türkiye karşıtı
hareket, bu toplumsal talepleri arkasına alarak güvenlik
ve egemenlik sistemini tasfiye etmek yönünde ilerlemektedir.
Egemenlik ve güvenlik sistemi ise, haklı toplumsal taleplerle
bütünleşmek değil, obsesyon haline getirdiği dış tehdidin
biçimleriyle uğraşmaktadır. Oysa dış dinamik, adım adım
egemenlik sisteminin toplumsal temelini kendi gücüne
dönüştürmekte ve egemenlik sisteminin altını oymaktadır.
Şüphesiz burada dış dinamiğin başarısından çok, egemenlik/güvenlik
sisteminin, yani devletin başarısızlığı, refah, özgürlük
ve hukuk taleplerini doyurmaktaki yetersizliği söz konusudur.
Türk
egemenlik sistemi, algılamasını güvenlik ve hakimiyet
kaygılarının dar alanından çıkarıp genişletmediği taktirde,
direnişi umutsuz ve sonuçsuz kalmaya mahkumdur. Çünkü
halkı ele geçirilmekte, halkı, devletine yabancılaşmaktadır.
Dünya
sisteminin siyasa yapıcılarının Türkiye için hazırladıkları
düzenek, halk ve devletin, halkın içindeki ana blokların
ve devletin unsurlarının farklı ve çatışan akslarda
tutulması biçiminde hazırlanmıştır. Karşıt yönlerde
hareket eden akslar, tıpkı farklı atılımlara sahip fay
hatları gibi Türkiye’yi felakete sürükleyecek riskleri
içinde taşımaktadır. Türkiye, göz göre göre gelen sosyo-politik
felaketlere ne yazık ki hazırlıksızdır.
Toplumun
ve devletin talep ve ihtiyaçları ortak bir projede yeniden
imtizaç edilmeden, sistemin çatışmalar doğuran ve besleyen
yapısı gelişme ve bütünleşme yaratacak tarzda yeniden
kurulmadan bu tehlikeler yaşanmaya devam edilecektir.
AB meselesinde ortaya çıkan bölünme ve çatışma, köklerini
sistemin çelişik doğasından almaktadır ve kendini çeşitli
temalar etrafında var etmektedir.
AVRUPACI
CEPHE
Bu
kampın başını TÜSİAD, İKV, Anavatan Partisi ile eski
sol yeni liberal aydınlar ve bu aydınların denetimindeki
Plaza Medyası çekmektedir. Milli Görüş geleneğinin partileri
de, 28 Şubat kavşağında girdikleri yeni rota/rotasızlıkta
Avrupacılar safına katılmıştır.
Avrupacılara
göre, refah, özgürlük ve hukuk toplumu olmak için Türkiye’nin
önünde AB’ye katılmasından başka hiçbir seçenek yoktur.
Ya AB’nin istediği koşullar yerine getirilip üyelik
yolunda ilerlenecek ya da tarihin karanlığı, kaos, iç
çatışmalar ve yoksulluk Türk insanını beklemektedir.
Avrupacı propaganda, hiçbir iç dinamik tanımamakta,
Türkiye’nin kurtuluşunu dış dinamik(ler)e bağlamakta,
buna karşın spekülatif gelir karşılaştırmaları ve olağanüstü
yabancı sermaye akışı beklentisi dışında somut mekanizma
ve proje ortaya koymamaktadır. Propagandanın esası,
“hele bir AB üyelik koşullarını kabul edelim, her şey
güllük gülistanlık olacak” boş hayalinin pompalanmasıdır.
Peki Türkiye’nin bunca yapısal sorunu ne olacak diye
sorulduğunda, AB’ye girersek hepsi çözülecek denmektedir.
Ekonomik krizler içinde bunalıp mucize/mehdi arayışlarına
düşen ve son birkaç on yıldır kolayından köşe dönmeye
alıştırılmış halk katmanlarına bu propaganda hayli çekici
gelmektedir. Anketlerde görülen AB’ye dönük yüksek beklentilerin
arkasında Türkiye’nin acilen tasfiye etmesi gereken
böylesine ucuzcu ve konformist bir kolektif bilinçaltı
zayıflığı bulunmaktadır. Türk halkının yüksek refah
beklentisi ile buna kolay yoldan ulaşma kurnazlığına
Avrupacı diskurun satır aralarında çokca müracaat edilmektedir.
TÜSİAD, İKV ve benzer Avrupacı kuruluşların yayın ve
bildirilerinde Türk halkının bu zaafı hayli kaşınmaktadır.
Fakat
tarih, dış dinamikler marifetiyle refah, özgürlük ve
hukuk sahibi olmuş hiçbir toplumu kaydetmemektedir.
Bir milletin veya ülkenin iç dinamikleri tükenmişse,
dış dinamik(ler) o millet ya da ülkeyi ancak tutsak
alır ve kendi önceliklerine göre yeniden düzenler.
Avrupacı
diskurda, devleti ve milletiyle sorunlu büyük sermayenin
oligarşik kesiminin sınıfsal çıkarını ve konumunu millete
karşı dışarıyla bağlama ve garantiye alma kaygısı göze
batmaktadır. Küresel sermaye ağı ile bütünleşip, denetçilik
ve yöneticiliklerini korudukları taktirde halkın dünya
sisteminin marabası haline gelmesi umurlarında olmadığı
gibi, tam da istedikleri şeydir. Burjuvazinin oligarşik
kanadının sınıfsal karakterindeki kompradorluk AB bağlamında
bir kere daha gün yüzüne çıkmaktadır. Devletin elinde
ve kucağında büyümüş olmasına ve Türk milletinin yarattığı
katma değerden haksız biçimde beslenmiş olmasına rağmen
bu oligarşik kanat varlık ve bekasının garantisini halkı
ve devletiyle bağlarını derinleştirmede değil, AB üzerinden
dış dinamiğe teslim olmakta görmektedir. Bu da Türkiye’yi
istikrarsızlaştıran, ekonomi-politiğini rehin alan trajik
bir yarılmadır ve bu ekonomi-politik çelişki aşılmadan
tarihin kahredici uğultusu Türkiye’den eksik olmayacaktır.
Bugün
Avrupacılar için AB, milli faydanın maksimize edileceği
bir entegrasyon hareketinden çok, devlete (şimdilik
fark etmese de millete) boyun eğdirmenin en etkili aracıdır.
Bağımlılık projesini/niyetini Türkiye’ye benimsetmeye
güçleri yetmediğinden AB sürecini bu hedef çerçevesinde
kullanmaktalar. 28 Şubat, başörtüsü, kimlik ifadesi,
ekonomik bunalım vb. sebeplerden bunalan kesimleri cephesine
katarak AB’yi içeride yedekleyecek geniş bir kitlesel
muhalefet ağı örmeye çalışmaktalar. “Türk halkı, askerini
yenmeden bu ülkede hiçbir şeyin olmayacağını” öne süren
Avrupacı yaklaşım, yeryüzünde güvenlik temeli olmayan
tek bir refah ve özgürlük toplumu örneği veremez. Bir
milletin güvenlik ihtiyacı içinde olmaktan çıkması,
bir adım sonrasında tarihsel/toplumsal özne olmaktan
çıkması, varlık ve kimlik bunalımına düşmesi demektir.
Her özne varoluşunu savunmak ihtiyacı içindedir.
Avrupacılar,
sadece refah ve özgürlük fantazmasına dayalı toplumsal-politik
bir formasyonun olup olamayacağını, egemenlik, kimlik,
jeopolitik ve jeokültür gibi bir milleti tarih içinde
var eden temel parametreleri dikkate almadan refah toplumu
yaratmanın olası olup olmadığının cevaplarını vermelidir.
Avrupacılar,
her şeyin ötesinde çok temel bir etik yanlış yapmakta
ve AB’nin Türkiye’ye ilişkin pozisyonunu hayal aynasından
yansıtmaktalar. AB, Türkiye’ye tam üyelik perspektifini
verecek midir, yoksa tam üye yapacak gibi mi yapmaktadır?
Yani Türkiye-AB ilişkisi doğru ve namuslu bir ilişki
midir? Veya Türkiye’ye yalan söylenmekte ve Türk milleti
kandırılmakta mıdır?
Avrupacılara
göre, Maastrich ve Kopenhag Kriterlerini yerine getirirse
Türkiye tam üyelik için müzakere hakkını kazanacaktır.
Fakat bu öngörü ne kadar gerçekçidir?
Türkiye,
en uzun süreli başvuru sahibi ülke iken neden üyelik
ihtimali en düşük (hatta bazılarınca hiç olmayan) bir
ülkedir?
Türkiye,
neden tam üye olmadan eşitsiz ve haksız Gümrük Birliği
Anlaşmasına zorlanan tek ülkedir?
Türkiye,
neden serbest dolaşım hakkından mahrum bırakılmış ve
hak ettiği mali yardımları almakta zorlanmaktadır?
Türkiye
tam üye yapılacaksa, AB, Kıbrıs’ta niye Rumlar lehine
açık taraftır?
Türkiye’nin
ulusal bütünlüğü bir takım tasarılar ile (Ermeni, Kürt
siyasi ayrılıkçılığı vb.) neden sürekli hedef alınmakta
ve güvenlik kaygısı derinleştirilmektedir? AB, niye
Türkiye’de özgürlüklerin iç dinamikler ve iç uzlaşma
süreçleriyle gelişmesini kolaylaştırıcı iyi niyetli
ve yapıcı bir rol üstlenmekten uzaktır?
Türkiye,
NATO üyesi olmasına ve AB, NATO altyapısını kullanmayı
istemesine rağmen Türkiye niye AB Ordusundan dışlanmaktadır?
Türk
kamuoyu, bu ve buna benzer son derece hassas sorular
hakkında aydınlanmayı beklemektedir. Türkiye’nin AB
üyeliğini iyi niyetle isteyen Avrupa taraftarları Türk-AB
ilişkilerini bir “yalan rüzgarı dizisi” olmaktan çıkarmalı
ve yerli yerine oturtmalıdırlar.
AB’NİN
TÜRKİYE POLİTİKASI
AB’nin
Türkiye politikası, Türkiye’nin ne tam içeri alınması,
ne de tam dışarıda tutulmasıdır. AB yalnızca Türkiye’yi
birlik hedefleri (birliği, önce Berlin, sonra Paris
olarak anlamalı) için kullanabileceği bir yakınlık ve
ilişki biçimi içinde; yanında ve denetiminde tutmak
istemektedir. Eğer bunu başaramazsa Türkiye’yi AB önünde
engel olmaktan çıkartmayı deneyecektir. AB siyasa yapıcıları
Türkiye’ye dair bütün ekonomi-politik kurgularını bu
ilişki tarzına göre yapmaktadırlar.
AB,
Türkiye’yi tam üye yapmayacaktır. Çünkü;
Türkiye,
AB’nin massedemeyeceği nüfus büyüklüğüne sahiptir ve
nüfus esasına göre temsilde Türkiye, AB’nin karar verici
iradelerinden biri olacaktır. Bu durum Berlin ve Paris
için tam bir kıyamet senaryosudur.
Özellikle
Almanya’nın en büyük korkusu serbest dolaşımdır ve zaten
de Türkiye, anlaşmalardan doğan serbest dolaşım hakkını
kullanamamaktadır. Genç ve kalabalık Türk nüfusu AB’deki
istihdam ve sosyal dengeler için açık tehdittir.
Türkiye
ekonomisi istikrarsız ve sorunludur. Türkiye gelişme
problemleri yaşayan bir ülkedir. Tam üyelik AB’ye büyük
mali külfetler yükleyecek ve AB de bu kadar büyük mali
yükün altına girmeyecektir. Kaldı ki AB, mali protokolde
öngörülen düşük miktarlı mali yardımları bile bloke
etmiştir.
Türkiye’nin
müslümanlığı ve sosyo-kültürel formasyonu AB için derin
bir endişe konusudur.
AB
üyesi Türkiye, Balkanlar ve Avrupa Türk/müslüman nüfusuyla
ayrıca Avrupa içi bir hinterlanda sahip olacaktır ve
AB, olası bir Türkiye bloğundan fazlasıyla çekinir.
Avrupa
bütünleşmesinin jeopolitik ve jeoekonomik optimal büyüklüğü
Türkiye sınırına kadardır.
Buna
karşın Türkiye’nin jepolitik ve jeoekonomik değeri elinin
tersiyle itilemeyecek kadar yüksektir. Öyleyse Türkiye
ile ilişkiler, “imkanları devşirecek”, beri taraftan
“maliyetleri dışlayacak” kontrollü ve kontrole dayalı
bir biçimde olmalıdır.
AB,
Türkiye’yi dışta bırakamaz. Çünkü;
Türkiye
enerji kaynakları ve pazarlara ulaşmada kavşaktır. Türkiyesiz
bir Avrasya siyaseti geliştirilemez ve icra edilemez.
Türkiye,
Ermenistan, İran gibi Avrupa uzantısı ülkelerle bağın
kurulması ya da engellenmesinde stratejik kilittir.
Avrasya
pazarlarına ulaşmadaki önemi kadar Türkiye iç pazarının
da Avrupalı üreticiler için ekonomik değeri yüksektir.
Türkiye,
dışta tutulsa, göç, terör, uyuşturucu, radikalizmler
gibi doğu ve güney eksenli tehditleri Avrupa’ya yansıtabilir.
Ya da bu tehditlere karşı Avrupa’nın koruyucu kalkanı
rolü oynatılabilir. Türkiye’den Avrupa’yı güneye karşı
koruyan tampon bölge olması istenmektedir.
Bütün
bu açılardan bakıldığında Türkiye, AB için eşit bir
partner (üye) değil, eşitsiz bir ilişki tarzıyla kullanılacak
ülkedir. AB temsilcileri, Türkiye’yi tam üye yapma vaatleriyle
kandırmakta, Türkiye’deki Avrupacılar da bu yalanın
gönüllü ortakları olmaktadır.
ANTİ-AVRUPACI
CEPHE
Anti-Avrupacılar,
soğuk savaşın provakatif siyasal alışkanlıklarının günümüzdeki
uzantılarıdır. Solda Aydınlıkçılar, sağda Haydar Başçılar
bu cephenin öne çıkan taraflarıdır. Anti-Avrupacıların
belirgin özelliği, ulusalcılık ve milliciliğe dayanmalarına
rağmen, Türkiye’nin büyümesi ve gelişmesine değil, daralması
ve içe kapanmasına hizmet etmeleridir. Türkiye’nin batıyla
ilişkilerini hiç dikkate almadıklarından (ya da tersinden
dikkate aldıklarından) keskin ulusalcılık/millicilikleri
batı etkinliğinin karşı retorikle pekiştirilmesine yaramaktadır.
Anti-Avrupacılar, sahte muhalefetlerdir, bu halleriyle
varlık ve beka problemini sekter ve muhalif bir gündem
haline getirmekten başka bir işe yaramamaktadırlar.
Türkiye’nin
batıdan koparak var kalamayacağını, buna karşın dünya
jeopolitik denkleminde batıya rağmen müstakil ve tayin
edici bir doğu seçeneğinin bulunmadığını ısrarla es
geçmektedirler. Türkiye’nin güvenlik endişelerinden
yönünü doğuya dönerek kurtulacağını söylemekte, fakat
batıdan kopan bir Türkiye’nin daha derin güvenlik tehdidi
altında kalacağını unutmaktadırlar.
Anti-Avrupacılar,
aşırı ve irrasyonel AB düşmanlıklarıyla Türkiye’nin
rasyonel bir “Avrupa siyaseti” geliştirmesine katkıda
değil, bozucu etkide bulunmaktadırlar. Avrupa’ya yabancılaştırarak
Türkiye’nin önemli bir jeopolitik ve jeoekonomik ayağını
boşa çıkartmaktadırlar. Fakat Türkiye rasyonel ve karşılıklı
fayda esasına dayanan sağlam bir “Avrupa siyaseti” sahibi
olmalıdır.
Anti-Avrupacılar
devlet aygıtının bazı unsurlarıyla sürdürdükleri açık
olmayan ilişkileri nedeniyle aslında ulusallık veya
millilik adına devlet tapınmacılığı üretmekte, bu özellikleriyle
de çağdaş ve demokratik kolektif iyinin yaratılma sürecini
sabote etmektedirler.
Anti-Avrupacıların
Sol kanadı, muhayyel bir ulus tasarımıyla tarihsel ve
reel ulustan çoktan kopmuştur. Tarikatçı kanadı ise,
milli tutumu ortaya koyacak entelektüel ve etik donanımdan
yoksundur; millet ve din ile kurduğu bağ “oportunist”
özellikler göstermektedir.
Anti-Avrupacılık
da, en az Avrupacılık ölçüsünde yönlendirme kokmaktadır.
MADALYONUN
İKİ YÜZÜ: AVRUPACILIK VE ANTİ-AVRUPACILIK
Avrupacılar,
refah, özgürlük ve hukuk talepleri üzerinden ve bu talepleri
kullanarak hareket etmekte, Anti-Avrupacılar, güvenlik
ve hakimiyet ihtiyacına dayanmaktalar. Tarihsel ve somut
argümanlar kullanmasına rağmen ikisinin söylem biçimi
de metafiziktir ve Türkiye’nin ihtiyaçlarını karşılamaktan
uzaktır. Bu iki kesimin cennet ve cehennem retoriği
içinde mesele, tam da AB siyasa yapıcılarının istediği
şekilde tartışılmaktadır. AB-Türkiye ilişkilerinin rasyonellikten
kopması ve iç çatışma konusu olmasından Brüksel büyük
keyif alıyor olmalıdır. Çünkü bu durumda Brüksel, Türkiye’yi
istediği ilişki biçimine razı etmekte zorlanmayacaktır.
Tıpkı Gümrük Birliği Anlaşmasında olduğu gibi...
Halbuki
AB, karşı ya da taraf olunacak bir iman ve müminlik
meselesi değil, olsa olsa Türkiye’nin öncelikleri ve
ulusal fayda maksimizasyonu çerçevesinde ele alınacak
bir süreçtir.
Avrupacılar
da, Anti-Avrupacılar da sürecin sağlıklı işlemesini
manüpüle etmektedirler.
Bu
çerçevede;
Türkiye-AB
üye adaylık süreci iç siyaset çatışması olmaktan çıkarılmalıdır.
AB’nin,
siyaseten ve etik olarak bitmiş bazı parti başkanlarının
elinde var kalmak/olmak ve suç bastırmak aracı olmasına
müsaade edilmemelidir.
Türkiye,
bir Avrupa siyaseti geliştirmek için hemen harekete
geçmeli ve karşı ya da taraf olduğuna bakılmadan bütün
öneri sahipleri bu kapsamda bir tartışma sürecine dahil
edilmelidir. Böylece samimi görüş sahiplerine görüşlerini
ifade etme imkanı tanınmalı, öte yandan psikolojik harekatçılar
deşifre edilmelidir. Bunun için Ulusal Avrupa Kongresi
toplanmalıdır.
AB
ile AB’nin değil, Türkiye’nin projesi üzerinden müzakere
edilmelidir
Türkiye,
EFTA veya Norveç gibi AB ile Serbest Ticaret Anlaşması
yapmayı gündemine almalıdır.
Gümrük
Birliği Anlaşması’nın koşulları, Türkiye ile AB ilişkilerinin
geniş çerçeveli müzakere edilmesi kapsamında yeniden
düzenlenmelidir.
Anadilde
eğitim, yayın ve idam konuları AB değil, Türkiye meselesi
olarak ele alınmalıdır. n
Kaynaklar
1-Avrupa
Çıkmazı, Erol MANİSALI, Otopsi Yayınları
2-Türkiye
Avrupa’nın Neresinde, Bülent GÖKYAY, Ayraç Yayınları
3-Gümrük
Birliği’nin Siyaset ve Ekonomik Bedeli, Erol MANİSALI,
Bağlam Yayınları
4-Avrupa
Birliğine Neden HAyır, Suat İLHAN, Ötüken Yayınları
5-Avrupa
Birliği ve Türkiye, Rıdvan KARLIK, Beta Yayınları
|