|
Ortak
bir AT dış politikası yoktur; Avrupalı
güçlerin devlet olarak ve genelllikle
birbirlerine karşı güttükleridışpolitik
faaliyetler vardır; Çünkü ortada AT
adına bir siyasal varlık yoktur, bağımsız
devletler vardır ve Yugoslavya olayları
AB açısından tam bir fiyaskoyla sonuçlanmıştır. |
|
|
“Ben
Avrupa’nın son umuduydum”
Adolf Hitler, 1945 yılında “ölümünden” 2 ay önce
“De
Gaulle ekonomi ile bürokrasinin politika ve iktidarı
izleyeceğini ve aksinin olmayacağını biliyordu.”
John
Lukacs, 20. Yüzyılın ve Modern Çağın Sonu, 1993
“Geçen
seneye dek Avrupa’nın hümanist değerlerine sonuna dek
inanıyordum: Onun demokratik ideallerine, insan hakları
beyannamesine, laik devletlerindeki inanç özgürlüğüne...
İçtiğim bu zehir içkisinden sonra artık Avrupa hümanizmine
inanamam. İnsan hakları beyannamesinin temel fikirleri
Bosna’da öldü. O fikirlere inanan onbinlerce erkek ve
kadın, şimdi yer olmadığı için Saraybosna mezarlığında
üstüste ... yatıyorlar.”
Mustafa
Çeriç, Bosna-Hersek Reis ül-Uleması, Saraybosna, 1993
“Ben
Avrupa düşmanı değilim. Ben ulusların Avrupası’nın taraftarıyım;
vatanların Avrupası’nın. Ama ben bir uluslarüstü, federal
ve federalleşen Avrupa’nın kesin karşıtıyım... kabul
etmediğim şey Brüksel Avrupası’nın geri döndürülemez
olduğu fikridir.”
Jean
Marie Le Pen, 2002 Fransa cumhurbaşkanlığı seçimleri
sırasında
Birleşik
Avrupa, uzun yılların özlemi. Organize bir Birleşik
Avrupa hareketi “tüm savaşları sona erdirecek savaş”
olan 1. Dünya Savaşı sonu hayal kırıklıkları ve arayışların
ikliminde 1923’te Kont Richard Coudenhove-Kalergi’nin
başını çektiği Pan-Avrupa derneği ile başlar. John Lukacs,
babası Avusturyalı, büyükbabası Yunanlı ve annesi Japon
olan bu çokkültürlü entellektüel kontu Pan-Avrupa hareketi
için en uygun öncü görür. Bu tarihlerden, kimilerine
göre daha da eskilerden başlayarak bir Avrupa Konfederasyonu
ülküsü Salvador de Madriaga, Miguel de Unamuno, Hermann
Keyserling, Franz Kafka ve daha nice Avrupalı entellektüelin
hararetle savunduğu ya da desteklediği bir fikir oldu.
Her
nekadar bu Pan-Avrupacı ya da enternasyonalist fikirlerin
1930’ların aşırı milliyetçiliği tarafından silinip süpürüldüğü
iddia edilse de onlar entellektüel saygınlıklarını korudular
ve beklenmedik gelişmelerle tekrar su yüzüne çıktılar.
Birleşik bir Avrupa propagandası ile harekete geçen
20. y.y.ın en büyük eylemcilerden biri de Adolf Hitler’dir.
Hitler gururlu Fransızları birleşik bir Avrupa için
çarpışan fedakar bir savaşçı olduğuna öylesine inandırdı
ki, işgal Fransası’nın bizzat bir Alman genel valisince
idare edilmesi gerekmedi; Vichy hükümetinin başına geçen
1. Dünya Savaşı kahramanı Mareşal Petain savaş sonuna
dek 3. Reich’ın sadık Fransız müttefiki olarak işbaşında
kaldı; Oran’daki Fransız donanması “müttefik” İngiliz
savaş gemilerince topa tutuldu ve batırıldı; savaş sonuna
doğru Güney Fransa’ya ayak basan Amerikan askerleri
“müttefik” Fransız askerlerine karşı kurtarmaya geldikleri
ülkede günlerce savaştı ve ... savaşın son günlerinde
Ruslara karşı umutsuzca direnen Berlin’de Fransız SS
Tugayı “Charlemagne” ilerleyen Ruslara karşı kenti sokak
sokak savaşarak savundu. John Lukacs kabul etmese de
Charlemagne Tugayı’nın cesur Fransız askerleri için
konu çok basitti: Birleşik Avrupa’yı ilerleyen Rus barbarlara
karşı savunmak.
İngiltere’de
majestelerinin hükümetinin başbakanı Churchill ise konuya
başka bir açıdan bakıyordu. İngiltere’nin ebedi çıkarları
için Avrupa asla büyük bir gücün etrafında birleşmemeliydi.
Yoksa Churchill için ne Polonya’nın bağımsızlığı (Polonya’ya
Alman ve Rus ordularının Eylül 1939’da girmesi ve bu
ülkeyi işgal etmesi ile majestelerinin hükümeti Nazi
Almanyası’na savaş ilan etti; ama onun kadar despotik
ve istilacı Stalin Rusyası’na karşı değil), hatta ne
de Fransa’nın istilası koca Britanya İmparatorluğu’nu
topyekün bir savaşın içine atmaya değmezdi. Ama Avrupa
asla birleşmemeliydi. Fransa’nın tesliminden sonra Hitler
İngiltere’ye barış teklif etti ve barış şartlarını görüşmek
üzere Rudolf Hess’i İngiltere’ye gönderdi. Ama Hess
tutuklandı ve 1986’da ölünceye kadar savaştan sonra
gönderildiği Almanya’da Spandau Cezaevi’nde tutuldu;
ölümü ile de çok önemli sırları mezara götürdü. Sonuçta
Avrupa, SSCB ve ABD arasında inhisar bölgelerine bölündü;
İngiltere’nin istediği oldu; Avrupa birleşemedi.
İngiltere
bundan önce de 16. – 17. y.y.da, dönemin büyük kolonyal
gücü ve Avrupa’da orduları ilerleyen İspanya’ya, 18.
y.y.da da Fransa’ya karşı ısrarla savaşlar yürütmüştü.
İspanya’ya karşı yürüttüğü savaşlarda Güney Amerika’dan
altın kaçıran İspanyol hazine kalyonlarını yağmalayan
korsan Francis Drake’e himaye sağlaması ve sonra da
ona Sir unvanı vererek Britanya donanmasının başına
geçirmesi bu konudaki kararlılık ve pervasızlığını gösterir.
Bir buçuk asır sonra Avrupa’yı tekrar birleştirme idealini
gerçekleştirmeye çok yaklaşan muzaffer Napoleon Avrupa
açısından ne dendi bir umut oldu ise (Hegel’den Beethoven’a
dek dönemin birçok Avrupalı entellektüeli bu esmer Korsikalıyı
Fransız Devrimi’nin ve Birleşmiş Avrupa’nın kahramanı
olarak selamladılar), İngiltere açısından da o derece
felaketti (1815’te Napoleon’un son savaşı Waterloo’da
müttefik İngiliz, Alman, Avusturya-Macaristan ve Rus
ordularının komutanı olarak onun karşısına dikilen Wellington
Dükü “baylar, işte Avrupa’nın en büyük haydudu” demişti;
Britanya Avrupa dışında haydutluk yapmayı seçmişti ne
de olsa). İngiltere’nin Avrupa’yı birleştirecek herhangi
bir harekete karşı bu hassasiyetini bilmek daha sonra
olanları anlamak açısından önemlidir.
2.
Dünya Savaşı sonrası Avrupa’da olanlar malum. 1952’de
kurulan Kömür-Çelik Birliği’ni, daha sonra 1958’de Roma
anlaşması ile Avrupa Topluluğu’nun (Avrupa Birliği’nin
o zamdaki adı) kuruluşunu ve ondan sonra AT ile ilgili
diğer resmi faaliyetleri geçiyoruz. Avrupa Birliği’nin
resmi tarihini anlatan birçok kitaptan bu konuda bilgi
alınabilir. Bizim ilgileneceğimiz zaman dilimi 1990’lar
ve sahne Balkanlar.
Soğuk
Savaş’ın uluslararası ilişkiler yapısının 1989’dan itibaren
parçalanmaya başlaması ilk dramatik belirtisini Balkanlarda
verdi. 25 Haziran 1991’de Hırvatistan ve Slovenya Yugoslav
Federasyonu’ndan ayrıldıklarını bildirdiler ve bağımsızlıklarını
ilan ettiler. O sıralar Avrupa Topluluğu (AT) Avrupa
Birliği (AB) olmaya doğru ilerliyordu. Avrupa Birliği
olmak demek Birlik dahilindeki devletlerin ortak hareket
etmesi, ortak bir dış politika ve strateji geliştirmeleri
demekti. Birlik artık ekonomik bir ortaklık olmaktan
çıkıyor ve siyasi bir varlık haline dönüşmeye başlıyordu.
Ancak siyasi ortaklığın gereklerinin ne derece yerine
geldiği açısından Yugoslavya’daki karışıklık ve savaş
iyi bir gösterge olmuştur.
AT
(o zamanki adıyla) her fırsatta birleşik bir Yugoslavya’dan
yana olduğunu açıkladı ise de Yugoslavya’nın olası bir
parçalanması durumunda nasıl hareket edeceğine dair
bir rapor da hazırlatmayı ihmal etmedi. 1991 yılı başlarında
Fransız devlet hukuku uzmanı Robert Badinter başkanlığında
toplanan bir AT komisyonu eski Yugoslavya’nın parçası
cumhuriyetlerin tanınma şartlarını tespit etti. Komisyon
raporunda AT’nin tanıma şartlarına sadece Makedonya
ve Slovenya’nın sahip olduğunu bildirdi. Yine de Mart
1991’de yapılan AT resmi açıklamasında “birleşik ve
demokratik bir Yugoslavya’nın Avrupa’ya entegrasyonda
daha büyük şansa sahip olduğu” bildirildi. Parçalanmanın
arifesinde AT Komisyon Başkanı Jacques Delors “Onikiler
parçalanmış bir Yugoslavya’ya hiçbir şekilde finansal
yardımda bulunmayacaklar ve dolayısıyla ayrılma yönünde
tek taraflı bir davranışın ortaya çıkması desteklenmeyecektir”
diyordu.
Bağımsızlık
ilanından kısa süre sonra çatışmalar başladığında AT
görkemli biçimde olaya elkoydu. AT bakanlar kurulu başkanı
ve Lüksemburg Dışişleri Bakanı Jacques Poos “Avrupa’nın
saatinin çaldığından” bahsediyordu. Öyle ya Avrupa Birleşik
Devletleri, artık bir süpergüç olarak kendi yakın ilgi
alanındaki bir soruna müdahale edecek ve Dünya siyaset
sahnesinde bir güneş gibi ufuktan yükselecekti. Ama
sonuç tam bir rezalet oldu.
23
Aralık 1991’de Almanya tek taraflı olarak Slovenya ve
Hırvatistan’ın bağımsızlığını tanıdı. Bu bütün AT kararlarına
aykırıydı. Ve 15 Ocak 1992’de Almanya’nın oldubittisine
düşen AT bu iki ülkeyi tanıma kararı aldı. Almanya açısından
Balkanlara müdahale diplomatik temaslarla sınırlı değildi.
Hırvatistan ve Slovenya’nın bağımsızlığı öncesinde ve
sonrasında Alman devletinin faal şekilde kopma sürecini
desteklediği anlaşılıyor; öyle ki, BM ve AT’nin aleyhte
kararları varken Almanya’nın yürüttüğü gizli operasyonlar
nedeni ile 8 Temmuz 1991’de Alman hükümet sözcüsü “özellikle
Yugoslav medyasında sözü edilen Almanya’nın taraflardan
birine silah sattığı ya da askeri eğitim verdiği iddialarının
tamamen yanlış ve asılsız olduğu” açıklamasını yapmak
zorunda kalmıştı; Almanya artık açıkça Hırvatistan’a
silah satmak ve Hırvat askerlerini eğitmekle suçlanmaktaydı.
Almanya’nın Yugoslavya’nın parçalanmasındaki faaliyetinin
bu noktaya kadar varıp varmadığını bilemeyiz; ama Hırvatları
yeterince memnun etmiş olmalı ki, onun için “Danke Deutschland”
(Teşekkürler Almanya) adıyla şarkı bestelediler:
Teşekkürler
Almanya
Kalbim
alevler içinde yanarken
Gönderdiğin
güzel hediyeye
Teşekkürler
Almanya
Rüyalarımı,
kalbimi ve aşkımı vatanıma bırakıyorum
Teşekkürler
Almanya
Şimdi
artık biz yalnız değiliz
Şimdi
saadeti hissedebiliyoruz
Benim
ve senin için yıkılan vatanıma umut ışığı görünüyor
Aniden
güneş üstümüze doğuyor
Böylece
Avrupa’da yükselen birleştirici gücün AB değil, Almanya
olduğu açık olarak ortaya çıktı. İngiltere bunun böyle
olduğunu zaten biliyordu; Fransa ise çok yakında kavrayacaktı.
Bundan sonra da Yugoslavya’ya Avrupa’nın müdahalesinde
müttehid bir AB iradesi değil, farklı Avrupalı güçlerin
kendi jeostrateji oyunlarını görüyoruz. Ancak bunun
şüpheye yer bırakmayacak şekilde ortaya konması için
Yugoslavya’nın sunduğu örneklerin biraz daha anlatılması
gerekiyor.
Almanya’nın
ağırlığını Hırvatistan ve Slovenya’dan yana koyarak
Balkanlarda bir inhisar bölgesi yaratmasının ardından
İngiltere geleneksel “Avrupa Parantezi” siyasetini uygulamaya
girişti. Mihvere karşı Sırplar ve Ruslar tıpkı 2. Dünya
Savaşı’nda olduğu gibi doğal müttefikti; çünkü doğudan
Avrupa parantezini kapatıyorlardı. Hırvatlara karşı
oluşturulan rakip kampta ise ön cepheyi Krajina Sırpları
oluşturuyordu. Krajina Bölgesi ters “L” biçimindeki
Hırvatistan haritasında “L”nin tam dirseğinde yer alır.
Buraya daha 16. y.y.da yerleştirilen Sırplar o zaman
Avusturya-Macaristan ile Osmanlı imparatorlukları arasında
askeri sınırı (confinium militare) oluşturuyordu. Krajina
Sırpları 1991’de kendi bağımsız cumhuriyetlerini kurarak
Hırvatistan’dan ayrıldılar. 1993’te yaptıkları referandumla
da Sırbistan ve Bosna-Hersek Sırplarıyla “Büyük Sırbistan”
olarak birleşme kararı aldılar. Ancak bu kamplaşmayı
Müslüman ağırlıklı Bosna-Hersek Cumhuriyeti’nin 1992’de
“yersiz ve zamansız” bağımsızlık ilanı altüst etti.
Bosna-Hersek’in
nüfusunun çoğunluğunu oluşturan müslümanlar umutlarını
önce AT ve diğer uluslararası kurum ve kuruluşlara bağlamışlardı.
Cumhuriyetin bağımsızlığının tanınması için bütün şekil
şartları yerine getirilmiş ve bağımsızlık AT ve birçok
başka devletçe de tanınmıştı. Ancak kısa süre sonra
çıkan savaşta tamamen yalnız olduklarını farketmekte
gecikmediler. Savaşta Hırvatlar arkalarını Almanya’ya,
Sırplar ise Rusya üzerinden dolaylı olarak İngiltere’ye
dayamışlardı. Müslüman Boşnaklar ise yüzlerini Türkiye’ye
döndüler; ama hiçbir muhatap bulamadılar. Ve tarihin
en ağır katliamlarından birine uğradılar.
İngiltere
bu savaşta sahipsiz Boşnak unsurun kısa sürede siyasal
arenadan tasfiyesi ve Krajina’ya dek Sırp bütünlüğünün
sağlanması için elinden geleni yapmıştır. İngiliz Uluslar
Topluluğu’nun unsurlarından bu konuda yardım aldığı
da anlaşılıyor. Örneğin Saraybosna’da konuşlandırılan
BM Barış Gücü’nün başındaki Kanadalı General L. McKenzie’nin
Sırp Çetnikleri ile ilişkilerini açıkça yürüttüğü herkesçe
bilinen bir vakıa idi; bu general hakkındaki iddialar
onun Çetnik kontrolündeki Vogoşça’da işletilen Sonja’nın
Evi adlı randevuevinde seks kölesi olarak zorla çalıştırılan
Boşnak kadınlarına tecavüz ettiğine dek varmıştı. Bir
başka örnek Barışgücü komutanı General Sir Michael Rose’dur.
Rose görevindeki “başarıları” nedeniyle Sırplar tarafından
bir sanat eseriyle ödüllendirildi. Zaten Barışgücü askerlerinin
çoğu İngiliz ve Fransızlardan oluşuyordu ve onların
Boşnak sivil halkı korumakta gösterdiği “görev aşkı”
bu dönemden kalan kanlı TV görüntüleri ve katliam istatistikleriyle
tarihe geçti.
Fransızların
kısa bir tereddütten sonra Bosna-Hersek’te İngilizlerle
işbirliği yaptığı görülmüştür. Her nekadar General
Philippe Morillon gibi Srebrenica katliamının ortasına
düştükten sonra “vicdan krizi” geçirerek olayları engellemeye
çalışan kimseler görülmüşse de Bosna-Hersek’teki genel
Fransız politikası müslüman Boşnak unsuru kısa sürede
elimine etmeye yönelikti; öyle ki başka bir Fransız
General Bernard Janvier Temmuz 1995’te Srebrenica’yı
koruma görevini ihmal ve katliama göz yumma nedeniyle
resmen suçlandı.
Bosna-Hersek
faciası Fransızların yarı resmi ağızlardan Alman politikasını
şiddetle eleştirmesine de yolaçtı: General Pierre Galois
“1991’den beri ve belki daha da önceden Almanya Hırvatistan’a
İtalya, Macaristan ve Çekoslovakya üzerinden silah sağlamaktadır.
Yaklaşık 1000 kamyon, hafif silahın yanısıra uçaksavar
ve tanksavar silahlarını, cephaneyi ve yedekparçayı
oraya taşımıştır;” diyordu.
Boşnakların
talihi 1995’te ABD destekli Hırvat güçlerinin Krajina’ya
saldırması ve sonuçta 200.000’den fazla Krajinalı Sırpın
400 yıldır oturdukları topraklardan geri dönmemek üzere
göçleriyle döndü. Artık Boşnaklar Hırvatlara karşı ön
cephedeydiler, dolayısıyla gerek İngiltere gerek Fransa
tarafından çok sevileceklerdi; ama nice acı ve masum
kurbanın ölümünden sonra. Avrupa Birleşik Devletleri
fikri bu “ilk günah” ile zehirlendi; ama bu müslüman
aleminin işlediği günahı affettirmez. Yugoslavya ile
ilgili anlatacağımız tarihsel olaylar burada bitiyor.
1990’larda
AB’nin ya da o zamanki AT’nin yanıbaşında patlayan Balkanlardaki
olaylar ABD karışmazlık politikasını değiştirip müdahale
edinceye dek AT devlet adamlarının, diplomatlarının,
askerlerinin ve diğer önde gelen devlet görevlilerinin
en önemli gündem maddesini oluşturdu. Sayılamayacak
kadar çok Avrupalı kişi, kurum ve kuruluşun karıştığı
bu felaketli olaylar genel netice olarak birtek şeyi
kanıtlamıştır: Ortak bir AT dış politikası yoktur; Avrupalı
güçlerin devlet olarak ve genellikle birbirlerine karşı
güttükleri dışpolitik faaliyetler vardır; Çünkü ortada
AT adına bir siyasal varlık yoktur, bağımsız devletler
vardır ve Yugoslavya olayları AB açısından tam bir fiyaskoyla
sonuçlanmıştır.
Bu
olaylar sırasında AB çatısı altında biraraya gelmeye
çalışan Avrupalı güçlerin birbirlerine karşı tavır ve
tutumları karşı partiler tarafından unutulacak gibi
değildir. Artık AB’nin içinden Almanya’ya karşı Fransız
ve İngilizlerde ve İngiltere’ye karşı Almanlarda kolay
unutulamayacak kuşkuların oluşturduğu bir fay hattı
geçmektedir; bunların zaman zaman 2. Dünya Savaşı’nın
acı hatıralarını tekrar canlandırdığı görülmüştür ve
bu kuşkuların yerine AT çatısı altında kardeşçe bir
beraberliğin gelmesi eğer mümkünse çok zaman alacaktır.
Fransa’nın
kuşkucu tavrının yıllar sonra su yüzüne çıkışına bir
örnek 2000 yılında Nice’te toplanan AB zirvesidir. Alman
Şansölyesi Gerhard Schröder bu toplantıda bir Birleşik
Avrupa devleti anayasasının oluşturulması için çağrı
yapmış, ama Fransa’dan aldığı karşılık devletlerin tam
eşitliği zemininde bir anlaşma olmuştur. Yine de Fransa
bu “eşit devletler” prensibini Avrupa’nın gelecekte
sayıları daha da artacak küçük devletleri için işletmek
taraftarı değildir; çünkü AT doğuya doğru genişleyip
üye devletleri 20’ye 30’a çıktığı zaman karar mekanizmasındaki
ağırlığını kaybetmek istememektedir. Bu yüzden Belçika
tarafından ikiyüzlülükle suçlanmıştır.
İngiltere
ise AB’ye karşı tavrını her fırsatta dile getiren tuhaf
bir AB üyesi olarak “oyunda tutulmaya devam ediyor”.
En son ortak para birimi Euro dışında kalmaya karar
vermesi de AB tarafından sineye çekildi. Britanya’nın
gerçekten AB üyesi ve Avrupa’nın bir parçası olmak isteyip
istemediği aslında tartışma konusudur. 1990’ların popüler
İngiliz TV dizisi “Emret Bakanım” (“Yes Minister”) İngiliz
politikasını kendi kara mizahi üslubuyla ele alır. Acemi
bakan Jim Hacker birgün içişleri bakanlığından kendi
devlet bakanlığına gönderilen Euro-passport (Avrupa
pasaportu) dosyasına bir anlam veremez. Pasaport işlerinin
“içişlerinin işi” olduğunu söyleyerek müsteşarı tecrübeli
bürokrat Sir Humphrey Appleby’a dosyayı buraya göndermesini
bildirir. Sir Humphrey buna karşı çıkarak dosyayı zaten
“içişlerinin” kendilerine gönderdiğini söyler. Bunu
üzerine Bakan Hacker ve Sir Humphrey arasında şu diyalog
geçer: “Öyleyse, Avrupa işleri dışişlerinin işi; dosyayı
oraya gönder;” – “Bakanım dosyayı içişlerine sevkeden
zaten dışişleridir” – “Neler oluyor Humphrey? Bakanlıklar
bu işi yapmak istemiyor mu yoksa? Bizim bakanlığımızın
konu ile ne ilgisi var, ki bize gönderiyorlar?” – “Hayır
bakanım;” – “Ama neden Humphrey? Biz Avrupa Topluluğu’na
girmek istemiyor muyuz? Bu da onunla ilgili değil mi?”
– “Evet ve hayır bakanım, girmek istiyoruz ve istemiyoruz.”
Sir Appleby konuşmasına devamla acemi bakanını İngiliz
ebedi çıkarları açısından aydınlatır: “Bakanım, en azından
son üçyüz yıldır İngiliz dış politikası bölünmüş bir
Avrupa üzerine dayanmaktadır. Ve işte şimdi Avrupa birleşiyor.
Britanya bu işi dışarıdan durduramayacağını anladığında
dahil olmayı seçti; çünkü belki içeriden engelleyebiliriz.”
1990’larda İngilizlerin bir TV dizisiyle itiraf ettiği
bu gerçeği Fransa Cumhurbaşkanı General Charles de Gaulle,
1962’de Britanya’nın Ortak Pazar (o zamanki AB) üyeliğini
veto ettiğinde biliyordu. De Gaulle yine biliyordu ki,
“ekonomi ile bürokrasi politika ve iktidarı izler ve
bunun aksi olmaz”. Chirac’tan çok önce Adenauer ile
1963’ta ortak Pazar anlaşmalarını imzaladığında bu ortaklığın
asla bir ekonomik birlikten öteye gitmemesi gerektiğini
ve zaten gidemeyeceğini biliyordu. Anlaşmayı bu kanaatinin
verdiği gönül rahatlığı ile imzaladı; onun Fransız Cumhuriyeti’nin
egemenliği konusundaki hassasiyetini bilenler bunu takdir
eder.
Ve
şimdi de Gaulle’den 40 yıl sonra Fransa’da bir siyasi
parti lideri “Brüksel Avrupası’na inanmadığını” söyleyerek
ve Fransa’nın bağımsızlığını ön plana çıkararak Fransız
seçmeninden topladığı oylarla Cumhurbaşkanlığına ikinci
aday oldu. Le Pen iktidara hiçbirzaman gelemeyebilir,
ama Fransız kitle partileri seçemenin ilettiği mesajı
almış olmalılar. Öte yandan arkasında müttehid bir Avrupa
siyasi iradesi bulamayan Avrupa Merkez Bankası, ortak
para birimi Euro’nun değerini korumak için hiçbir ciddi
müdahale göstermediğinden Euro’nun değeri sürekli düşüyor.
Son zamanlarda Euro’nun dolar karşısında kazandığı nispi
değer artışı Dolar’ın değerinin düşmeye başlaması nedeniyledir.
Zaten Euro’yu daha fazla değer kaybetmekten son bir
yıldır ABD’nin desteğinin kurtardığı uluslararası finans
çevrelerinin bildiği bir konudur. Uluslararası spekülatör
George Soros bu gidişle “Euro’nun dağılacağı” kehanetini
yaptı bile. Onun son Asya ekonomik krizinden önceki
uyarılarını hatırlayanlar bu kehanetin yabana atılmaması
gerektiğini takdir ederler.
Yine
de, tüm bu gelişmelerin önümüze serdiği karmaşık tablo
içinde Avrupa’da giderek silüeti netleşen bir öznenin
yükselişini daha rahat farkedebiliyoruz: Almanya. Avrupa’nın
en büyük ekonomisi olan bu ülke kendi Doğu Alman bölgesinin
entegrasyonunu tamaladıktan sonra güvenle dışa yönelmiş
ve Balkanlarda şu anda AB dışında olan, ama AT’ye kabulleri
için “Almanya’ya müteşekkir” olacak birçok ülke ile
ciddi siyasi-iktisadi işbirlikleri içine girmiştir.
John Lucacs’ın da vurguladığı gibi Almanya, Polonya
ve Çekler hariç Orta ve Doğu avrupa’nın küçük ülkelerinde
kökleri tarihe inen büyük bir itibar sahibidir (Almanya’yı
sevmeyen Çekler de Çekoslovakya’nın bölünmesi ile safdışı
edilmişlerdir). Avusturya Almanca konuşan bir ülke olarak
tarihin hiçbir döneminde kendini Alman kimliği dışında
görmemiştir. Macaristan’da ve güneyde Balkanlarda Slovenya
ve Hırvatistan’ın tüm 19. y.y. yönetici elitinin Avusturya-Macaristan
tebaası olduğunu, Budapeşte ve Zagrab’de bir dönem soylular
arasında Almanca konuşulduğunu, Romanya, Bulgaristan
ve Ukrayna’dan başlayarak kuzeyde Baltık kıyısının küçük
Letonya Litvanya ve Estonya devletlerine dek birçok
küçük Orta ve Doğu Avrupa ülkesinin somut Rus ya da
soyut Komünist tehlikesine karşı ikinci Dünya Savaşı’nda
Almanya’nın yanını tuttuğunu ve ona Rus seferi için
asker verdiğini bilelim. Nihayetinde bu ülkelere Komünizm
Sovyet Kızılordusu tarafından getirildi. Oysa 2. Dünya
Savaşı’nda ve onun arifesinde bu devletlerde gönüllü
birçok Nasyonal Sosyalist hareket ortaya çıkmıştı. Bunlar
birçok yerde hükümet darbeleri de dahil çeşitli yollarla
iktidara tırmandılar ve Rusların gelişi ile bu inatçı
Doğu Avrupa Nazilerinin köklerinin kazınması gerekti.
Bundan
sonra AB’nin olası bir genişlemesi bu bölgede olacaktır
ve Almanya bu ülkeler nezdinde tarihten gelen itibarını
kullanarak pekala bir “uluslar topluluğu” oluşturabilir.
Her ulusa eşit oy hakkı isteyerek Almanya karşısında
eşitlik sağlamak isteyen Fransa Almanya çizgisinde yeralacak
bu küçük devletlerin eşit oylarına karşı AB içinde ne
yapacaktır; bunu zaman gösterecek. Bugün Almanya’dan
gelen oto yollar Avusturya üzerinden Slovenya’de Adriya
Denizi kıyısına kadar uzanmaktadır ve bu ülkelerin sınırlarını
geçerken otomobiller yavaşlamak zorunda değillerdir.
Almanya Adriya’ya dek inmiştir. Balkanların daha güneyi
insanlık tarihine geçecek kanlı olaylar ve karmaşık
dışpolitika dengeleriyle onun elinden alınmıştır. Ama
Almanya’nın kurucusu Bismarck “Balkanlar benim için
Pomeranyalı bir topçunun sağlam kemiklerinden daha değerli
değil” demiştir ve Berlin’in Adriya’ya indikten sonra
Balkanlarla daha fazla ilgilendiğine dair bir kanıt
da yoktur.
Avrupa
Birliği devam etsin ya da etmesin Almanya bugün Adriya’dadır
ve bunun anlamı Avrupa’nın kuzeyden güneye bir Alman
etki bölgesi tarafından ikiye bölündüğüdür. Avrupa’nın
Doğu-Batı yönündeki kara yolları, boru hatları ve enerji
şebekeleri bu bölgeden geçiyorlar. Dolayısıyla Batı
Avrupa ekonomileri Rusya’dan gelecek doğalgaz ve petrol
boru hatları için başka bir rota olmadıkça Almanya ile
iyi geçinmek zorunda kalacaklardır. Böylece Almanya
Ortaçağ’ın Kutsal Roma Germen İmparatorluğu’na ya da
1. Reich hedeflerine varmış olacaktır.
Hıristiyan
dünyanın büyük bölümünü yüzyıllarca yönetmiş bu büyük
Katolik devlet, din kardeşi Katolik Fransa’dan papaz
ve devlet adamı Kardinal Richlieu’nün entrikalarıyla
yıkıldı. Richlieu bugün bir kahraman olarak anılmaz,
ne de olsa entrikaları nedeniyle 30 Yıl Savaşları çok
uzamış ve, Katolik olsun Protestan olsun, muazzam Hıristiyan
kanı akmıştı; ama Fransa Habsburglar tarafından yutulmamış
ve bekasını korumuşsa bu onun sayesindedir. Kimbilir,
belki birgün Fransa bekası için Le Pen’e ya da onun
takipçilerine çok şey borçlu olacaktır...
Türkiye’ye
gelince... AB ya da Almanya ile ilişkilerinin kendine
hayrı için ümidimiz, İstanbul’a gönderdikleri silah
ve mühimmat vagonlarının üzerine adres olarak “Enverland”
yazan Almanlarla Osmanlının içine düştüğü ilişkilerden
bir ders alınmış olmasındadır.
Faydalanılan
kaynaklar:
Bosna-Hersek
ve Postmodern Ortaçağ’a Giriş, M. Murat Taşar, Burhan
Metin, Altay Ünaltay, Birleşik Yay. İst., 1996
Büyük
Dönüşüm, Karl Polanyi, Alan Yay., İst., 1986
Yirminci
Yüzyılın ve Modern Çağın Sonu, John Lukacs, Sabah Yay.,
İst., 1993
http://derinanadolu.tripod.com/01-01-31-avrupa-birligi.htm
http://www.execpc.com/~pvmiii/bosnia/yugodgst/yd951209.html
http://www.infoplease.com/ce6/history/a0858055.html
http://www.intellectbooks.com/europa/number1/pedley.htm
http://www.phill.co.uk/comedy/yesmin/index.html
http://www.russian-news.com/archive/121997/msg01761.html
http://www.time.com/time/europe/eu/magazine/0,9868,168092,00.html
http://www.wpb.be/doc/doc/1may93.htm
|