KAPAK
EROL GÖKA
 

AB EKSENLİ FANATİZMİN PSİKOLOJİSİ

İLLE DE!... ASLA!..

 
AB tartışmaları sırasında gördüğümüz ve tartışmaların sağlıklı bir zeminde ilerleyebilmesi için mutlaka netleştirilmesi gereken sorun alanlarından birisi de, “Türkiye’nin kendine özgü nitelikleri”nin gözden kaçırılmasıdır.
AB-Türkiye ilişkilerinin iki taraf için de  netameli seyri, bugüne kadar sorunu yalnızca siyasal, ekonomik ve jeo-stratejik boyutlara sıkıştıran karar vericiler pek fark edemeseler de, ciddi bir psikolojik değerlendirmeyi hak ediyor. İki tarafı, iki kişi olarak somutlaştırmış olsaydık, bir diyalogun nasıl olmaması gerektiğiyle ilgili öğrencilere derslerde anlatılacak cinsten yığınla açık örnek gösterebilirdik. Örneğin özellikle Helsinki sonrası AB tarafının Türkiye’ye “dersini iyi çalış, istenilenleri yap öyle gel” tutumunun nasıl bir rol dayatması, psikolojinin diliyle konuşacak olursak “yansıtmalı özdeşim” (projective identification) düzeneği içerdiğini, bu sözüm ona “iyi niyetli baba tutumu”nun ileride nasıl sorunlara yol açacağını görmemek için psikolojiyle ilgili tam bir körlük içinde olmak gerekir. Bu yazıda, AB-Türkiye ilişkilerinin psikolojik boyutuna bir girizgah oluşturabilmek amacıyla, AB hakkında Türkiye tarafındaki toplumsal tutumların ardındaki psikolojik durumu,  kabaca ele almaya çalışacağız.

AB ile ilgili toplumsal tutumlara dair ortalıkta birçok kamuoyu araştırması dolanıyor. Beşeri bilimlerdeki ampirik yöntemin eleştirilerine bir de, konjonktürden kaynaklanan güç mücadeleleri ve toplum mühendisliği faaliyetleri karışınca, toza toprağa bulanmış bu araştırmalar iyice güvenilirliklerini yitiriyor. Böyle durumlarda toplumsal tutumları değerlendirebilmek için “söylem analizi” dışında elimizde tutarlı bir yöntem kalmıyor. Bahsettiğimiz söylem analizi, AB hakkında kamusal alanda (medyada, ikili ve/veya çoklu diyaloglarda) dolaşımda olan fikirlerin adeta fotoğrafını çekmek, bu fotoğrafta görülenleri, niceliksel yoğunluklarını da dikkate alarak ana öğelerine ayrıştırmak ve bunun üzerine bir analize girişmek anlamı taşıyor.

Ne ki okuyucuyu bıktırma riskini alma pahasına söylemeliyiz: AB hakkındaki toplumsal tutumlarla ilgili bir söylem analizine girişmenin de bazı güçlükleri var. Birçok başka neden daha sayılabilir ama asıl güçlükler iki noktada odaklaşıyor. Bunlardan birincisi, “yeni dünyayı eski kelimelerle açıklama”ya çalışmaktan, diğeri ise “tarihselliğin ve kendine özgülüğün ihmali”nden kaynaklanıyor. AB hakkındaki tüm söylemleri büyük ölçüde etkileyen bu güçlük noktalarının ortaya çıkmasında, bizzat “söylem savaşları”nın bir rolü olduğu ileri sürülebilir (AB yanlılarının diğerlerini “dünyadaki gelişmeleri takip etmekten uzak eski kafalı, üçüncü sınıf aydın” gibi temalarla, AB karşıtlarının AB yanlısı aydınları “emperyalistlerin ajanlığıyla ve ihanetle” suçlaması gibi ideolojik dalaşmalara) şöyle bir bakıldığında, bu gözlem doğrudur da. Ama biz nedenler hakkındaki tartışmanın bir yarar getirmeyeceğini, nedenleri ne olursa olsun AB hakkındaki söylem analizi alanında, daha alana ayak basar basmaz karşımıza çıkan böyle bir güçlükler fenomeni bulunduğunu söylemekle yetineceğiz ve aslında böylece her iki tarafın birbirlerini suçlamalarında belli bir (haklılık olmasa da) gerçeklik payı olduğunu baştan kabul etmiş olacağız.

AB hakkındaki toplumsal tutumlar alanında konuşurken bir gazetecinin ve siyasetçinin analizinden çok daha fazla nesnellik ve öngörülebilirlik kaygısı gözettiğimizi ama bu kaygının bizim söylediklerimize de “bilimsellik” payesi verdirecek bir yetkinlikte olmadığını böylece ifade etmeye çalıştıktan sonra artık, biraz ferahlamış bir biçimde, konumuza geçebiliriz. Önce şu güçlük noktalarını ele almalıyız.

‘KELİMELER KİFAYETSİZ’

Nirvana hayranı, Gençlerbirliği taraftarı, yeni yetme, meraklı oğlum Avrupa Birliği’ne insanların neden karşı çıktığını sorunca anlatmaya başladım. O, hemen şu sonuçlara vardı: Gümrük Birliği=Kapitülasyon; Avrupa Birliği=Mandacılık... Hay Allah, ben tam da bunları söylemek istememiştim ama AB karşıtı cephe ben ne demek istediğimi anlatamadıkça “iyi bir militan” daha kazanmıştı. Anlatamıyordum, çünkü konuşma, tuhaf bir bilgisayar oyunu gibi, her kelimede kendisini kilitliyordu.

Sözün bittiğinin söylendiği zor günlerde yaşıyoruz. Zorlukların en büyüğü de, dünyanın yeni ama bizim kelimelerimizin eski oluşundan kaynaklanıyor. İnsanlık tarihi, işgaller, sömürgeciler, mandacılar ya da direnişçiler, kimliklerini kıskançlıkla koruyanlar ya da ihanetler görmüştü ama “Birleşik Avrupa” ideali gibi bir kimlik-ötesi ütopyanın bilinçli bir tercih haline gelmesiyle ilk kez karşılaşılıyordu.

AB’nin üye ulus-devletlerin görece özerk olduğu, federal bir yapıya mı; yoksa Almanya’nın ve bir ölçüde Fransa’nın alttan alta dillendirmeye çalıştıkları gibi, beraberliklerini derinleştirerek bir “ana çekirdek” ya da “merkez halka”da birleşen bazı kurucu devletlerin hegemonyasında bir “süper ulus-devlet”e mi dönüşeceği konusunda henüz  belirgin bir yönelim yok. AB’nin geleceğini belirleyecek hangi entegrasyon modeli benimsenirse benimsensin, Birlik, farklı etnisiteleri, farklı kültürleri tek bir hukuk düzeni içinde bir arada tutabilmek için yeni bir hoşgörü düzeni bulmak zorunda. Birlik fikri ne kadar başarılı olursa, topluluk o kadar belli bir toprak parçasına güçlü bağlılık duymayan, coğrafi bakımdan dağınık, çok sayıda azınlık barındıran bir göçmen toplumuna benzemek, tüm üye ülkelere çok-kültürcülüğün sorunlarını yaşatmak durumunda kalacak. Bunlar, bilinen ve herkesin kabul ettiği gerçekler. Kaldı ki AB’nin ne yöne gideceğinin, yalnızca Avrupa’da üretilecek düşünce ve Avrupa kürsülerinde yapılacak tartışmalarla belirlenemeyeceği; bu yönelimde, daha ziyade jeo-strateji mücadelelerinin sonucunda ortaya çıkacak uluslararası konjonktürün söz sahibi olacağı da biliniyor. Örneğin her iki taraf da “Kopenhag kriterleri”ni tam karşılayan yasaları hemen bugün çıkarsak, ertesi gün de “Hıristiyan” olmaya karar versek AB’nin bizi 10 yıldan önce içine almayacağı, “kapıda bekletme ama ellere de vermeme” siyasetini sürdüreceğini pekala biliyor.

Tüm bunlar ve daha birçok şey bilinmektedir bilinmesine ama çoğu kez yaptığımız gibi, kendi bilgimizi görmezden gelerek içine daldığımız kısır bir AB’e “evet” ya da “hayır” çekişmesi artan bir ivmeyle sürüp gidiyor. Çünkü AB fikriyle birlikte zihinlerimiz yepyeni bir durumun “meydan okuma”sına maruz kalmıştır. “Meydan okuma” diyorum zira AB fikri, “NATO’ya katılalım mı?, Kore’ye ya da Afganistan’a asker gönderelim mi?” gibi basit konjonktürel politikalardan çok ama çok farklı; ütopik bir boyutu var ve tüm ütopyalar gibi hepimizin gönlünü çelen, hepimizin zihinsel topografyasında derin izler bırakacak bir etkiye sahip. AB fikriyle birlikte, insan-varlığının gönüllü bir biçimde geleneksel kimliklerinden kurtulup kurtulamayacağı, tüm kültürel farklılıklar alabildiğine özgürce serpilip gelişirken insan olmaktan kaynaklanan evrensel bir dayanışma ruhuyla hareket etmenin mümkün olup olmadığı sorusu gündeme geliyor otomatik olarak. Hiçbir “özgür” bilinç, bu soruya cevap vermekten kaçamaz;  AB fikriyle karşılaşan herkes, bu meydan okumaya bir cevap üretmek zorunda hissetmektedir kendisini. Hele hele yıllardır “Avrupalılaşma”nın hikmetleriyle ilgili ninnilerle büyümüş nesiller hiç kaçamaz bu sorudan. Bu nedenle AB fikrinin sunuluş biçimi bile, “evet” ya da “hayır” dayatmasını, içinden çıkılamayacak bir paradoksu aynı anda üretiyor.

Böyle bir “ütopyanın meydan okuması” diyebileceğimiz hale en yakın bir durumu, insanlık aslında “Sovyetler Birliği” deneyiyle yaşadı; zihinlerimiz, “Sınıf mücadelesini ve etnik kargaşayı bastırabilen bir dayanışma mümkün müdür?” sorusuna maruz kaldı. Bugün hatırlamak istemediğimiz Sovyet yıkıntısının kötü görüntülerinden kaçabilmek ve bu soruya cevap verirken ne kadar zorlandığımızı belleğimizin en dipsiz köşelerine attık. Oysa Sovyetler Birliği deneyini hatırlayabilsek AB ütopyasının meydan okuması karşısında çaresiz kalmış zihinlerimize yardım edebilecek neler neler bulacağız ama insan tuhaf bir varlık, hatırlamak istemeyince hatırlamıyor. Elbette Sovyetler Birliği ve Avrupa Birliği benzerliğini çok büyük bir ustalıkla gözlerden gizleyen teorisyenlere de haklarını vermek gerekli. Ve şu tarihin ironisine (kaderin cilvesi demeliydik galiba) bakın ki, ülkemizde olduğu gibi çoğu ülkede de AB teorisyenleri, yirmi yıl öncesinin sol teorisyenleri....

TÜRKİYE’NİN SEÇİMİNİN  VE TÜRKLERİN TUTUMLARININ ÖZGÜNLÜĞÜ

AB tartışmaları sırasında gördüğümüz ve tartışmaların sağlıklı bir zeminde ilerleyebilmesi için mutlaka netleştirilmesi gereken sorun alanlarından birisi de, “Türkiye’nin kendine özgü nitelikleri”nin gözden kaçırılmasıdır. Oysa bu “kendine özgülük” noktası gerçekten de çok önemlidir; eğer kendine özgülüğün sınırları, felsefenin, tarihin, beşeri bilimlerin ve toplumsal psikolojinin donanımıyla doğru düzgün çekilmezse, bazı tartışmalar bir çözüm getirmek yerine hani neredeyse “fazla ellenmekten kurtlanacak”tır. Türkiye’nin İslam ülkesi olması ve Avrupa ideallerinin Türk ve Müslümanların “öteki”leştirilmesi üzerine yükselmesi gibi nedenlerle asla AB’ye alınmayacağı hakkında tezler ve karşı-tezler; Türkiye’nin AB’e katılımı için gerekli ölçütleri yerine getirmesinin yol açacağı korku ve kaygılar konusundaki tartışmalar, bu nedenle çoktan beri tartışma olmaktan çıkmış kurtlanmaya başlamıştır.

Türkiye, tarihiyle, kültürüyle, özlemleri, hırsları, korkuları ve kaygılarıyla kendine özgü bir “monad”tır. Elbette bu “monad”ta yaşayanlar da insandır ve insanlığın evrensel ideallerine katılma konusunda da arzuları, talepleri vardır. Ama bu iki farklı “monad”ın (AB’i oluşturan ülkelerin ne ölçüde yekpare bir monad oldukları konusundaki çetin tartışmayı bir süre için askıya alalım) karşılaşması için, “Nasılsa hepimiz insan değil miyiz, şu kendinize özgülükler konusunda ısrar etmekten vazgeçin ya da siz hele bir katılın, nasıl olsa kendine özgülükler de Avrupa’nın demokratik hoşgörü ortamında bir yer bulurlar” şeklindeki iyi niyetli dayatmalar yetmez. Bir süredir “Kim girmek istedi! Kim almak istiyor!” diye başlayan “ilk günah”ı işleyeni bulma gibi saçma bir amacın yol açtığı çekişme ve gerilim söylemlerinin kurtlanması da bu nedenledir. İki monad’ın bir araya gelmesi, karşılıklı iyi niyete dayalı bir “anlayıcı ufuk kaynaşması” şeklinde olmayınca, politik karar vericilerin yol açtığı kurtlanma ve kokuşmuşluk, hızla halk katmanlarına doğru sirayet etmektedir. Galiba bu yüzden yakında AB ve Türkiye tarafındaki halkın ne düşündüğüyle ilgili araştırmaları, sözleri daha çok duyacağız. İlk bakışta “Ne iyi, halkın sesine de kulak verilen demokratik bir tutum gelişiyor nihayet!” gibi bir hava verse de bu “zorunlu demokratik dönüşüm” aslında her iki tarafın da beceriksizliğinin halka yansıtılmış olmasından başka bir şey değil!

Peki, daha önce sözünü ettiğimiz “söylem analizi” yöntemiyle bakalım halk katında neler oluyor?

ÜÇ YOLDAN HANGİSİ?

AB hakkındaki toplumsal tutumları araştırmak için söylemlerin genel fenomenolojik görüntüsüne bakıldığında, üç farklı alanda öbekleştikleri görülüyor: a) “Ne pahasına olursa olsun AB’e girmeliyiz” diyen ‘teslimiyetçiler’,   b) “Ne pahasına olursa olsun AB’e girmemeliyiz” diyen içe-kapanmacılar, c) “Girmek iyi olabilir ama veremeyeceğimiz ödünler isteniyorsa girmemek gerekir” diyen sağduyu çizgisi... Bazıları soruları düzenleme, sorma, değerlendirme teknikleri açısından komiklik düzeyinde hatalar sergilese bile kamuoyu araştırmalarının sonuçları da aşağı yukarı böyle bir görünüm olduğunda birleşiyorlar ama bizden farklı olarak onların derdi hangi  çizginin ne kadar insanı etkilediği noktasında. Oysa bu çizgilerin en az nicelikleri kadar nasıl oluştukları da önemli.

Kolay anlaşılırlık açısından, psikolojik indirgemecilik riskini göze alarak ve henüz başka türlü daha iyi ifade edebileceğimiz kavramlar bulamadığımız için bazı psikiyatrik kavramları bile bile suistimal ederek, teslimiyetçilere, telkine yatkınlık ve bağımlılık arayışları nedeniyle “histrionik”, içe-kapanmacılara ise şüphecilik ve ütopyaya sığınan fanatizmleri nedeniyle “paranoya” çizgileri diyebiliriz ki bunların toplam yekunu, HADEP’in Kürt vatandaşların tercihleri üzerinde yarattığı yoğun siyasal sise ve AB lehine yapılagelen medya bombardımanına rağmen %30’u geçmemektedir. Sağduyu çizgisi, hala kahir ekseriyeti oluşturmaktadır. Ekonomik kriz yaşayan, etnik ve dinsel fay hatlarının üzerinden (değişik vesilelerle de olsa) birçok farklı kesim tarafından birçok kez geçilerek “zedelenebilir” bir hale getirilen bir ülkede AB’nin ekonomik ve siyasal getiriler açısından sağlayacakları konusunda olağanüstü bir propaganda bombardımanına rağmen sağduyu çizgisinin nasıl olup da bu kadar belirgin bir yoğunlukta kaldığı, gerçekten ilginç bir durum olarak karşımıza çıkmakta ve çok ciddi bir dikkati hak etmektedir. Ama bunu sonraya bırakmak zorundayız. Şimdi AB hakkında üç farklı söylem alanı şeklinde tezahür eden toplumsal tutumların psikolojisi hakkında söz almak istiyoruz. “Histrionik”, “paranoya” ve “sağduyu” adını verdiğimiz çizgilerin her birinin psikolojik niteliklerinin ayrıntılı özellikleriyle ilgili birçok şey söylenebilir. Bunu da bu yazıda yap(a)mayacağız. Yapmak istediğimiz şey, daha ziyade bu üç farklı toplumsal tutumun şimdiye kadar herkesin odaklanmış olduğu siyasal ve ekonomik açıklama tarzlarından ayrı bir psikolojik açıklama tarzının da olduğunu göstermeyi denemektir. 

Aslında grup davranışı literatürüne bir göz atıldığında toplumumuzun kendisi için hayati, dolayısıyla yüksek düzeyde kaygı üretici olan bir sorunda, böylesine üç farklı eğilim sergilemesi hiç de tesadüfi değil. Hatta tam tersine şimdiye kadar küçük gruplar üzerinde yapılan çalışmaların ve gözlemlerin, “ulus” gibi büyük gruplar için de geçerli olduğunun çok tipik bir işareti var toplumuzun bu tutumunda.

Küçük grup çalışmalarından artık biliyoruz ki, küçük gruplar yüksek düzeyde kaygı yaratan bir sorunla karşılaştıklarında tam da Türkiye’nin AB karşısındaki tutumlarına benzer eğilimler göstermektedirler. Grubun bir marjında bağımlı ve teslimiyetçi bir eğilim gelişirken, diğer marjda şüpheci ve saldırgan, düzensiz bir savaşa hazırlanan bir eğilim ortaya çıkmakta; ortada ise grubun içindeki yeni umudu taşıyanlar, kendi içlerinden birilerinin çıkıp gruplarını selamete ulaştıracağını düşünenler yer almaktadır. Ama bu kadar basit bir anlatıma dayanarak sanılmasın ki, her zaman böyle “öz-güven ve sağduyu” kazanır! Öbekleşme olarak anlattığımız bu özellikler, aslında her bireyin kendi zihninde taşıdığı eğilimlerdir; dolayısıyla bu üç özellik, her bireyin zihninde varolan akışların karşılıklı birbirlerini etkilemesi sonucu, grup-davranışı (toplumsal tutum) şeklinde tezahür eden gel-git hareketleridir; kimi zaman birisi kimi zaman diğeri daha öne çıkabilir. Neden böyle oluyor, kaygı yaratan durumlarla karşılaştıklarında insan grupları bu üç yola başvuruyorlar ve üstelik her bir durumda farklı tercihler yapabiliyorlar? Değişik teoriler öne sürülebilir ama kesin olarak bilmiyoruz. Yalnızca onları mı, grup-davranışlarıyla topluluk ve lider(lik) tipleri arasındaki ilişkiyi de bilmiyoruz. Şimdilik bildiğimiz, grup-davranışının bu üç varsayımsal işleyişe göre şekillendiği ve sürekli değişken bir karakter sergilediği... 

Bu nedenle, her ne kadar siyasal jargon ve ideolojik mücadele gereği çok sık söyleniyorsa da, psikolojik boyutu hesaba katan bilimsel bir değerlendirmeye göre, teslimiyetçilere “hainlerin ihanet çizgisi”, içe-kapanmacılara “dünyayı tanımayan ahmakların çizgisi” demek mümkün değildir. Çünkü ortada sürekli hareket halinde olan dinamik bir grup tutumu vardır; bugün teslimiyetçi olan yarın tam tersine içe-kapanmacı olabilir; bugün genelde hakim olan sağduyu çizgisi  yarın yerini paranoyanın “vur-kaç” savaşlarına bırakabilir. Ulusal Kurtuluş ve Cumhuriyet tarihimize bir bakın, bu üç çizgi arasındaki sürekli yer değiştirmeleri hep göreceksiniz. Bu kadar “ihanet”, “hain”, “dönek” temalarının içine batmamızda da grup dinamiklerinin bu diyalektik işleyişinin payı çok büyük.

Anlayabildiğimiz kadarıyla, bu üç çizgi arasındaki söylem savaşlarının tüm nedeni de zaten her bir çizginin diğerleri üzerinde hakimiyet sağlamayı, yani kendisini grubun ortak tutumu haline getirmeyi amaçlamış olmasıdır. Yani söylem savaşları, birçoklarının sandığı gibi yalnızca dışarıdaki düşmanların oyunları ve kışkırtmaları yüzünden değildir bizzat grup davranışının neden olduğu dinamikler yüzündendir ve hatta her birimizin içinde vardır bu dinamikler. “Dış etken” bu iç dinamikler arasındaki mücadeleyi kendi istediği yöne doğru akıtmaya çalışarak sürece müdahil olabilir olsa olsa. Kısacası “Birileri AB’nin elini kolunu bağlasa ve Türkiye’deki tüm faaliyetlerini engellese bile, biz yine de şöyle ya da böyle bu üç eğilimi gösterecektik” demek istiyoruz.

AB hakkında tutarlı bir politika izlemenin en birinci şartı, bu nedenle, eğilimlerin birbirlerine saygı göstererek mücadele etmesinin gerektiğidir. Her şeyi bir yana bırakıp AB’i insanlığın bir bölümünün uğruna çaba gösterdiği “iyi niyetli bir ideal” olarak görsek bile, bir gün bu idealin gerçekleşmemesi halinde (ki insanlık tarihi hayal kırıklıklarıyla doludur!) “biz bize” kalacağımızı unutmamamız gerekir. Ve bir de kendimize, kendi varlığımıza olan saygı ve özenin grubumuza, grup-varlığımıza olan saygı ve özenden ayrılmayacağını....

yazikonusu-Kapak
 
BU YAZIYA GÖRÜŞ BİLDİR


   


Yarın imzalı yazılar dergiyi diğer yazılar yazarlarını bağlar.
Kaynak gösterilmeden alıntı yapılamaz. Dergimiz basın ahlak ilkelerine uymayı taahüt eder. Yarın 2002 ©