|
AB
tartışmaları sırasında gördüğümüz ve
tartışmaların sağlıklı bir zeminde ilerleyebilmesi
için mutlaka
netleştirilmesi gereken sorun alanlarından
birisi de, “Türkiye’nin kendine özgü
nitelikleri”nin gözden kaçırılmasıdır. |
|
|
AB-Türkiye
ilişkilerinin iki taraf için de netameli seyri, bugüne
kadar sorunu yalnızca siyasal, ekonomik ve jeo-stratejik
boyutlara sıkıştıran karar vericiler pek fark edemeseler
de, ciddi bir psikolojik değerlendirmeyi hak ediyor.
İki tarafı, iki kişi olarak somutlaştırmış olsaydık,
bir diyalogun nasıl olmaması gerektiğiyle ilgili öğrencilere
derslerde anlatılacak cinsten yığınla açık örnek gösterebilirdik.
Örneğin özellikle Helsinki sonrası AB tarafının Türkiye’ye
“dersini iyi çalış, istenilenleri yap öyle gel” tutumunun
nasıl bir rol dayatması, psikolojinin diliyle konuşacak
olursak “yansıtmalı özdeşim” (projective identification)
düzeneği içerdiğini, bu sözüm ona “iyi niyetli baba
tutumu”nun ileride nasıl sorunlara yol açacağını görmemek
için psikolojiyle ilgili tam bir körlük içinde olmak
gerekir. Bu yazıda, AB-Türkiye ilişkilerinin psikolojik
boyutuna bir girizgah oluşturabilmek amacıyla, AB hakkında
Türkiye tarafındaki toplumsal tutumların ardındaki psikolojik
durumu, kabaca ele almaya çalışacağız.
AB
ile ilgili toplumsal tutumlara dair ortalıkta birçok
kamuoyu araştırması dolanıyor. Beşeri bilimlerdeki ampirik
yöntemin eleştirilerine bir de, konjonktürden kaynaklanan
güç mücadeleleri ve toplum mühendisliği faaliyetleri
karışınca, toza toprağa bulanmış bu araştırmalar iyice
güvenilirliklerini yitiriyor. Böyle durumlarda toplumsal
tutumları değerlendirebilmek için “söylem analizi” dışında
elimizde tutarlı bir yöntem kalmıyor. Bahsettiğimiz
söylem analizi, AB hakkında kamusal alanda (medyada,
ikili ve/veya çoklu diyaloglarda) dolaşımda olan fikirlerin
adeta fotoğrafını çekmek, bu fotoğrafta görülenleri,
niceliksel yoğunluklarını da dikkate alarak ana öğelerine
ayrıştırmak ve bunun üzerine bir analize girişmek anlamı
taşıyor.
Ne
ki okuyucuyu bıktırma riskini alma pahasına söylemeliyiz:
AB hakkındaki toplumsal tutumlarla ilgili bir söylem
analizine girişmenin de bazı güçlükleri var. Birçok
başka neden daha sayılabilir ama asıl güçlükler iki
noktada odaklaşıyor. Bunlardan birincisi, “yeni dünyayı
eski kelimelerle açıklama”ya çalışmaktan, diğeri ise
“tarihselliğin ve kendine özgülüğün ihmali”nden kaynaklanıyor.
AB hakkındaki tüm söylemleri büyük ölçüde etkileyen
bu güçlük noktalarının ortaya çıkmasında, bizzat “söylem
savaşları”nın bir rolü olduğu ileri sürülebilir (AB
yanlılarının diğerlerini “dünyadaki gelişmeleri takip
etmekten uzak eski kafalı, üçüncü sınıf aydın” gibi
temalarla, AB karşıtlarının AB yanlısı aydınları “emperyalistlerin
ajanlığıyla ve ihanetle” suçlaması gibi ideolojik dalaşmalara)
şöyle bir bakıldığında, bu gözlem doğrudur da. Ama biz
nedenler hakkındaki tartışmanın bir yarar getirmeyeceğini,
nedenleri ne olursa olsun AB hakkındaki söylem analizi
alanında, daha alana ayak basar basmaz karşımıza çıkan
böyle bir güçlükler fenomeni bulunduğunu söylemekle
yetineceğiz ve aslında böylece her iki tarafın birbirlerini
suçlamalarında belli bir (haklılık olmasa da) gerçeklik
payı olduğunu baştan kabul etmiş olacağız.
AB
hakkındaki toplumsal tutumlar alanında konuşurken bir
gazetecinin ve siyasetçinin analizinden çok daha fazla
nesnellik ve öngörülebilirlik kaygısı gözettiğimizi
ama bu kaygının bizim söylediklerimize de “bilimsellik”
payesi verdirecek bir yetkinlikte olmadığını böylece
ifade etmeye çalıştıktan sonra artık, biraz ferahlamış
bir biçimde, konumuza geçebiliriz. Önce şu güçlük noktalarını
ele almalıyız.
‘KELİMELER
KİFAYETSİZ’
Nirvana
hayranı, Gençlerbirliği taraftarı, yeni yetme, meraklı
oğlum Avrupa Birliği’ne insanların neden karşı çıktığını
sorunca anlatmaya başladım. O, hemen şu sonuçlara vardı:
Gümrük Birliği=Kapitülasyon; Avrupa Birliği=Mandacılık...
Hay Allah, ben tam da bunları söylemek istememiştim
ama AB karşıtı cephe ben ne demek istediğimi anlatamadıkça
“iyi bir militan” daha kazanmıştı. Anlatamıyordum, çünkü
konuşma, tuhaf bir bilgisayar oyunu gibi, her kelimede
kendisini kilitliyordu.
Sözün
bittiğinin söylendiği zor günlerde yaşıyoruz. Zorlukların
en büyüğü de, dünyanın yeni ama bizim kelimelerimizin
eski oluşundan kaynaklanıyor. İnsanlık tarihi, işgaller,
sömürgeciler, mandacılar ya da direnişçiler, kimliklerini
kıskançlıkla koruyanlar ya da ihanetler görmüştü ama
“Birleşik Avrupa” ideali gibi bir kimlik-ötesi ütopyanın
bilinçli bir tercih haline gelmesiyle ilk kez karşılaşılıyordu.
AB’nin
üye ulus-devletlerin görece özerk olduğu, federal bir
yapıya mı; yoksa Almanya’nın ve bir ölçüde Fransa’nın
alttan alta dillendirmeye çalıştıkları gibi, beraberliklerini
derinleştirerek bir “ana çekirdek” ya da “merkez halka”da
birleşen bazı kurucu devletlerin hegemonyasında bir
“süper ulus-devlet”e mi dönüşeceği konusunda henüz
belirgin bir yönelim yok. AB’nin geleceğini belirleyecek
hangi entegrasyon modeli benimsenirse benimsensin, Birlik,
farklı etnisiteleri, farklı kültürleri tek bir hukuk
düzeni içinde bir arada tutabilmek için yeni bir hoşgörü
düzeni bulmak zorunda. Birlik fikri ne kadar başarılı
olursa, topluluk o kadar belli bir toprak parçasına
güçlü bağlılık duymayan, coğrafi bakımdan dağınık, çok
sayıda azınlık barındıran bir göçmen toplumuna benzemek,
tüm üye ülkelere çok-kültürcülüğün sorunlarını yaşatmak
durumunda kalacak. Bunlar, bilinen ve herkesin kabul
ettiği gerçekler. Kaldı ki AB’nin ne yöne gideceğinin,
yalnızca Avrupa’da üretilecek düşünce ve Avrupa kürsülerinde
yapılacak tartışmalarla belirlenemeyeceği; bu yönelimde,
daha ziyade jeo-strateji mücadelelerinin sonucunda ortaya
çıkacak uluslararası konjonktürün söz sahibi olacağı
da biliniyor. Örneğin her iki taraf da “Kopenhag kriterleri”ni
tam karşılayan yasaları hemen bugün çıkarsak, ertesi
gün de “Hıristiyan” olmaya karar versek AB’nin bizi
10 yıldan önce içine almayacağı, “kapıda bekletme ama
ellere de vermeme” siyasetini sürdüreceğini pekala biliyor.
Tüm
bunlar ve daha birçok şey bilinmektedir bilinmesine
ama çoğu kez yaptığımız gibi, kendi bilgimizi görmezden
gelerek içine daldığımız kısır bir AB’e “evet” ya da
“hayır” çekişmesi artan bir ivmeyle sürüp gidiyor. Çünkü
AB fikriyle birlikte zihinlerimiz yepyeni bir durumun
“meydan okuma”sına maruz kalmıştır. “Meydan okuma” diyorum
zira AB fikri, “NATO’ya katılalım mı?, Kore’ye ya da
Afganistan’a asker gönderelim mi?” gibi basit konjonktürel
politikalardan çok ama çok farklı; ütopik bir boyutu
var ve tüm ütopyalar gibi hepimizin gönlünü çelen, hepimizin
zihinsel topografyasında derin izler bırakacak bir etkiye
sahip. AB fikriyle birlikte, insan-varlığının gönüllü
bir biçimde geleneksel kimliklerinden kurtulup kurtulamayacağı,
tüm kültürel farklılıklar alabildiğine özgürce serpilip
gelişirken insan olmaktan kaynaklanan evrensel bir dayanışma
ruhuyla hareket etmenin mümkün olup olmadığı sorusu
gündeme geliyor otomatik olarak. Hiçbir “özgür” bilinç,
bu soruya cevap vermekten kaçamaz; AB fikriyle karşılaşan
herkes, bu meydan okumaya bir cevap üretmek zorunda
hissetmektedir kendisini. Hele hele yıllardır “Avrupalılaşma”nın
hikmetleriyle ilgili ninnilerle büyümüş nesiller hiç
kaçamaz bu sorudan. Bu nedenle AB fikrinin sunuluş biçimi
bile, “evet” ya da “hayır” dayatmasını, içinden çıkılamayacak
bir paradoksu aynı anda üretiyor.
Böyle
bir “ütopyanın meydan okuması” diyebileceğimiz hale
en yakın bir durumu, insanlık aslında “Sovyetler Birliği”
deneyiyle yaşadı; zihinlerimiz, “Sınıf mücadelesini
ve etnik kargaşayı bastırabilen bir dayanışma mümkün
müdür?” sorusuna maruz kaldı. Bugün hatırlamak istemediğimiz
Sovyet yıkıntısının kötü görüntülerinden kaçabilmek
ve bu soruya cevap verirken ne kadar zorlandığımızı
belleğimizin en dipsiz köşelerine attık. Oysa Sovyetler
Birliği deneyini hatırlayabilsek AB ütopyasının meydan
okuması karşısında çaresiz kalmış zihinlerimize yardım
edebilecek neler neler bulacağız ama insan tuhaf bir
varlık, hatırlamak istemeyince hatırlamıyor. Elbette
Sovyetler Birliği ve Avrupa Birliği benzerliğini çok
büyük bir ustalıkla gözlerden gizleyen teorisyenlere
de haklarını vermek gerekli. Ve şu tarihin ironisine
(kaderin cilvesi demeliydik galiba) bakın ki, ülkemizde
olduğu gibi çoğu ülkede de AB teorisyenleri, yirmi yıl
öncesinin sol teorisyenleri....
TÜRKİYE’NİN
SEÇİMİNİN VE TÜRKLERİN TUTUMLARININ ÖZGÜNLÜĞÜ
AB
tartışmaları sırasında gördüğümüz ve tartışmaların sağlıklı
bir zeminde ilerleyebilmesi için mutlaka netleştirilmesi
gereken sorun alanlarından birisi de, “Türkiye’nin kendine
özgü nitelikleri”nin gözden kaçırılmasıdır. Oysa bu
“kendine özgülük” noktası gerçekten de çok önemlidir;
eğer kendine özgülüğün sınırları, felsefenin, tarihin,
beşeri bilimlerin ve toplumsal psikolojinin donanımıyla
doğru düzgün çekilmezse, bazı tartışmalar bir çözüm
getirmek yerine hani neredeyse “fazla ellenmekten kurtlanacak”tır.
Türkiye’nin İslam ülkesi olması ve Avrupa ideallerinin
Türk ve Müslümanların “öteki”leştirilmesi üzerine yükselmesi
gibi nedenlerle asla AB’ye alınmayacağı hakkında tezler
ve karşı-tezler; Türkiye’nin AB’e katılımı için gerekli
ölçütleri yerine getirmesinin yol açacağı korku ve kaygılar
konusundaki tartışmalar, bu nedenle çoktan beri tartışma
olmaktan çıkmış kurtlanmaya başlamıştır.
Türkiye,
tarihiyle, kültürüyle, özlemleri, hırsları, korkuları
ve kaygılarıyla kendine özgü bir “monad”tır. Elbette
bu “monad”ta yaşayanlar da insandır ve insanlığın evrensel
ideallerine katılma konusunda da arzuları, talepleri
vardır. Ama bu iki farklı “monad”ın (AB’i oluşturan
ülkelerin ne ölçüde yekpare bir monad oldukları konusundaki
çetin tartışmayı bir süre için askıya alalım) karşılaşması
için, “Nasılsa hepimiz insan değil miyiz, şu kendinize
özgülükler konusunda ısrar etmekten vazgeçin ya da siz
hele bir katılın, nasıl olsa kendine özgülükler de Avrupa’nın
demokratik hoşgörü ortamında bir yer bulurlar” şeklindeki
iyi niyetli dayatmalar yetmez. Bir süredir “Kim girmek
istedi! Kim almak istiyor!” diye başlayan “ilk günah”ı
işleyeni bulma gibi saçma bir amacın yol açtığı çekişme
ve gerilim söylemlerinin kurtlanması da bu nedenledir.
İki monad’ın bir araya gelmesi, karşılıklı iyi niyete
dayalı bir “anlayıcı ufuk kaynaşması” şeklinde olmayınca,
politik karar vericilerin yol açtığı kurtlanma ve kokuşmuşluk,
hızla halk katmanlarına doğru sirayet etmektedir. Galiba
bu yüzden yakında AB ve Türkiye tarafındaki halkın ne
düşündüğüyle ilgili araştırmaları, sözleri daha çok
duyacağız. İlk bakışta “Ne iyi, halkın sesine de kulak
verilen demokratik bir tutum gelişiyor nihayet!” gibi
bir hava verse de bu “zorunlu demokratik dönüşüm” aslında
her iki tarafın da beceriksizliğinin halka yansıtılmış
olmasından başka bir şey değil!
Peki,
daha önce sözünü ettiğimiz “söylem analizi” yöntemiyle
bakalım halk katında neler oluyor?
ÜÇ
YOLDAN HANGİSİ?
AB
hakkındaki toplumsal tutumları araştırmak için söylemlerin
genel fenomenolojik görüntüsüne bakıldığında, üç farklı
alanda öbekleştikleri görülüyor: a) “Ne pahasına olursa
olsun AB’e girmeliyiz” diyen ‘teslimiyetçiler’, b)
“Ne pahasına olursa olsun AB’e girmemeliyiz” diyen içe-kapanmacılar,
c) “Girmek iyi olabilir ama veremeyeceğimiz ödünler
isteniyorsa girmemek gerekir” diyen sağduyu çizgisi...
Bazıları soruları düzenleme, sorma, değerlendirme teknikleri
açısından komiklik düzeyinde hatalar sergilese bile
kamuoyu araştırmalarının sonuçları da aşağı yukarı böyle
bir görünüm olduğunda birleşiyorlar ama bizden farklı
olarak onların derdi hangi çizginin ne kadar insanı
etkilediği noktasında. Oysa bu çizgilerin en az nicelikleri
kadar nasıl oluştukları da önemli.
Kolay
anlaşılırlık açısından, psikolojik indirgemecilik riskini
göze alarak ve henüz başka türlü daha iyi ifade edebileceğimiz
kavramlar bulamadığımız için bazı psikiyatrik kavramları
bile bile suistimal ederek, teslimiyetçilere, telkine
yatkınlık ve bağımlılık arayışları nedeniyle “histrionik”,
içe-kapanmacılara ise şüphecilik ve ütopyaya sığınan
fanatizmleri nedeniyle “paranoya” çizgileri diyebiliriz
ki bunların toplam yekunu, HADEP’in Kürt vatandaşların
tercihleri üzerinde yarattığı yoğun siyasal sise ve
AB lehine yapılagelen medya bombardımanına rağmen %30’u
geçmemektedir. Sağduyu çizgisi, hala kahir ekseriyeti
oluşturmaktadır. Ekonomik kriz yaşayan, etnik ve dinsel
fay hatlarının üzerinden (değişik vesilelerle de olsa)
birçok farklı kesim tarafından birçok kez geçilerek
“zedelenebilir” bir hale getirilen bir ülkede AB’nin
ekonomik ve siyasal getiriler açısından sağlayacakları
konusunda olağanüstü bir propaganda bombardımanına rağmen
sağduyu çizgisinin nasıl olup da bu kadar belirgin bir
yoğunlukta kaldığı, gerçekten ilginç bir durum olarak
karşımıza çıkmakta ve çok ciddi bir dikkati hak etmektedir.
Ama bunu sonraya bırakmak zorundayız. Şimdi AB hakkında
üç farklı söylem alanı şeklinde tezahür eden toplumsal
tutumların psikolojisi hakkında söz almak istiyoruz.
“Histrionik”, “paranoya” ve “sağduyu” adını verdiğimiz
çizgilerin her birinin psikolojik niteliklerinin ayrıntılı
özellikleriyle ilgili birçok şey söylenebilir. Bunu
da bu yazıda yap(a)mayacağız. Yapmak istediğimiz şey,
daha ziyade bu üç farklı toplumsal tutumun şimdiye kadar
herkesin odaklanmış olduğu siyasal ve ekonomik açıklama
tarzlarından ayrı bir psikolojik açıklama tarzının da
olduğunu göstermeyi denemektir.
Aslında
grup davranışı literatürüne bir göz atıldığında toplumumuzun
kendisi için hayati, dolayısıyla yüksek düzeyde kaygı
üretici olan bir sorunda, böylesine üç farklı eğilim
sergilemesi hiç de tesadüfi değil. Hatta tam tersine
şimdiye kadar küçük gruplar üzerinde yapılan çalışmaların
ve gözlemlerin, “ulus” gibi büyük gruplar için de geçerli
olduğunun çok tipik bir işareti var toplumuzun bu tutumunda.
Küçük
grup çalışmalarından artık biliyoruz ki, küçük gruplar
yüksek düzeyde kaygı yaratan bir sorunla karşılaştıklarında
tam da Türkiye’nin AB karşısındaki tutumlarına benzer
eğilimler göstermektedirler. Grubun bir marjında bağımlı
ve teslimiyetçi bir eğilim gelişirken, diğer marjda
şüpheci ve saldırgan, düzensiz bir savaşa hazırlanan
bir eğilim ortaya çıkmakta; ortada ise grubun içindeki
yeni umudu taşıyanlar, kendi içlerinden birilerinin
çıkıp gruplarını selamete ulaştıracağını düşünenler
yer almaktadır. Ama bu kadar basit bir anlatıma dayanarak
sanılmasın ki, her zaman böyle “öz-güven ve sağduyu”
kazanır! Öbekleşme olarak anlattığımız bu özellikler,
aslında her bireyin kendi zihninde taşıdığı eğilimlerdir;
dolayısıyla bu üç özellik, her bireyin zihninde varolan
akışların karşılıklı birbirlerini etkilemesi sonucu,
grup-davranışı (toplumsal tutum) şeklinde tezahür eden
gel-git hareketleridir; kimi zaman birisi kimi zaman
diğeri daha öne çıkabilir. Neden böyle oluyor, kaygı
yaratan durumlarla karşılaştıklarında insan grupları
bu üç yola başvuruyorlar ve üstelik her bir durumda
farklı tercihler yapabiliyorlar? Değişik teoriler öne
sürülebilir ama kesin olarak bilmiyoruz. Yalnızca onları
mı, grup-davranışlarıyla topluluk ve lider(lik) tipleri
arasındaki ilişkiyi de bilmiyoruz. Şimdilik bildiğimiz,
grup-davranışının bu üç varsayımsal işleyişe göre şekillendiği
ve sürekli değişken bir karakter sergilediği...
Bu
nedenle, her ne kadar siyasal jargon ve ideolojik mücadele
gereği çok sık söyleniyorsa da, psikolojik boyutu hesaba
katan bilimsel bir değerlendirmeye göre, teslimiyetçilere
“hainlerin ihanet çizgisi”, içe-kapanmacılara “dünyayı
tanımayan ahmakların çizgisi” demek mümkün değildir.
Çünkü ortada sürekli hareket halinde olan dinamik bir
grup tutumu vardır; bugün teslimiyetçi olan yarın tam
tersine içe-kapanmacı olabilir; bugün genelde hakim
olan sağduyu çizgisi yarın yerini paranoyanın “vur-kaç”
savaşlarına bırakabilir. Ulusal Kurtuluş ve Cumhuriyet
tarihimize bir bakın, bu üç çizgi arasındaki sürekli
yer değiştirmeleri hep göreceksiniz. Bu kadar “ihanet”,
“hain”, “dönek” temalarının içine batmamızda da grup
dinamiklerinin bu diyalektik işleyişinin payı çok büyük.
Anlayabildiğimiz
kadarıyla, bu üç çizgi arasındaki söylem savaşlarının
tüm nedeni de zaten her bir çizginin diğerleri üzerinde
hakimiyet sağlamayı, yani kendisini grubun ortak tutumu
haline getirmeyi amaçlamış olmasıdır. Yani söylem savaşları,
birçoklarının sandığı gibi yalnızca dışarıdaki düşmanların
oyunları ve kışkırtmaları yüzünden değildir bizzat grup
davranışının neden olduğu dinamikler yüzündendir ve
hatta her birimizin içinde vardır bu dinamikler. “Dış
etken” bu iç dinamikler arasındaki mücadeleyi kendi
istediği yöne doğru akıtmaya çalışarak sürece müdahil
olabilir olsa olsa. Kısacası “Birileri AB’nin elini
kolunu bağlasa ve Türkiye’deki tüm faaliyetlerini engellese
bile, biz yine de şöyle ya da böyle bu üç eğilimi gösterecektik”
demek istiyoruz.
AB
hakkında tutarlı bir politika izlemenin en birinci şartı,
bu nedenle, eğilimlerin birbirlerine saygı göstererek
mücadele etmesinin gerektiğidir. Her şeyi bir yana bırakıp
AB’i insanlığın bir bölümünün uğruna çaba gösterdiği
“iyi niyetli bir ideal” olarak görsek bile, bir gün
bu idealin gerçekleşmemesi halinde (ki insanlık tarihi
hayal kırıklıklarıyla doludur!) “biz bize” kalacağımızı
unutmamamız gerekir. Ve bir de kendimize, kendi varlığımıza
olan saygı ve özenin grubumuza, grup-varlığımıza olan
saygı ve özenden ayrılmayacağını....
|