İlhan
Kesici... Eski DPT müsteşarı, ekonomist ve siyasetçi.
Türkiye sorunlarına mesleğinin ötesinde bir fikir
adam olarak
kafa yoran, özellikle ekonomi alanındA yetkinliği
ile bilinen sıradışı bir siyasetçi. Sayın Kesici ile
AB eksenli bir sohbet yaptık. Realist ve aklı selim,
bakış açısı ve ilginç analizleriyle zevkli ve doyurucu
bir söyleşi çıktı.
YARIN:
Türkiye gündemi AB’ye üyelik eksenli tartışmalara
yoğunlaştı. Hükümetin başarısızlığı ve ekonominin
çöküşünden çok, hükümet ortağı bir siyasetçinin oyun
kurma yeteneğinin de etkisiyle Türk halkını AB’ye
girmeye ikna etme kampanyası başlatıldı. Öncelikle
Türkiye için; AB nedir, nedeğildir?
İLHAN
KESİCİ: Türkiye-Avrupa Birliği hikayesi yahut Avrupa
Birliği meselesi Türkiye için devlet bakımından birinci
derecede güvenlik meselesidir. Yani, 2. Dünya harbinden
sonra hatta cumhuriyetle beraber, Türkiye hep içinde
yaşadığı coğrafyası itibariyle de güvenliği birinci
derecede dikkate alan bir ülke olmuştur. Öyle olmak
mecburiyetindedir. Bundan sonra da öyle olacaktır.
Bu espriden olmak üzere hep Avrupa’nın içinde yer
almak istedik biz. Yani Avrupa’daki bütün kurumların,
2. Dünya harbi ertesinde kurulmuş olan, Avrupa’daki
bütün kurumların Türkiye ya kurucu üyelerinden birisidir
veyahut kurulduğu andan hemen sonra o kurumlara girmek
için müracaat eden bir ülkedir. Avrupa
Birliği de bunlardan bir tanesidir.1957 yılında bütün
Avrupa bakımından da ne olduğu ne bittiği tam anlamıyla
belli olmadan Roma Anlaşmasıyla Avrupa Ekonomik Topluluğu
-o zamanki adı- kuruldu. Türkiye, 1959 yılında buna
müracaat etti. Biz aynı zamanda bütün bu Avrupa’daki
gelişmeleri yine güvenlik noktayı nazarından alınmak
üzere Yunanistan’la hep beraber hareket etme üslubundayızdır.
Biz hangi davranışı yaparsak Yunanistan benzer davranışlarda
bulunur, Yunanistan hangi davranışta bulunursa biz
benzer davranışta bulunuruz. Bu siyasi bir güvenlik
meselesidir. Bu çok önemlidir. Hala da Türkiye bakımından
birinci derecede önemli olması gereken hadise o. Elbette
ekonomik boyutu filan ayrıca vardır. Belki ekonomik
boyutu ilerde siyasi boyutunun önüne de geçer, geçmelidir.
Ama başlangıç noktamız bizim siyasi güvenlik meselesidir.
Türkiye 1959 yılında Avrupa’nın yeni olan bu kuruluşunun,
Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun içinde yer almak istedi.
Yunanistan’da 1959 yılında müracaat etti. 1960 ihtilali
girdi araya. Başvuruyu Demokrat Parti yapmıştı. Yani
DP AET’den yanaydı. 60 ihtilalinden sonra 1963 yılında
adına Ankara Anlaşması dediğimiz anlaşmayı biz Ankara’da
imzaladık. Bizden bir ay evvelde adına Atina Anlaşması
denilen anlaşmayı Yunanlılar Atina’da imzaladılar.
Aşağı yukarı 60 maddelik bir anlaşmadır bu. Noktasına
virgülüne kadar aynıdır. Ama o zamanki AET Avrupa’da
bizimle Yunanistan arasında bir sorun yaratmak istemiyordu.
Biz de öyle istemezdik. Onlarda her an bu isteğimize
uygun davranırlardı. İmzalayan İsmet Paşa olduğuna
göre, 1963 yılında, demek ki, Türkiye’nin ikinci siyasi
ana damarı olan Cumhuriyet Halk Partisi’de AET’den
yana. Veya bugünkü adıyla Avrupa Birliği’nden yana.
Bu
bakımdan bence, Türkiye’de AB karşıtları, AB’ye girmek
istemeyenler, AB’ye girmek istemeyen lobi diye bir
şey sözkonusu değil. 1960’dan aşağı yukarı 28 Şubat
1997’ye kadar bu iki damar, AB’den yana oldu. AB’ye
sadece eski adı Milli Selamet Partisi, Refah Partisi,
Fazilet Partisi vs. denilecek olan, o karşıydı. Anlaşılabilir
itirazları vardı. O dini merkezli olarak karşıydı.
Gerek AET’yi gerek AB’ni daha sonraki süreçte bir
Hıristiyan Kulübü olarak görüyor idiler. O zaman Müslümanların
Hıristiyan kulübünde işi yok diyor idiler. İtiraz
eden bir tek o kesim vardı. Bir de İsmet Paşa, sonraki
Ecevit. Ecevit, yeni bir değişiklik yarattı. CHP ekolünde,
ana damarında. Onlar da AET’yi daha ekonomik emperyalist
bir organizasyon olarak algıladılar, gördüler. Ve
emperyalizme karşı duruş mahiyetinde olmak üzere slogan
olarak “onlar ortak biz pazar” olacağız. O yüzden
biz, AET’ye karşıyız dediler. 1978 yılında Bülent
Bey başbakan olduğu anda da AET’yle olan ilişkileri
dondurma kararı aldı. Yani şimdi, AB’den yana olan
Bülent Ecevit ve o zamanki CHP, AB ile olan münasebetlerimizi
dondurma kararı almış olan yegane siyasi şahsiyet
ve yegane siyasi otoritedir.
YARIN:
Bugünkü siyasal partilerin AB karşısında tutumlarını
nasıl değerlendiriyorsunuz?
İ.KESİCİ:
MHP çizgisi bazen AB’den yana gibi, bazen AB’den yana
değilmiş gibi görünür idi. Ama şimdiki haliyle de
resmi beyanları da ortada. Milliyetçi hareket çizgisi
de AB’den yana. Siyasal İslamcı denilebilecek olan
kesimler de AB’yi artık bir Hıristiyan kulübü olarak
görmekten vazgeçtiler. Sosyal demokrat kesim AB’yi
ve Avrupa Ekonomik Topluluğunu bir ekonomik emperyalizm
organizasyonu olarak görmekten vazgeçtiler. Milliyetçiler
acaba ulus devlet endişemizi sıkıntıya sokacak bir
hal olur mu diye düşünmekten vazgeçtiler. Öyle bir
şey olmadı. O zaman hiçbir ana siyasi damar AB’ye
karşı pozisyon alıyor değil. İlaveten AB’ye karşı
olmak demek dünya karşıtlığı demek değildir, hainlik
demek değildir, dünyaya kapanmak değildir. Böyle olmuş
olsa AB’ye tam üyeliklerin onaylandığı referandumlar
var, aşağı yukarı bütün Avrupa ülkelerindeki referandumlarda
%55 civarında evet çıkar, %45 civarında hayır çıkar.
Şimdi
o zaman AB’nin yaklaşık nerdeyse %40’ını dünyaya düşman
ilan etmek lazım. Ve hiç kimse yadırgamaz garipsemez
AB’ye ülkesinin üye olmasını istemeyen insanlarını;
yadırgayıp garipseyip bunları tukaka ilan etmek, hain
ilan etmek gibi bir şey kimsenin aklından, hayalinden
geçemez. O bakımdan Türkiye’deki AB’ciler veya kendilerini
AB’ci diye takdim eden insanlar bu üsluplarından vazgeçmelidirler.
İnsanlar AB’ye karşı olabilir. İnsanlar Türkiye’nin
menfaatlerini, ekonomik menfaatlerini, siyasi menfaatlerini
AB’de görmeyebilirler. Bu çok normal bir şeydir. Ama
benim gördüğüm kadarıyla, Türkiye’de ben dahil hiçbir
siyasi damar, AB’ne karşı değil. Çünkü biz haklı ve
doğru olarak ölçmüş, biçmiş, düşünmüş tarihten gelen
tecrübelerimizi de ortaya koyarak, duygularımızı düşüncelerimizi
de ortaya koyarak, Avrupa kurumunun içinde, ekonomik
kurumsa, ekonomik kurumunun içinde, siyasi kurumsa,
siyasi kurumunun içinde olmayı kendimiz bakımından
hem siyaseten hem güvenlik endişelerimiz bakımından
hem de ekonomik kaygılarımız bakımından doğru ve
haklı görmüşüz. Bu bakımdan AB’ye karşı hiç kimsesi
yok Türkiye’nin. Şimdi diyelim ki, anket yapıldığında,
AB’den yana mısınız değil misiniz gibi bazı anketler,
herkes başka bir şey söylüyor, ama %60 ile %75 arasında
evet çıkıyor. Şundan emin olmak lazım ki. AB’nin Türkiye’yi
alma ihtimali yüksek görüldüğü anda bu rakam %60-%70
olmaz, %98 olur. Yani belki de AB’ye üye olmuş olan
ülkelerin tamamından çok daha yüksek oranında AB’ne
evet diyen insan topluluğu çıkar Türkiye’de. Ama AB’ye
Türkiye’yi sokmakla görevli olan insanların siyaseten
Mesut Yılmaz Bey’in, sivil toplum örgütü mahiyetinde
olmak üzere İKV’nin diğer bazısı meslek odası bazısı
meslek kuruluşu bazısı sivil toplum örgütü gibi nitelendirilebilecek
olan bazı çevrelerin yaptıkları, yani Türkiye’nin
AB’deki temsilcileri olmak yerine AB’nin Türkiye’yi
dövme temsilcisi filan tarzında davranıyorlar. İnsanları
biraz bu anti Avrupa duygusunu da yeşertmekte bunlar
bire birler. Yani Mesut Yılmaz Bey’e bakınca, yahut
öbür insanların Türkiye AB ilişkilerinin nasıl olması
lazım geldiği davranışlarına ve laflarına bakınca,
Türkiye’de normal AB’den yana olan insanlar bile,
bunlara bakıp papaza kızıp oruç bozacaklar yani. Bu
bakımdan böyle bir Türkiye’nin AB meselesi öncelikle
güvenlik meselesidir.
YARIN:
Türkiye – AB ilişkilerinin bir de resmi süreci var.
Bu süreç doğru işliyor mu?
İ.KESİCİ:
1963 Ankara Anlaşması iyi bir anlaşmadır çerçeve
anlaşmadır. Ama asıl ilişkilerimizi kuvvetlendiren
Türkiye’nin en çok kazanım elde ettiği ikinci anlaşma
biz adına Katma Protokol diyoruz ama İngilizcisinden
hareketle daha doğru bir Türkçe bulalım. İngilizcesi,
Additional Protocol. Yani ilave protokol, ek protokol.
1963 anlaşmasının tamamlayıcısı mahiyetinde. Türkiye
şu anda kazandığı her ne var ise, AB ile olan ilişkilerinde,
Avrupa’da yaşayan insanlarımızın şimdi unutuldu o
işler; ailelerinin birleştirilmesi, gençlerin okutulması,
ebeveynlerinin yanına getirilmesi, götürülmesi, orada
elde etmeleri gereken haklar hukuklar, her neyse,
tamamını 1971 Ek protokolü ile elde etmiştir. Şimdi
ondan sonra buna bağlı olmak üzere biz başta DPT olmak
üzere Avrupa Ekonomik Topluluğu ile olan ilişkilerin
tanzimi buna göre insan yetiştirmesi, buna göre şimdi
yüz bin sayfayı bulduğu ifade edilen topluluk müktesebatı
topluluk hukuku vs. denilen şeye göre yüzlerce, binlerce
insanı senelerden beri biz Brüksel’e göndeririz, kurslardan
geçiririz, eğitiriz, üniversitelerimizde AB kürsüleri,
AET kürsüleri kurduk. Oralarda adamlar filan yetiştirdik.
Asıl yapmamız gereken hadiseler bunlardır. Bu işleri
daha da geliştirmekle görevli olan, o münasebetle
kurulmuş vakıflar (İKV), o münasebetle kurulmuş en
son organizasyonlar, AB işleri ile ilgili genel sekreterlik,
o münasebetle ithaf edilmiş başbakan yardımcılığı
(Mesut Yılmaz). Yani bütün bunlarla ilgili işler yapmaları
yerine, bunları Avrupa’ya takdim etmeleri, Avrupalının
beynini yıkamaya çalışmaları yerine, gelip sanki buradaki
insanları dövüyorlar. O yüzden bu yanlıştır. Ve ters
tepiyor. Avrupa karşıtları var filan diyorlar. Avrupa
karşıtlığını bunlar yaratıyorlar. Çünkü bir de bu
işleri bilen insanları var Türkiye’nin. Bunların sundukları
bilgiler doğru bilgiler değil. Kirli bilgiler. Yanlış
bilgiler dezenformasyon var. Yani çarpıtıcı bilgiler
falan var. Başbakan yardımcısının Türkiye’de durmasına
gerek yok. O başbakan yardımcısının Türkiye’de dolaşıp
anlatması yerine, durmadan Avrupa’da dolaşıp Avrupalı
devlet adamlarına etmeyin tutmayın, bu işin doğrusu
budur, böyle olmalıdır demesi lazım. Ama zor bir iştir,
ciddi bir iştir. Onu yapmak yerine, gelip, Türkiye’de
caka satmak, ben AB’ciyim, ama benim karşımdaki bütün
herkes, AB’ye karşı, kahrolsunlar, demek işin en kolay
yolu.
YARIN:
Türkiye’nin 13. aday ülke sıralamasına, alınmasının
anlamı nedir?
İ.KESİCİ:
Biz 1959 yılında, AB’ye müracaat ettiğimiz zaman -AET’ye
müracaat ettiğimiz zaman- ve AET’yi kuran bütün ülkelerle
aynı siyasi ve askeri kampta yer aldığımız zaman,
şimdi doğu ve merkezi Avrupa ülkeleri ve Balkan ülkeleri
olarak nitelendirebileceğimiz AB’ye aday 12 ülkenin
10 tanesi tam bir düşman kampta yer alıyordu, 1959
yılında. Askeri kamp olarak Varşova Paktı, ekonomik
kamp olarak da Comekon’da yer alıyorlardı. Biz 1963’de
anlaşmayı imzaladığımız zaman da, bu iş böyleydi.1971’de
anlaşmayı imzaladığımız zaman da, bu iş böyleydi.
Hatta 1995’de gümrük birliğine girdiğimiz zaman bile,
neredeyse henüz, o işler öyleydi. Şimdi bizim gücendiğimiz
ve samimi bulmadığımız nokta şudur: Biz 50 yıl bütün
bu kurumların içerisinde, AB’nin bütün nerdeyse müktesebatının
özünde beraber hareket ederken, birden bire 50 yıl
düşman kampta yer almış olan ülkeler bizim önümüze
geçtiler.
Bizim
önümüze kendileri geçmediler, geçirildiler AB tarafından.
Avrupa Topluluğu 1960’dan 1993 yılına kadar 33 sene
genişleyelim mi, derinleşelim mi tartışması içerindeydi.
Derinleşmenin de üstün temsilcileri vardı. Genişlemecilerin
de üstün temsilcileri vardı. Muhtemelen Doğu Bloku
-Sovyet Bloku- çökmeseydi, genişlemeci bir pozisyon
yerine derinleşmeci bir pozisyon alacaklardı. Ama
Sovyet bloku çöküp de, o eski komünist olan Avrupa
ülkeleri ortada kalınca genişlemeci strateji derinleşmeci
strateji ile birleşti. O zaman tek paraya geçiş, tek
merkez bankasına geçiş, Euro alanının yaratılması
vs. gibi bir yandan buna uygun ülkelerle derinleşelim,
bir yandan da bu kriterlere uymayan ülkelerle de genişleyelim
kararını aldılar. Ve genişlemenin kriterlerini 1993
yılında ilan ettiler. Ekonomik kriterlerini Mastrich
Zirvesi’nde ilan ettiler, siyasal kriterlerini de
daha ziyade Kopenhag Zirvesi’nde ilan ettiler ve 1997
yılına gelindiğinde kimlerle genişleyeceklerini karara
bağladılar. Türkiye bunun dışındadır. Yani 1997 yılında
on iki Avrupa ülkesi ister Kopenhag kriterlerine uygun
durumda olsun isterse olmasın bunlarla genişleme kararı
aldılar. Peki kriterlere uymadan kriterleri yerine
getirmeden AB’ye üye olabilecekler mi? Hayır. Kriterlere
uyum ne zaman yapılacak? Kriterlere uyum, tam üyelik
müzakereleri sürecinde yapılacak. Yani Bulgaristan,
Romanya, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Slovenya vs bunlar
Kopenhag kriterlerinin bi hakkın tamamını yaptıktan
sonra üyelik müzakerelerine başlamış değiller. Üyelik
müzakerelerine başladığı an onlara denildi ki; senin
üye olabilmen için bu kriterlerin tamamını karşılaman
lazım. Tamamını karşıladığın gün biz seni üye alacağız.
Hadise budur. 1997’de Türkiye’yi mutlak dışarıda bıraktılar.
Türkiye nasıl kendisini güvenlik ve siyasi hislerle
AB’nin içerisinde görmek istiyorsa o zaman da mutlak
dışarıda kalmasına karşın müeyyide olarak da yine
güvenlik ve siyasi davranışlarda bulundu. 1999 yılında
Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’yi de aday adayı yaptılar,
öbürleri üyelik adayıdır. Türkiye, üyelik aday adayıdır.
Yani orda bir ayrımcılık yapıldı. Biz buna, bu ayrımcılığa
hemen Helsinki Zirvesi’nin ertesinde çok dikkat çektik.
Başkaları da çekti, hala da çekiliyor. Ama asıl bizi
Avrupa ile birleştirmek isteyen insanların ya dünyadan
haberleri yok ya nüanslara hakimiyeti yok-bilgileri
eksik- ya da bile bile lades ediyorlar. Bu ayrımcılığın
ortadan kalkması lazım. Bulgaristan’dan, Romanya’dan,
Slovakya’dan, Slovenya’dan ve diğer ülkelerden tam
üyelik müzakereleri sürecinde istenenlerin Türkiye’den
üyelik takvimi-bırakın üyelik sürecini yani tam üyelik
müzakereleri sürecini- üyelik takvimi verilebilmesi
için bile hepsini tamamladıktan sonra gelin demek,
ayrımcılıktır ve kötü niyettir. Kötü niyetin başka
göstergeleri şunlardır. Şu ana kadar hiçbir kayda
değer Avrupalı devlet adamı Türkiye’nin AB’ye üye
olması lazım geldiğini ne açık platformlarda ne kapalı
platformlarda ifade etmedi.
YARIN:
Türkiye lehine bir müzakere sürecinin temel parametreleri
nelerdir?
İ.KESİCİ:
Şimdi lafı netleştirelim. Bir yere düğüm atalım. Yani
bizim yegane istediğimiz Bulgaristan statüsünün verilmesidir.
Diyecekleri şey basittir. Demeleri gereken şey Türkiye
Bulgaristan’la aynı settedir. Hadise bundan ibaret,
ondan sonra Türkiye üstüne düşen işleri görevleri
yapmıyorsa biz bunu yapmayanlara her şeyi söyleyelim.
Yani
İKV’yi şimdilik ayrı tutalım ama onu anlamak zordur.
Muhtemelen kendilerine daha ileri bir siyasi pozisyon
elde etmek istiyorlar. Ve belki de siyaseten de bir
müttefik bulmuş oluyorlar.
Kopenhag
Kriterleri dediğimizde herhangi bir insana profesöründen
manavına kadar bir spectrum içerisinde herhangi bir
insana sorduğunuzda ilk akla getirilenler Kürtçe televizyon,
Kürtçe eğitim, anadilde eğitim vs. gelmiş olacak.
Neden başka hiç bir şey gelmiyor da bu gelmiş olacak.
Burdan şu çıkar. AB bizim sırtımızdan bizim Kürtlerimizin
hamili, rolüne soyunmuştur. Ve elde etmiştir. Diyelim
şimdi bizim Kürt vatandaşlarımıza, Kürt orijinli vatandaşlarımıza
arkadaşlarımıza kardeşlerimize sor, AB’yi ve mesela
Almanya’yı çok seviyor gibi, sever gibi davranıyordur.
Neden? AB bizim Kürtlerimize herhangi bir şey vermiş
midir?
Günlük
hayatlarının daha derli toplu hale gelmesine hayat
standartlarının yükselmesine, eğitimlerinin yükselmesine,
daha bir refah topluluğu haline gelmeleriyle ilgili
beş kuruşluk bir faydaları olmuş mudur? Hayır. Sadece
bizim sırtımızdan adam şu şöyle olmaz, bu böyle olmaz
filan haliyle bedavadan Orta Doğu coğrafyasından -yani
sadece Türkiye’nin içini söylemeyelim burada- Türkiye’de
olan biten her işe bir Orta Doğu coğrafyası kapsamında
bakılmazsa her iş yanlış olur. Bütün Orta Doğu coğrafyasında
beş lira harcamadan hiçbir risk almadan Kürtlerin
bizim Kürtlerimizin de diğer Kürtlerin de nerdeyse
hamisi rolünü elde etmişlerdir değil mi? Buradan,
benzer şeyi Mesut Bey’in davranışı için, benzer şeyi,
başkalarının davranışı için de görmek mümkündür. Mesut
Bey’in için 1983’den bu yana bakanlık, başbakanlık,
başbakan yardımcılığı yapmış bir insandır. Yani, Doğu,
Güneydoğu Anadolu’ysa kışkırtmaktır orayı değil mi?
Bir tane taş üstüne taş mı konmuştur. Hayır. Bir tane
ağaç mı dikilmiştir? Hayır. Ama AB’nin sırtından Kürtlerin
sempatisini kazanma gibi bir siyasi davranış içerisinde
görüyorum.
YARIN:
Peki, TSK’nın AB’ye gizli ya da örtülü olarak karşı
olduğu gibi bir iddia var. Siz katılıyor musunuz?
İ.KESİCİ:
Burada ifade edilmemekle birlikte güya Türk Silahlı
Kuvvetleri’nin ulus devlet noktayı nazarından ve egemenlik
tanımı itibariyle AB gibi supra nasyonalite özellikleri
de olan parametreleri de olan bir organizasyona girmek
istemeyeceği fikrini pompalıyorlar. Bu tamamiyle yanlış
olan bir stildir. Özellikle bizim ordumuz, dünyadaki
başka ordulardan daha ileri derecede olmak üzere supra-nasyonaliteye
hiç itiraz eden bir ordu değildir. NATO, askeri açıdan
mesela bir supra-nasyonalite ihtiva eder. Türk ordusu
NATO’nun üyesidir. Türk Devleti NATO’nun üyesidir.
Türk ordusu da NATO konsepti içerisindedir. Öyle olunca
NATO’nun başkomutanlığı vardır. NATO’nun bölge komutanlıkları
vardır. Biz başkomutanlıkta alınan kararları bölge
komutanlıklarında alınan kararları uygularız. Yani
biz supra nasyonaliteyi askeri anlamda kabul etmiş
durumdayız. Kaç senedir? Tam 50 senedir. 1952’den
bu yana. Buna da milli ordudan hiçbir itiraz yoktur.
İki, Avrupa siyasi organizasyonunun yani AB’nin şimdilerde
kurmak istediği Avrupa Güvenlik ve Savunma Ordusu,
Avrupa Ordusu kimliği vs. politikası, projesi bunun
içerisinde yer almak için biz çırpınıyoruz. NATO’daki
bütün gücümüz, kudretimiz dahil olmak üzere, tamam
biz de bu Avrupa ordusunun içerisinde yer alalım diye
çırpınıyoruz. Çırpınan kim? Siyasiler değil. Çırpınan
Türk ordusu. Türk Silahlı Kuvvetleri. Hatta kendi
gücümüz yetmiyor, bazen Amerika’yı, NATO’nun en üstün
devleti olması münasebetiyle Amerikan nüfuzu Amerikan
gücünü de zorlayarak Avrupa ordusunun içerisinde yer
almak istiyoruz. Ama adamlar almıyorlar. Bütün bunları
topladığınız zaman asıl AB’ye Türkiye’de girmek istemeyenlerin
olduğu gerçeği çıkmaz. AB’nin Türkiye’yi AB’nin içine
almamak, niyeti direnci ortaya çıkar. Ama bizim işimiz
bu direnci kırmaktır. Kendi içimizde bir direnç yoktur.
Avrupa’nın direnci vardır. Bu işten gelen bir başbakan
yardımcısının, bu işten gelen bir başbakanlığın birincil
görevi de Avrupa’nın direncini kırmak olmalıdır.
Yoksa
AB’ye üye olsa diye uyduruk raporlar hazırlıyorlar.
O tür raporları hazırlayanların kariyerleri ellerinden
gider medeni bir memlekette yani.
YARIN:AB,
Türkiye’ye nasıl bakıyor ve gelecek politikası nedir?
İ.KESİCİ:
AB’nin muhtemelen bizimle yapmak istediği şey şu;
Türkiye AB’nin içerisinde olmamalıdır. Bu, Türkiye
ile ipleri koparacak noktaya getirmeden temin edilmelidir.
Çünkü hepten ümitsiz kalınması halinde de, al atını
ver tımarımı denilir. Bu coğrafyada bazen de öyle
olur bu işler. Belki de öyle olması lazım gelir bazen.
Ama bu noktayı, hem biz böyle istemiyoruz, bir yandan
devlet olarak ve halk olarak, bir yandan da AB bunun
böyle olmamasını istiyor. Ama içeriye de katiyen almak
istemiyor. Öyle olunca da ben tam üyelik müzakerelerinin
başlatılabileceğine hiç ihtimal vermiyorum bu gidişle.
2010 yılına kadar da dahil olmak üzere ihtimal vermiyorum.
AB’nin muhtemelen Amerika’nın da özellikle Batı camiasının
içerisinde Türkiye’nin rolünün, Türkiye’nin yerinin
de Batı’dan fazla uzaklaşmaması lazım geldiği düşüncesiyle
gümrük birliğiyle tam üyelik arasında bir siyasi pozisyon
yaratmak istedikleri kanaatindeyim ben. Türkiye’nin
de bunu düşünmesi lazımdır. Yani bunun üzerine düşünce
üretmesi lazımdır, ekonomik ilişkilerini ve siyasi
ilişkilerini böyle bir senaryoya göre de düşünür olması
lazımdır. Ama bunu yapacak olanlar yine deminki söylediğimiz,
kurduğumuz kurumlardır. Onlar da hayal aleminde geziyorlar.
Yanlış hayal aleminde geziyorlar.
Yayınlanan
rapora göre AB bir cennet ekonomik olarak Türkiye
için. Bir cennet, ben de öyle olduğuna inanırım. AB’ye
girmiş olan bir Türkiye güvenlik endişesi nerdeyse
minimuma inmiş bir Türkiye’dir. Siyasi endişeleri
nerdeyse sıfıra inmiş bir Türkiye’dir. Ekonomik kazanımları
çok yüksek olacak olan bir Türkiye’dir. Böyle bir
hale karşı çıkacak bir Türk’ün kafadan uçuk olması
lazımdır. Öyle bir Türk’te yoktur. Girmesi halinde,
alınabilir olması halinde, öyle bir Türk, ben tanımıyorum,
şu ana kadar da tanımadım. Ama karşılığında bizden
istenene bakılırsa öyle takdim ediliyor ki, hiçbir
şey. Öyle bir cennetin karşılığında hiçbir şey istenmiyor.
Mesela bir tek anadilde eğitim ver, bu yeter. Bir
tek anadilde eğitim verdiğin şeylere televizyon kurma
hakkı da ver tamam yani. Bir de idam kararını kaldır,
değil mi? Şimdi takdim edilen bu. Bu çok küçük bir
şey değil mi? Bence cennetin yanında zekatı olmaz
yani. Zekatının zekatı, zekatının kırıntısı olmaz
böyle bir AB’ye girme işinin. Bunlar yapıldığında
AB’ye girilecekse ve bunlar yapılmadığında da AB’ye
girilmeyecekse bunları yapmayan insanı sokakta yürütmez
Türkiye. Ama böyle bir hal bu. Ama bu yok.
O
yüzden bizim devlet yöneticilerimiz, bizim bu işlerle
görevli arkadaşlarımız lütfen bizi bu 65 milyon insanı
eğer idamı kaldırmazsa Avrupa’ya giremez, kaldırdı
anda girer. Eğer Türkiye Kopenhag Kriterleri’ni yapmazsa
giremez, diye kandırmasınlar. Girememesinin sebebi
budur. Bunu yaptığı anda girer gibi aldatmacadan,
yanlış bilgi vermekten, kendilerini alıkoymaları gerekir.
YARIN:AB’ye
girersek bölünür müyüz?
İ.KESİCİ:
Ben güvenlik kaygısı derken bölünme kaygısını içinde
mütalaa etmiyorum. Yani ben Türkiye’nin bölüneceğine
inanmıyorum. Türkiye’nin bölünebileceğine inanmıyorum.
Ama Türkiye’nin bölünmeyle ilgili midesinin kanatılıyor
olduğunu görüyorum.
YARIN:
Peki AB’ye girmezsek ne olur?
İ.KESİCİ:
Biz zaten Avrupa kurumlarının siyasi bacağı hariç
bütün kurumlarının içindeyiz. Biz AB’ne üye olmasak
da, şimdi AB’ne üye olmayan Norveç var. O Avrupa ile
ilişkilerini sıfırlamış bir ülke demek değil ki. Bizim
de Avrupa ile olan ilişkilerimizin sıfırlaması gibi
bir şey katiyen sözkonusu değil. Ama Türkiye’nin
yapması gereken bu AB’ne karşı şöyle tavır, böyle
tavır almaktan ziyade, Türkiye’yi, AB konusunda ekonomik
kalkınma konusunda, dış ilişkilerinin daha iyi tanzim
edilmesi konusunda, halkının daha rahat, daha müreffeh
yaşaması ve hayat standardının yükseltilmesi konusunda,
işlerini yapamayan bu siyasi heyetlerden bu siyasi
yöneticilerden kurtulmasıdır. Türkiye onu yapacaktır.
YARIN:
AB dışı ittifak ve alternatifler ne kadar gerçekçidir?
İ.KESİCİ:
Türkiye’de, bu coğrafyada dünya ölçeğinde Amerika
ile tam bir ittifak içerisinde olmadan olmaz. Avrupa
ile önemli bir ittifak içerisinde olmadan olmaz. Kendi
komşuları ile yani İran, Irak, Suriye eski Osmanlı
coğrafyası Filistin, İsrail, Arabistan, Mısır hatta
Libya ve Balkan devletleriyle çok iyi ilişkiler içerisinde
olmadan yine olmaz. Hazar Havzası ve Hazar’ın doğusundaki
Türk Cumhuriyetleri ile çok iyi ilişkiler içerisinde
olmadan da olmaz. Demek ki Türkiye de dış politikada
veya devlet adamlığında lazım gelen standartlar çok
daha yüksektir. Böyle olması lazımdır. Türkiye’nin
yapması gereken budur. Yoksa kıvamı içerisinde AB’ye
üye olmak Türkiye için çok iyi bir şeydir. Ama üye
olmamak, böyle ölümlerden ölüm filan değildir.
DİNİ
TEMELLİ PARTİLERİN NEO BATICILIĞI
YARIN:
Dini temelli partilerin neo-batıcılığını nasıl görüyorsunuz?
İ.KESİCİ:
Batı dünyasının içerisinde yer almamayı daha önce
marifet gibi görüyor iken birdenbire bu dünyaya karşı
olmak artık marifet değilmiş düşüncesi ulaşan bu partilerin
Batı, Avrupa ve Türkiye meselesini, tarifini netleştirmediği,
kavrayamadığı kanaatindeyim. Mesela diyelim ki, başörtüsü
meselesini Türkiye’nin çözmesi lazım, başörtüsü meselesinin
Türkiye’nin çözmesinin bir tane yolu var, doğru düzgün
yolu var, o da TBMM’de bununla ilgili bir yasal davranışta
bulunmak. Yani 2 tane 3 tane 4 tane tam anlamıyla
bunu ana tema eden parti var. Ak Partisi var. Saadet
Partisi var. Milliyetçi Hareket Partisi var. Bunların
ana teması. Hatta merkez sağın partileri. Anavatan
Partisi var, DYP var. diyelim ki sol partiler buna
karşı. Diyelim ki yani öyleyse bu üç tane partinin
oylarının toplamı 420. Anayasa mani ise, anayasayı
değiştirirler. Kanun mani ise, kanunu değiştirirler.
Hiç böyle bir davranışta bulundukları yoktur.
Başörtüsü
meselesinde TBMM’ye getirmek yerine, Brüksel’e götürmeyi
tercih etmek yanlış bir davranıştır.