II.
Dünya savaşının ardından yıkılan Avrupa’nın tekrar
eski gücüne kavuşması ve Doğu Bloku karşısında direnç
gösterebilmesi için bir taraftan ABD’nin Marshall
Planı çerçevesinde yardımları sürerken, diğer taraftan
da Avrupa’da bir birlik fikrinin doğup geliştiği görülmüştür.
Bu birlik fikrinin temelinde dağınık Avrupa devletlerinin
ABD ve Sovyet Bloku karşısında tek tek varlık gösteremeyecekleri,
Avrupa’nın Roma İmparatorluğu dönemindeki eski gücüne
kavuşması ve dünya siyasetinde belirleyici bir güç
halini alması için Birleşik Avrupa Devletinin kurulması
gerektiği fikri yatmaktadır. Öncelikle Avrupa Ekonomik
Topluluklarının kurulmasına bakarak Avrupa’da birlik
fikrinin yalnızca iktisadi refah ihtiyacından kaynaklandığını
söylemek gerçeği tam ifade etmez. İşe iktisadi ihtiyaçlardan
başlamak bir taraftan birliğin tedricen sağlanmasını
kolaylaştırırken, diğer taraftan da uzunca bir milliyetçilik
ve ulus devlet geçmişi olan Avrupa toplumlarının tepkilerini
azaltmaya yönelik bir yöntem görevi ifa etmiştir.
Birleşik Avrupa fikrine savaş sonrası konjonktür de
yardım etmiştir. Şöyle ki, savaş sanayiinin temeli
olan Almanya’nın kömür ve çelik kaynaklarının uluslar
arası denetime açılmasını arzulayan Fransa’nın isteği
ile, savaşın yenilgi ve sorumluluğunu bir dereceye
kadar hafifletme ve yeniden sahneye çıkma ihtiyacında
olan Almanya’nın isteğinin birlikte gerçekleşme fırsatı
ortaya çıkmıştır. Birleşik Avrupa Devletinin Federasyon
mu konfederasyon mu olması gerektiği tartışmaları
arasında önce Paris Anlaşması (1951) ile Avrupa Kömür
ve Çelik Topluluğu (AKÇT), ardından Roma Anlaşması
(1957) ile Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) ve Avrupa
Atom Enerjisi Topluluğu (AAET) kurularak Birleşik
Avrupa Devletine giden yol fiilen başlamış oldu. Zaman
içinde kurucu anlaşmalarda gelişen ihtiyaçlara göre
değişiklikler yapılmış; topluluk organlarının birleştirilmesi
(1967), Tek Senet (1987), Maastricht (1992) ve Amsterdam
Anlaşmalarıyla (1999) yapılan değişiklikler siyasal
amaçları ön plana çıkarmış ve AB bugünkü şeklini almıştır
(Karluk, 2002; 115). Daha Avrupa Toplulukları kurulurken
gelecekteki federal bir “Avrupa Birleşik Devletleri”nin
kurulması düşünülerek kurumsal yapısı şekillendirilmiştir
(Bozkurt, 1997; 230). AB bugün özünde, öyle ifade
edilmese de, üye devletlerin yeni bir federasyonudur
(Rupp, 2002; 66). Dolayısıyla AB’ye üye olmak federasyona
katılmak anlamına gelmektedir.
Bugün
15 üye ülkenin oluşturduğu AB, supranasyonal bir entegrasyon
olup 375 milyon nüfusu, 3.191 milyon kilometrekare
yüzölçümü, 7.6 milyar EU toplam, 25 bin EU kişi başına
GSMH’sı ile dünyanın en büyük ve en önemli iktisadi
alanını oluşturmaktadır (TİSK, 2002). Ayrıca AB’ye
üyelik yolu açık 12 Merkezi ve Doğu Avrupa ülkesi
ve Türkiye’nin de katılımı halinde AB’nin büyüklüğü
ve önemi çok daha artacaktır.
TÜRKİYE-AB
İLİŞKİLERİ
Türkiye-AB
ilişkilerini Türklerin Batılılaşma macerası bağlamında
ele almak, içinde bulunduğumuz ilişki ve çelişkileri
anlayabilmek ve açıklayabilmemize yardımcı olabilir.
Türklerin Batıya yönelmesi, Batı kurum ve kurallarını
benimsemeye başlamaları Türkiye’nin sosyo-ekonomik
ve siyasal hayatında radikal değişmeler meydana getirmiş,
siyasal fikir ve gruplar “Batı” kavramına göre konumlandırılmaya
başlanmıştır. XIX. Yüzyıldan itibaren Osmanlı Devletinde
ve Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinde siyasal mücadeleleri
bu çerçeve içinde mütalaa etmek mümkündür. Bugünkü
siyasal gruplaşmaların da temelini oluşturan ve iki
yüz yılı aşkın bir geçmişe sahip bu yöneliş bugünlerde
Avrupa Birliğinin bir parçası olmak veya Avrupa Birliği
ile milli egemenliği nispeten koruyarak ilişkileri
geliştirmek şeklinde Avrupa yanlısı görüşler ile Türklerin
geleceğini Avrupa Birliği dışında arayan görüşler
arasındaki mücadele şeklinde tezahür etmektedir.
Amaç
fonksiyonları açıkça tanımlanmadığı sürece AB ile
entegrasyona taraftar veya karşı olmanın kendi başına
fazla bir anlamı olmadığı halde, böylesi bir tavır
bile Türkiye’de siyasal grupların iktidar mücadelesinde
belirleyici olabilmektedir. Türkiye’nin iktisadi ve
siyasi ihtiyaç ve menfaatlerinin Balkanlar, Orta Doğu
ve Orta Asya Türk Cumhuriyetleri içinde bölgesel konumu
ve ilişkilerinin geçmişten geleceğe bir projeksiyonu
yapılmaksızın, geleceğini ipotek altına alan bir entegrasyona
girmesi çok önemli bir karardır ve bu kararı Türk
milletine danışmaya lüzum görmeksizin verenler büyük
sorumluluk altına girmektedir.
AB
ile bütünleşme taraftarları sosyo-ekonomik ve siyasal
gelişmenin yolunun AB ile bütünleşmekten geçtiğini,
dahildeki askeri ve sivil bürokrasi, siyasal ve ekonomik
baskı/çıkar gruplarının gelişmenin önünü tıkayan dirençlerinin
ancak bu şekilde kırılabileceğini, aynı zamanda AB’nin
yardımı olmaksızın gelişmenin mümkün olamayacağı yada
çok uzun zaman alacağını savunmaktadırlar.
AB
ile bütünleşmenin yolu ise Kopenhag kriterlerinin
gerçekleştirilmesine bağlanmıştır. 1993’te Kopenhag’ta
yapılan AB Devlet ve Hükümet Başkanları zirvesinde,
o tarihten itibaren AB’ye üye olmak isteyen ülkelerin
üyelikten önce gerçekleştirmek zorunda oldukları sosyal,
ekonomik ve siyasal standartlar belirlenmiş ve bu
standartlara Kopenhag kriterleri denmiştir. Gerçekten
de insan hak ve hürriyetleri, sosyo-ekonomik ve siyasal
standartlar bakımından çağdaş dünyanın zirvesini ifade
eden bu standartlara yalnızca AB’ye üye olacak ülkelerin
değil, bütün ülkelerin ulaşması arzulanır. Türkiye’nin
bu standartları AB üyeliği söz konusu olsun veya olmasın
mutlaka yakalamaya çalışması/yakalaması gerekir.
Türkiye
açısından Kopenhag kriterlerinden “iyi işleyen bir
piyasa ekonomisi ile AB içindeki piyasa güçlerine
ve rekabet baskısına karşı koyabilme kapasitesi”ni
ifade eden iktisadi kriterlerin benimsenmesinde herhangi
bir zorlukla karşılaşılmazken, demokrasinin güvence
altına alındığı istikrarlı bir kurumsal yapı, hukukun
üstünlüğü, insan hakları, azınlık haklarına saygı
gibi siyasal kriterlerin benimsenmesinde belirli zorluklar
ortaya çıkmaktadır. AB’den gelen baskılar karşısında,
geçmişten elde ettiği tecrübelerin de etkisiyle, bölünme
korkusu içinde olan Türkiye’de özellikle azınlık hakları
ile ilgili standartlar problem teşkil etmektedir.İşin
ilginç yanı, Türkiye’nin çok hassas olduğu azınlık
hakları konusunda AB’de de geliştirilmiş bir sistem
yoktur. Buna rağmen, bu konu büyük ölçüde Konseyin
inhisarına terk edilmiştir (Karluk, 2002; 679), Bunun
doğal sonucu azınlık haklarının siyasal baskı aracı
olarak kullanılma yolunun açılması olmuştur.
Sosyo-ekonomik
ve siyasal gelişmenin AB ile entegrasyona ve AB yardımlarına
endekslenmesi, buna örnek olarak Yunanistan, İspanya
ve Portekiz’de AB üyeliğinin ardından gerçekleşen
hızlı gelişmelerin örnek gösterilmesi bütünüyle doğru
bir görüş değildir.Çünkü bu ülkelerdeki gelişmelerin
ardında AB yardımlarının yanısıra, diktatörlüklerin
çökmesi ve iç barışın sağlanması sonucu dikkatlerin
ekonomik gelişme üzerinde yoğunlaşması, AB yardımlarının
da bunu güçlendirmesi yatmaktadır. Adı geçen ülkelerin
özgül şartlarını, gelişme istek ve çabalarını ihmal
ederek, gelişmeyi AB yardımlarıyla kendiliğinden gerçekleşen
bir süreç olarak açıklamak mümkün değildir. Kaldı
ki, Türkiye’ye aynı ölçülerde AB yardımının yapılacağı
da şüphelidir. Çünkü nüfusu, gelişme düzeyi ve içinde
bulunduğu sorunlar bakımından Türkiye, Avrupa ülkelerinden
farklı bir konumdadır.
AB
ile entegrasyona karşı olan görüşü savunanlar Kopenhag
kriterlerine direnirken “Ankara kriterleri” gibi herhangi
bir kritere sahip görünmüyorlar. Sadece Türk Milletinin
henüz batılı anlamda demokratik olgunluğa ulaşmadığı,
insan hak ve hürriyetlerini tam ve mütekamil olarak
kullanma ehliyetine haiz olmadığı şeklinde tamamen
subjektif bir iddiayı temel almaktadırlar. Türkiye’de
ne zaman geniş halk kitlelerini ilgilendiren bir gelişme
söz konusu olsa, askeri ve sivil bürokrasi içinde,
siyaset kurumu ve sivil toplum örgütlerinde ağırlığı
olan bu kesim karşı durmayı bir vazife bilmektedir.
Halka rağmen halkçılığı da elden bırakmayan sözde
bağımsızlıktan yana olan bu kesim Türkiye’de gelişmenin
yolunu tıkayan ve geniş halk kesimlerinin umutlarını
dış dünyaya bağlamasına sebep olan en büyük amildir.
AB’NİN
TÜRKİYE’YE BAKIŞI
Türkiye
1963 yılında Roma Anlaşmasının 238. Maddesi çerçevesinde
AET ile bir Ortaklık Anlaşması imzalamış ve AET’ye
ortak üye olmuştur. Ankara Anlaşması ve ardından bu
anlaşmanın uygulama esaslarını ve sürecini belirleyen
Katma Protokolün (1973) doğal sonucu AET’ye tam üyelik
değil, Gümrük Birliği’dir. Nitekim Katma Protokolde
belirlendiği gibi 22 yılın sonunda Gümrük Birliği
bir Ortaklık Konseyi Kararı’yla gerçekleşmiştir. İşin
ilginç yanı Ankara Anlaşması gereği 1976 yılından
başlamak üzere 1986 yılına kadar işgücünün serbest
dolaşımının gerçekleşmesi gerekirken AB tarafı bunu
uygulamaya koymamış, Avrupa Adalet Divanı da bir başvuru
üzerine “serbest dolaşım ile ilgili hükümlerin açık
ve kesin olarak doğrudan uygulanabilir hükümler olmadığı,
hedef niteliği taşıdığı”... yönünde karar vermiştir
(Karluk, 2002; 517). İşin daha ilginci, GB’ni yürürlüğe
koyan Hükümet, serbest dolaşımı söz konusu bile etmemiş,
Katma Protokolün ardından AB piyasaları Türk sanayi
ürünlerine (tekstil hariç) gümrüksüz olarak açılmasına
ve GB’nin Türkiye’ye yeni ve önemli bir katkı yapmamasına
rağmen bunu bir zafer olarak nitelemiştir.
Türkiye
hem ihracatı, hem de ithalatının %50’sinden fazlasını
AB ile yapmakta ve bu ticarette açık vermektedir.
Gümrük Birliği ile Türkiye’nin dış ticaretinin belli
ölçülerde AB içine kayması doğaldır. Çünkü GB’nin
ticaret artırıcı ve ticaretin yönünü iç pazara doğru
saptırıcı iki statik etkisi bulunmaktadır. Türkiye’nin
dış ticaret açıkları zaten kroniktir. Dolayısıyla
bu açıkları bütünüyle GB’ne bağlamak doğru değildir.
Kaldı ki GB’nin zaman içinde sanayiinin modernleşmesine,
yeniden yapılanmasına, rekabet gücü ve verimlilik
düzeyinin artmasına yönelik dinamik katkıları büyüktür.
Burada sorun Türkiye’nin GB ile ilgili kararlara katılamamasıdır.
Bu konuda daha önce yaptığı başvurular, kararlara
katılmanın ancak tam üye olmakla mümkün olduğu gerekçesiyle
reddedilmiştir. Halbuki tam üye olmaksızın gümrük
birliğine katılma Türkiye dışında hiçbir ülke için
söz konusu olmamıştır. Dolayısıyla AB’nin söz konusu
gerekçesi ciddi bir mesnetten yoksundur.
Tam
üyelik başvurusuna gelince, Türkiye Ankara Anlaşması’nın
hükümleri henüz sonuçlanmadan ve bu anlaşmadan bağımsız
olarak, Roma Anlaşmasının 237, AKÇT 98 ve AAET 205.
Maddelerine istinaden bir Avrupalı devlet olarak 1987
yılında Avrupa Topluluklarına tam üyelik başvurusu
yapmıştır (HDTM, 1993; 244). Uzun incelemelerden sonra
bu başvuruya verilen cevap ilginçtir. O kadar ki,
AB’nin Türkiye’ye bakışını da ortaya koymaktadır.
İktisadi ve sosyal gelişimi Yunanistan, İspanya ve
Portekiz’le karşılaştırılan Türkiye’nin gelişme düzeyinin
düşük olması sebebiyle tam üyelik görüşmelerinin başlatılamayacağı
ancak Türkiye’nin tam üyeliğe ehil olduğu ve Gümrük
Birliğinin tamamlanması gerektiği ifade edilmiştir.
AB aynı yaklaşımını 1993 Kopenhag Zirvesinde ve AB’nin
2000’li yıllardaki gelişme projeksiyonunu ele alan
Gündem 2000 raporunda, Türkiye’yi aday ülkeler arasında
göstermeyerek ve bu raporu 1997 Lüksemburg Zirvesinde
kabul ederek göstermiştir. Aynı tavır Avrupa Güvenlik
ve Savunma Politikası’na başvuruda da gösterilmiştir.
Adaylık sürecinin dışına itilmesinin Türkiye’yi Avrupa
dışında arayışlara iteceği görülmüş olacak ki, 1999
Helsinki Zirvesinde Türkiye’nin adaylığı Merkezi ve
Doğu Avrupa Ülkeleriyle eşit statüde tekrar teyit
edilmiştir. Burada AB’nin temel yaklaşımında bir değişiklik
söz konusu değildir: Türkiye tam üye olmasın, ancak
yakın işbirliği içinde kalsın. Kararlar AB organlarınca
alınsın, Türkiye tarafından itirazsız uygulansın.
SON
SÖZ
Türklerin
Avrupa topraklarına ayak basmalarından itibaren soyo-ekonomik
ve siyasal ilişkiler içinde bulundukları AB ülkeleri
ile tam üyelik olsun veya olmasın yakın işbirliği
ve ilişkileri devam edecektir. 65 milyon genç ve dinamik
bir nüfusa, potansiyel olarak büyük bir pazara sahip
Türkiye Avrupa için ekonomik, siyasal ve askeri açıdan
önemlidir. Yakınçağ siyasi tarihi incelendiğinde görülecektir
ki Türkiye gibi bölgesel iktisadi ve siyasi güce sahip
bir ülkeyi Avrupa’nın tamamen dışlaması mümkün değildir.
Her şeyden önce bu AB’nin çıkarlarına aykırıdır. Dolayısıyla
Türkiye’de geniş ölçüde işlenen, AB’nin öne sürdüğü
şartlara boyun eğilmezse AB Türkiye’yi dışlar, iddiası
gerçeklerle bağdaşmamaktadır. Bu iddia iç siyasal
mücadele açısından anlamlı ise de reel politik açıdan
pek anlamlı değildir.
AB’ye
üye olmak veya olmamak tamamen Türklerin gelecek tasarımıyla
ilgili bir konudur. Türkiye, geçmişinde bir imparatorluk
olan belli bir misyonu ve medeniyeti ister istemez
temsil eden ve bölgesinde kendisinden bölge ve dünya
barışı için çok şeyler beklenen bir ülkedir. Hal böyle
iken ve AB tarafından bütün ve eşit bir üye olarak
kabul görmez iken, geleceğini yalnızca AB’ye endekslemesi
doğru bir yöneliş olmayabilir. Buna karşılık AB ile
her düzeyde sosyo-ekonomik ve siyasi ilişkilerin geliştirilmesi,
AB müktesebatının ve Kopenhag kriterlerinin Türk insanına
fazla görülmemesi hayati önemi haizdir.
Gümrük
Birliğine gelince, bu konuda yapılacak şey , GB’ne
ilişkin Ortaklık Konseyi Kararının gözden geçirilerek
Türkiye’nin bu konudaki kararlara doğrudan katılımın
sağlanması, üçüncü ülkelerle ilişkilerinde belli düzeylerde
karar alma hakkını elde etmesi, GB’nin Türkiye’ye
maliyetini dengelemek üzere, işgücünün serbest dolaşımının
sağlanması gerekir. Bütün bunlar yapılamadığı takdirde
GB’nin alanının daraltılması konusunda Türkiye’nin
inisiyatifi ele alması gerekebilir. AB taraftarlarınca,
AB Anlaşmaları ve müktesebatı “çağdaş kutsal metinler”
biçiminde algılandığından bu önerilerin gerçekleşmesi
imkansız gibi görülebilir. Ancak AB’nin sosyo-ekonomik
çıkarlarının son derece farkında olduğu, İngiltere
ve Danimarka’ya diğer üyelere tanımadığı önemli tavizler
verdiği göz önüne alınırsa imkansız olmadığı görülecektir.
Kaldı ki bu hakkaniyete daha uygun düşen bir çözümdür.
Çünkü Türkiye Gümrük Birliği’nden dolayı ekstra yükümlülükler
altındadır. n
Kaynakça
Bozkurt,
V. (1987), Avrupa Birliği ve Türkiye, Alfa, İstanbul.
HDTM
(1993), Avrupa Topluluğu ve Türkiye, Ankara.
Karluk,
R. (2002), Avrupa Birliği ve Türkiye, Beta, İstanbul.
Rupp,
M. (2002), Avrupa Birliğine Girmede Türkiye’nin Öncelikleri,
Mercek, ss. 66-69, İstanbul.
TİSK
(2002), Avrupa Birliğine Aday Ülkeler Kıyaslama Raporu,
İstanbul.