Türkiye’nin
Avrupa’ya dahil olma sürecinin iki yüz yıllı aşan
bir geçmişi olduğunu söylemek abartma olmaz. En azından
sivilleşme hareketlerine katılma isteği Mustafa Reşit
Paşa döneminden beri dillendiriliyor. Ancak, adı “Ortak
Pazar” (Avrupa Ekonomik Topluluğu) olana katılmak
için ilk başvuru, 31 Temmuz 1959 da yapıldı ve aradan
43 yıl geçti. Türkiye’nin ortaklık için başvurduğu
tarihten bu yana Ortak Pazar üç defa isim değiştirdi.
Önce Avrupa Topluluğu (AT), daha sonra da Avrupa Birliği
(AB) oldu. Fakat, Türkiye hala adaylık odasında beklemeye
devam ediyor. Bu zaman zarfında sürece dahil olan
ülke sayısı 6’dan 15’e çıktı. Şuan 12 aday ülke sırada
bekliyor ve Türkiye 13’üncü sırada olma ayrıcalığına
sahip! İşte bu noktada, şu sorulara cevap arama gereği
vardır sanırım. AB’nın karar vericileri Türkiye’yi
içlerine alma konusunda samimi bir niyet taşıyorlar
mı? Batı medeniyeti ve dolayısıyla AB, gerçekte ne
anlama geliyor? AB’ye üyelik daha fazla; refaha, özgürlük
ve demokrasi ile eş anlamlı mı? Aradan kırk üç yıl
geçtikten sonra hala adaylar arasında sonuncu olmak
ne anlama geliyor? AB olmuş, bitmiş, tamamlanmış bir
süreç midir? Türkiye gibi ekonomikgelişmişlik düzeyi
“geri” bir dizi ülkenin (12 +Türkiye) AB’ye dahil
olması ne anlama gelebilir? Türkiye’yi yöneten ekibin
gerçekten Avrupa’ya katılmak gibi bir niyeti var mı?
Daha
fazla üretim ve daha fazla kazanmanın ekonomik bir
sistem olarak sahneye çıktığı sanayi devriminden sonra,
Batı Avrupa nın egemen çevreleri, Osmanlı İmparatorluğunu
hem kendi dışlarında tutma, hem de kendilerinden fazla
uzaklaştırmama gibi ikili bir siyaseti tercih etmişlerdi.
Ekonomik, ticari, stratejik ve jeopolitik çıkarları
bunu gerektiriyordu. Söylem ve kullandıkları dile
rağmen, Osmanlıları (bu tanım Türkiye Cumhuriyeti’ni
de kapsar) içlerine alma gibi istekliliği ifade eden
herhangi bir işaretin olduğunu söylemek çok güçtür.
Ama hep alacakmış gibi davranmayı tercih ettiler.
Bu noktada bakıldığında, Batı Avrupa’nın egemenleri
açısından ciddi bir ikircikli politikanın söz konusu
olduğu açıktır. Bununla birlikte, Türkiye’yi yöneten
iktidar seçkinlerinin de Avrupa’ya dahil olmak için
samimi bir niyet taşıdıklarını söylemek büyük bir
yanılgı olur. Ancak, Avrupa ya dahil olma ve Avrupalı
olma, her dönemde, topluma önemli bir hedef olarak
sunuldu. Gerçekte ise bu sunum ideolojik bir manipülasyon
olmaktan öteye geçmiyordu. Çünkü Avrupa; bir bolluk,
refah, özgürlük ve demokrasi beşiği, velhasıl bir
“yeryüzü cenneti” olarak sunuluyordu. Yönetici kesim
için, halkı ve kısmen de kendi çevrelerini aldatmak
için, Avrupalı olma retoriği etkin bir kullanım aracıydı.
Böylece topluma bir hedef gösteriliyor ve o hedefe
ulaşıldığında sorunların nihai çözüme ulaşacağı mesajı
verilmek isteniyordu. Belki de tam bu noktada, üzerinde
yeniden düşünülmesi gerek Avrupa’nın tarihi geçmişidir.
İnsanlara
sunulan Avrupa imajı asıl Avrupa’ya ait olmaktan oldukça
uzak ve efsane Avrupa’yla ilgili bir imajdır. Gerçek
ise oldukça farklıdır. Avrupa ve onun politikaları;
batılı devletler tarafından sömürgeleştirilmiş, köleleştirilmiş,
jenositler, katliamlarla tarih sahnesinden silinmiş,
yurtlarından sürülmüş, kimlikleri, kültürleri tahrip
edilmiş, yoksulluğa, açlığa, çaresizliğe mahkum edilmiş
tüm halklar için farklı biçimde algılanıyor ve bu
şekilde algılanması da doğaldır. Bu algılamanın temel
noktası ise batının zenginliği ile ilgilidir. Batının
zenginliği, kendi yoksullarının sömürüsüne dayanmamaktadır.
Avrupa’nın zenginliği, dünyanın geri bırakılmış toplumlarının,
yani toplum bilimci Fanon’un tanımıyla “yeryüzünün
lanetlilerinin”, insani ve doğal kaynaklarının, sömürüsüne,
talan ve yağmasına dayanmaktadır. Başka türlü ifade
etmek gerekirse, birinin zenginliği diğerlerinin yoksulluğu
pahasına oluşmuş ve halada oluşmaya devam etmektedir.
Bu sömürü sürecinde batı uygarlığının kusuru, sadece
dünyanın geri bırakılmış toplumlarının yoksulluğu
ve sefaleti pahasına gerçekleşmekle kalmıyor. Sahip
oldukları aç gözlük ve sömürü kültürü doğal çevrenin
tahribi, doğal dengenin bozulması ve ekolojik yıkımla
birlikte yol almaktadır.
Diğer
önemli bir nokta ise Avrupa demokrasisi ile ilgilidir.
Avrupa’nın bir “demokrasi cenneti” olduğu son derece
yaygın bir kabuldür. Ancak bu kendi içinde, yani batılı
toplumlar ile batılı devletler arasında var olan karşılıklı
güven sonucu oluşmuş bir ilişkidir. Kendi halkının
demokratik hakları konusunda oldukça hassas davranan
Avrupa’nın, benzer duyarlılığı diğer toplumlar için
göstermediği bilinen bir gerçektir. Bu çerçevede cevabı
aranması gereken soru; Avrupa’nın Batısında ve Avrupa
dışındaki 20-30 ülkenin refahı ve demokrasisi ile
150-160 kadar ülkedeki sefalet ve demokrasi yoksunluğu
arasında bir ilişkinin olup olmadığıdır! Geri bırakılmış
toplumların demokratik talepleri ile batılıların ekonomik
sömürüleri arasında derin bir ilişkinin olduğu inkar
edilemez. Avrupalılar, ekonomik çıkarları ve sömürüleri
için, geri kalmış toplumlardaki antidemokratik uygulamaları
görmezlikten geldiği ve hatta desteklediği bilinen
bir gerçektir. Bu ise batı uygarlığının izah edemediği
ve aşamadığı ciddi bir sorundur.
Avrupalıların
demokrasi konusundaki bu ikircikli davranışlarına
ülkemizdeki uygulamalar da açık bir örnektir. Batılılar
ile iktidar seçkinleri arasındaki ilişkilere göre
toplumun hak ve özgürlük alanı tayin edilebilmektedir.
Yakın dönemlerde “demokratikleşme adına” yapılanların
son tahlilde, eskiyi sürdürmek için “yeni” veya “farklı”
bir şeyler yapılıyormuş izlenimi yaratmak amacının
dışında bir sonucunun olmadığı açıkça gözlenmektedir.
Çünkü; insanların, bireysel haklarının farkında olmasının
ve “yurttaş”, “vatandaş” bilincinin oluşmasının bürokratik
sistem tarafından engellendiği bir toplum söz konusudur.
Böylesi bir toplumsal yapıda, yönetmek ve manipüle
etmek son derece kolaylaşmaktadır. Zaten, toplumsal
kültürün, “kutsal devlet” ve “kışla bilinci” ile yoğrulmuş
olduğu bir toplumda, olup-bitenlerin gerçek anlamının
kavranmasını ve teşhir edilmesini beklemek de güçtür.
Ülkemizi, ekonomik anlamda “IMF ve Dünya Bankası ekonomisi”,
siyasal anlamda ise batı merkezlerinin yetiştirdiği
iktidar seçkinleri yönetmeye devam ettikçe, Avrupa’ya
katılma bir retorik olmanın ötesine geçmeyecek ve
bunun böyle olduğunu anlamak için de uzun bir zamana
gerek kalmayacaktır.
Türkiye’nin
AB’ya tam üyeliğinin kısa ve orta vadede olası görünmediği
yaygın bir kanıdır. Bir kere aday ülkenin tam üyeliğe
kabulü için, Kopenhag kriterlerine uyum gerekiyor.
Bu kriterlerden ilki, “azınlık haklarına saygılı”
bir siyasi demokrasinin kurulmasıyla ilgili. Ancak
azınlık hakları aslında bir söylemdir. Asıl söz konusu
olan pek bir kıymet-i harbiyesi olmayan (içi boşaltılmış)
bireysel haklardır. Buna rağmen, Türkiye azınlık hakları
konusunda geleneksel yaklaşımını sürdürdükçe siyasi
demokrasi kriteri her zaman Avrupalılar tarafından
bir “uyumsuzluk” nedeni sayılabilir. Buradan giderek,
Batı Avrupalıların Türkiye’deki demokrasiyi sorun
ettikleri anlamı çıkarılmamalıdır. Zira, Avrupalıların
asıl sorunu, ticari, ekonomik ve jeopolitik çıkarlarıyla
ilgilidir. Dolayısıyla demokratik işleyiş Türkiye’nin
AB’ye katılmasında hiçbir zaman “asıl engel” veya
“kolaylaştırıcı unsur” olmayacaktır. Ancak, Türkiye’den
ekonomik ve ticari ödünler koparmak için bu kozu sürekli
bir biçimde öne sürülmektedir ve gelecekte de sürülecektir.
Türkiye
açısından bakıldığında, asıl sorun; AB politikaları
olan “Avrupa kazanımları” veya “mevzuatı” denilene
uyum sağlamadır. Söz konusu mevzuata uyum sağlamak
belirli bir zaman gerektiriyor. Türkiye’nin bu güne
kadar ki performansı, bu alanda iyimser olmaya veya
iktidar seçkinlerinin samimi olduklarına inanmaya
büyük bir engeldir. Siyasi iktidarların ve bürokrasinin,
çokuluslu şirketlerden ve uluslararası finans kuruluşlarından
(İMF, D.B. DTO vb.) gelen direktiflere karşı sergilediği
duyarlılığı Avrupa mevzuatına uyumda görmek mümkün
değildir.
Mevcut
tartışma ortamında önemli bir gerçek daha gözden kaçırılmaktadır.
Gündeme gelmeyen ve AB’ye katılmak için ileri sürülen
kriterler arasında yer almayan temel unsurlardan birisi
ise; Söz konusu kriterlere uyulup - uyulmadığına,
koşulların oluşup – oluşmadığına ve aday ülkenin
performansının “yeterliliğine” de AB yetkililerinin
karar verecek olmasıdır. Gözden kaçırılmaya çalışılan
bu nokta ise; adaylığın hiçbir zaman, tam üyeliğin
garantisi olmadığı anlamına gelmektedir.
Eğer,
mevcut AB ailesine sırada bekleyen 12 aday ülke ve
13’üncü olarak Türkiye katılırsa, yani 13 ülkenin
tam üyeliği söz konusu olursa, AB ikili bir yapıya
kavuşacak demektir. Bir tarafta merkezi oluşturan
zengin AB, diğer tarafta da “çevre Avrupa”. Aslında
bu durum mevcut yapıdan önemli bir sapma anlamına
gelmeyebilir. Çünkü, mevcut ekonomik sistem zaten
hiyerarşik bir sistemdir. Gelişmişlik düzeyleri açısından
yakın ekonomiler, bir birini tamamlayan bir bütün
gibidir. Bu durumda; böylesi bir birliğe ortak olan
Türkiye ile, onun dışında kalan bir Türkiye arasındaki
farkın, beklenen veya umulandan çok daha küçük olma
ihtimali oldukça güçlüdür. Dolayısıyla Türkiye’nin
tam üyeliği gerçekleşse dahi, Türkiye’nin ekonomik
yapısı ve gelişmişlik düzeyinde, bu günkü durumdan
çok farklı bir manzara söz konusu olmayabilir. Zaten
tam üyelik hedefi, kitlelere bir hedef göstermekle
ilgilidir. Bunun için “Gümrük Birliği” anlaşmasının
imzalanmasına yakın günlerde yaratılan havayı hatırlamak
yeterlidir. Öyle bir imaj yaratılmıştır ki, Türkiye
Gümrük Birliği’ne girmekle refah ve bolluk denizine
adım atmış sayılıyordu. Aradan beş yıl geçtikten sonra,
gerçek fotoğrafın beklenenden farklı olduğu anlaşılmıştır
sanırım. Türkiye; bugün nasıl eşit olmayan ilişkiler
içindeyse ve bu süreçten hep zararlı çıkıyorsa, birliğin
genişlemesi durumunda da eşitsiz ilişkiler kaldığı
yerden devam edecektir.
Şu
an yaşanmakta olan karmaşa ortamında gözden kaçan
bir husus da AB’nin daha şimdiden olmuş - bitmiş bir
şey olarak görülmesidir. Batı Avrupa, dünyanın üç
büyük ekonomik gücünden biri olmakla birlikte, henüz
gerçek anlamda bütünleşmiş bir yapıya karşılık gelmemektedir.
Mevcut durum; farklı devletlerin, ekonomik ve siyasal
amaçlar için yan yana gelmesinden ibarettir. Örneğin
bir iki istisna dışında, AB çokuluslu şirketlerinden
değil de Alman, İngiliz, Fransız, vb. çok uluslu şirketlerinden
söz ediliyor. Amerikan veya Japon çokuluslu şirketleri
gibi AB’nın çokuluslu şirketleri henüz oluşmadı.
Avrupa devletlerinin, ABD den en önemli farkı, sahip
oldukları sosyal politikalarıdır. Ve Avrupalı halklar
bunu oldukça fazla benimsemiştir. Ancak, AB’nin ciddi
bir sosyal projesinin olmadığı bilinmektedir. Böyle
bir proje yokluğu ise, birliğin yara alabilirliğini
büyüten bir unsur olmaya devam edecektir. Avrupalı
kitlelerin tutarlı bir sosyal projesi olmayan bir
“Birliğe” uzun süre destek vermeleri, değilse, tepkisiz
kalmaları düşünülemez. Zaten son yıllarda Avrupa da
yapılan seçimlerin sonuçları incelendiğinde bu destekteki
azalma rahatlıkla gözlenebilecektir. Daha da önemlisi
dünya siyaseti açısından da Avrupa’nın ABD’nin koltuğu
altından çıkamadığı ve çıkmasının pek olası olmadığıdır.
Bir kere NATO’nun, S.S.C.B.’nin ve Varşova Paktı’nın
sahneden çekilmesine rağmen varlığını sürdürmesi,
NATO’nun ABD çıkarları doğrultusunda kullanılmaya
devam edilmesi anlamını taşıyor. Öte yandan AB’nın
ABD’den bağımsız bir dünya vizyonu, bugün için, mevcut
değildir. Bütün bunlar, AB’nin nihai bütünleşmesinin
henüz kesin olmadığının göstergeleridir. Dolayısıyla,
mevcut durum bir çeşit çokuluslu şirketler federasyonu
görüntüsü veriyor. Başka türlü ifade etmek gerekirse,
mevcut yaklaşımlarda radikal bir değişiklik olmadan
Avrupa projesi silikleşmeye devam edecektir.
Türkiye’nin
AB’ye tam üyeliğinden farklı kesimlerin değişik beklentileri
var. Bir kere soldan sağa geniş bir kesim, Türkiye’nin
tam üyeliği halinde demokratik haklar alanının genişleyeceği,
demokrasinin güçleneceği, insan hakları ihlallerinin
ortadan kalkacağı beklentisi içinde. Sanırım bu noktada;
demokrasi, özgürlük ve insan hakları alanındaki kazanımlarla
ilgili olarak yoğun bir kafa karışıklığı mevcut. Gözden
kaçırılan önemli bir noktanın olduğu gerçektir. Demokrasi,
özgürlük ve insan hakları öncelikle bir düşünce ve
zihniyet ürünüdür. Bunlar; insanın birey olmasına,
vatandaş olmasına, kendine ait haklarının bulunduğuna
inanması ve onları kullanma iradesi göstermesine,
bu uğurda kararlı olmasına bağlı olarak gelişir veya
yok olur. Bu haklar, birilerinin “verin” demesiyle
verilebilecek haklar değildir. Yaşamak zorunda kaldığımız
baskı ve sıkıntıların sonucunda farkına vardığımız
ve gerçekten içimize nüfuz edemeyen bu kavramlar,
ithal edilebilecek birer mal olmaktan oldukça uzaktırlar.
Demokrasi, özgürlük ve insan hakları için bireyde,
toplumda ve devlette ciddi reformlar gereklidir. İnsanlığın
ortak ürünü olan bu kavramları içselleştirmek ve bu
anlamda devleti de dönüştürmek toplumun elindedir.
Avrupalıların; kendi içlerinde demokrat, ülkeleri
sömürmek ve bölmek için özgürlükçü, daha fazla ekonomik
çıkar için insan hakları savunucusu davrandığına ilişkin
ciddi kaygılar söz konusudur. Kendi içinde masum unsurlar
bulunsa dahi!
AB’ye
katılım ve bundan beklentiler konusunda en gerçekçi
olanlar, büyük sermaye çevreleridir. Türkiye’deki
büyük sermaye, zaten batılı sermayenin bir uzantısı
değilse dahi, en iyi koşullarda onun yerli taşeronudur.
Dolayısıyla büyük sermayenin daha yoğun bir bütünleşmeden
çıkarı olabilir. Fakat, Türkiye’de büyük sermayenin
büyüklüğüyle orantılı bir gücü yoktur. Bu durum, sermaye
çevreleri açısından, ülkemize has bir özelliktir.
Sermayenin “devlet serasında” yetişmiş/yetiştirilmiş
olmaktan gelen zaafları, onun ekonomik gücüyle orantılı
bir siyasal-ideolojik rol oynamasını engellemektedir.
Oysa, tipik batılı bir sosyal formasyonda ekonomik
gücü elinde tutan siyaseti de belirlemektedir. Belki
de yerli sermayenin AB konusundaki aşırı istekliğinin
arkasında yatan gerçeklerden biriside budur.
Sonuç
olarak; şu an ülkemizde AB’ye katılım konusunda, düzeyli
bir tartışma yerine, yoğun bir manipülasyon yaşanmaktadır.
Değişik çevrelerce yürütülen bu düşünsel saptırma,
illüzyonik bir gösteri boyutunu aşmıştır. Bu kampanya;
coğrafyamızın ve yüzlerce yıllık tarihimizin ortaya
çıkardığı birikimden yararlanıp, büyük düşünme ve
geleceği tasarlama yeteneğinden yoksun olan kesimlerce
yürütülmektedir. Bu yoksunluk ise; Osmanlıdan bu yana,
ülkemizdeki her türlü tartışmanın gerilimlere ve bölünmeler
kaynaklık etmesine neden olmaktadır. Yani, devletin
ve aynı zamanda toplumun her türlü gelişme karşısındaki
tavrı, olayı anlama ve kendi gerçeğine uyarlamadan
öte, reflekslere dayalı bir tavır geliştirme temeline
dayanmaktadır. Bu ise “ortak aklın” oluşmasını ve
bunun ülke menfaatleri için kullanılmasını önlemektedir.
Bu ülke, “Adriyatik’ten Çin Seddine” kadar olan bir
coğrafyayı etkileyecek bir tarihi birikime sahiptir.
Büyük düşünme ve geleceği tasarlama yerine, AB’ye
katılımı, tek çıkar yol olarak sunmak teslimiyetçilikten
öte, Avrupa’dan alınabilecek katkıları, en azından,
sınırlamaktır. Yapmamız gereken; bütün dünyanın önemsediği
ve farkında olduğu coğrafik konumumuza, orta doğu
ve orta Asya halkları ile var olan kültürel bağlarımıza
dayanarak, zaten güçlü ilişkilere sahip olduğumuz
batı ile, yeni ve karşılıklı çıkar temelinde, ekonomik
ilişkiler geliştirmektir. Bu arada unutulmaması gereken
olgu; dış ilişkilerde hiç bir olayın alternatifsiz
olmadığıdır! Yeter ki, siz yönetme ve ilişki kurma
iradesini gösterin.