Sol
ile sağın mücadelesi, yanlış ve aynı ölçüde yaygın
olarak, kutsal ile kutsal olmayanın mücadelesi olarak
algılanmıştır.
Sağ,
kutsal değerlerin bekçisi, sol ise onları yıkmaya
çalışan ve yerine hiçbir şey koyamayacak bir kötülük
gücü olarak sunulmuştur.
Bu
algılama tarzının ortaya çıkışında, sağın, din ve
kutsal kavramlarını birbirinin yerine geçirerek
kullanması, kutsal ile dini özdeşleştirmesi elbette
önemli rol oynamıştır.
Sol
ise bu anlayışı derinleştirmek için hemen hemen
elinden gelen her şeyi yapmıştır.
Kapitalist
bir toplumda “yeni bir hayat”a ilişkin arayışları
“kapitalist bir sınıfa”, yani proletaryaya, ihale
eden marksizmin, “solun” tarihinindeki en büyük
tahribatın kaynağı oluşu buradan kaynaklanmaz. Sola
uzun süre egemen olan marksizmin yarattığı en büyük
tahribat, solun “kutsalla” ilişkisinde yarattığı
yıkımdır.
Eğer
solun marksizmden öncesi ve marksizmden ötesi olmasaydı,
bugünrahatlıkla, bir dizi yazarın yaptığı gibi,
“solun devrini doldurduğunu” kabul edebilirdik.
Ama bereket hem öncesi ve hem de ötesi vardır.
Şimdi
bu tahribata ve bunun, aslında, nasıl da, solun
“özüne” yönelik bir tahribat olduğuna yakından bakalım.
Okurumu,
Lao-Tze’den yaptığım alıntıyı ve buraya kadar yazdıklarımı
bir daha hatırlamaya davet ediyorum. Ne demiştik;
“Sol” “burada olmayan”ı arar, onun peşindedir. “Varlık
olmayan”ın sırlarının peşindedir, varlığın sınırlarını
korumanın değil. Tam da bu noktada karşımıza “Kutsal”
kavramı çıkar. Yakından bakılınca, görülecektir
ki, “kutsal” hiç de sağın sahip çıkıp korumaya,
solun da karşı çıkıp yıkmaya çalıştığı bir şey değildir.
Nedir
“kutsal”? Burada farklı bazı tanımlarını vereceğim
ama öncelikle Georges Bataille’nin bir tanımından
yola çıkmak istiyorum.
“Bataille’e
göre kutsal, esasen ve bir anlamda, bütün biçimleriyle
hayatın şaşılacak derecede coşması, bollaşması,
gelişigüzel ve aşırıya kaçacak şekilde her şeyi
istila etmesidir. Hayatın her şeyi istila etmesinin,
nesneler düzeninin devamı için, belli bir tarzda
sınırlanması, önlenmesi gerekir. Profan olan da,
aynı şekilde ve kutsalın karşı kutbu olarak tanımlanır.
Bu açıdan profan, kutsalın her şeyi istila etmesini
engelleyen, bir benttir. Bu bent olmasaydı, insan
hayatı, insana özgü bir hayat imkânsız olurdu.”
(Din Bilim Yazıları I içinde “Dinbilim Yorumuna
Giriş” Guy Menard. Alfa Yayınları İst. Kasım 2001
s. 33 Çeviren: Zeki Özcan)
Burada
yeni bir kavram çiftiyle buluşuruz; kutsal ve profan.
“Nesnelerin
düzeni profandır; bu profan düzenin temelinde bilinç,
akıl, çalışma ve yasaklar vardır. Eğer profan düzen,
insan hayatının var oluşuna, insan hayatı olarak
izin verirse, kendi tarzında ölümün de taşıyıcısı
olur. Daha doğru konuşmak gerekirse profan, insan
hayatını mümkün kılan şey ise de hayatın taşıyıcısı
ve kaynağı değildir. O daha çok bir bent, bir baraj,
bir frendir. Zamanla profan düzen yorulur, eskir,
uyuşur, donuklaşır, özünü boşaltır. Bu anlamda profan,
yeniden doldurulabilir pil gibidir. O, sürekli olarak,
yeniden diriltilmek, yenileştirilmek, gençleştirilmek,
hayatın kozmik bolluğu olan tükenmez hazineden,
yani sonuç olarak kutsaldan enerji alarak doldurulmak
ihtiyacındadır.” (a.g.e. s. 34-35)
“Profan”ın
bekçisi kimse, yani nesnelerin varolan düzenini
kim bekliyorsa o “sağ”dır. Sağ, bu bekçiliği, elbette
kutsalın her türüne sırtını dönerek yapmaz, yapamaz.
Bu işlevi daha çok, onu kontrol altında tutarak,
basınç arttığında uygun dozlarda serbest bırakarak
yerine getirir. Bu, tamamen günlük anlamda kullanılan
“din” kavramına tekabül eder. Bu sırada “din”in
“varolan”a ilişkin vurguları şüphesiz ön planda
ele alınacaktır. “Varolmayan”a yaptığı tüm göndermeler
şüphesiz ki “yeni” bir şeyleri tehlikeli biçimde
çağırabilecektir.
Oysa
yeniyi arayan sol değil miydi? Bu durumda, tuhaf
bir şekilde “seküler” olan bir sağ ve yine aynı
şekilde “seküler olmayan” bir sol kavramıyla karşılaşmış
olmaz mıyız? Tam da burada önerdiğim, solun bütün
bu kavramlarla, yani metafizik, din, kutsal gibi
kavramlarla bir kez daha cesaretle halleşmesidir.
Modern sol, bu kavramlara yaptığı bugüne kadar ki
egemen yaklaşımıyla büyük bir şeyi ıskalamaktadır;
Hayatı!
Elbette
kelimenin günlük anlamıyla solun “dindarlaşmasını”
öneriyor değilim. Sol elbette belirli bir dinin
kurallarına göre oluşturulan toplumsal yönetimlere
karşıdır ve bu anlamda laiktir. Ama bunu önerdiğimin
anlaşılabilecek – bir yanlış anlamayla– olması dahi,
genelde modern metafiziğin ve özelde solun, dinin
anlamını, olağanüstü ölçüde daraltmayı başarabilmiş
olmasındandır. Kavramın en geniş anlamıyla din,
herhangi bir şeriatın sınırları içine sıkıştırılamayacak
kadar zengindir ve aynı oranda çeşitlilik içerir.
Belki solun, “atalarından alması gereken yardım”
da burada bulunmaktadır.
Rollo
May, bu ataları, “ermişler” diye adlandırdığında
şunları söylüyordu; “Ermişler diye kutsallığa getirdikleri
yeni kavrayışlara dayanarak Tanrı’nın tükenmiş ve
yetersiz biçimlenişine başkaldıranları kastediyoruz.
Onları ölüme götüren öğretiler, toplumlarının ahlaksal
ve tinsel düzeyini yükseltti. Zeus’un, Olimpos Dağı’nın
kıskanç tanrısının yapacağı bir şey kalmadığını
anlamışlardı. Bu nedenle, Prometeus sevecenlik dinini
temsil eder. Ermişler, binlerce Filistinlinin ölümüyle
taçlanan İbranîlerin ilkel kabile tanrısı Yehova’ya
karşı başkaldırdılar. Onun yerine Amos’un, İşaya’nın,
Yeremya’nın imgeleri geldi. Başkaldırıları dindarlığın
anlamına yeni kavrayışlarla dahil edildi, kan verdi.
Paul Tillich’in çok güzel belirttiği gibi, onlar
Tanrı’ya, Tanrı’nın ötesindeki Tanrı adına başkaldırdılar.
Tanrı’nın ötesindeki Tanrı’nın sürekli ortaya çıkması
dinsel alandaki yaratıcı cesaretin göstergesidir.”
(“Yaratma
Cesareti” Rollo May, Metis Yayınları, çev. Alper
Oysal, s. 59)
Bu
nedenle, sık sık ileri sürüldüğü gibi, bir dizi
yazarın “solun ataları olarak”, birçok dinin alanında
türeyen heterodoks akımları, bu arada örneğin Türkiye’de
Şeyh Bedreddin vb’lerini saptamaları, anakronik
bir yanlış değil, aksine solcunun içindeki “delikanlımızın”
ölmediğini gösteren güçlü bir sezgi olduğu vurgulanmalıdır.
“Yeni hayat” arayışları, farklı çağlarda, farklı
metafiziklerin egemen olduğu çağlarda, farklı “don”larda
görünmüşlerdir. Hepsi o kadar! Şimdi ise, modern
solun, kutsala karşı takındığı tavırla kaybettiklerimizin
muhasebesini yapmamız gerekmektedir.
Oysa
modern solun tarihi, kendisiyle “kutsal” arasında
böylesi bir “akrabalık” bağı bulunduğunu keşfetmeye
müsaitti. Fransız Devrimi sırasında devrimi destekleyen
geniş halk kitleleri, kiliselere yönelik hücumlarını
kilise kurumuna yöneltiyorlardı, İsa’ya değil! Rus
Çarlığı’ndaki pek çok “komünalist” köylü ayaklanması,
bayrak olarak ikonaları kullanıyor ve İsa’nın vadettiği
özgürlük ve eşitliği talep ediyordu. Latin Amerika’daki
“özgürlük teolojisi” akımı, aynı tarihte Avrupa’nın
en tutucu düzen bekçileri olan bir tarikatın, Cizvitlerin,
conquistador*lara karşı, hıristiyan olan yerli halkların
İsa nezdinde eşitliğini savunmalarıyla başlamamış
mıydı? Aynı hareket daha sonra Latin Amerika’nın
birçok ülkesinde sağcı diktatörlük rejimlerine karşı
solu desteklememiş miydi? İspanya gibi 1936’da toplam
mülklerin yüzde otuzunun kilise kurumunun elinde
bulunduğu bir ülkede anarşist köylüler – hem de
anarşist! – üstelik iç savaş gibi olağanüstü koşullarda
kiliseleri yakarken, ellerinde İsa ve aziz tasvirleri
taşımıyorlar mıydı? Vietnam Savaşı’nda Budist rahipler
Amerika’ya karşı solu desteklememiş miydi? Bu örnekler
kolaylıkla yaygınlaştırılıp çoğaltılabilir. Unutulmamalıdır
ki Marx’la Bakunin arasında I. Enternasyonal sırasında
vuku bulan tartışmalardan biri din konusundaydı.
Bu tartışmada Marx “Uluslararası İşçi Derneği”nin
(Enternasyonal’in o günkü adı) üyelerinin ateist
olması gerektiğini savunurken, birçok alanda modern
metafiziği “metafizik karşıtı” sanmakta ondan geri
kalmayan Bakunin, bu teze şiddetle karşı çıkıyordu.
Nihayet, Rus anarşist hareketinin önde gelen isimlerinden
Peter Arshinov,
“Varlığının
derinliklerine bak. Hakikati orada ara ve kendinin
farkına var. Bunu başka hiç bir yerde bulamayacaksın”
diyordu. Bu, bin yılların kadim bilgeliğinin, “Tanrı’nın
ötesindeki Tanrı’yı” keşfetme çabasının modern çağın
bir sol aksiyonerinin ağzından dile gelişinden başka
bir şey değildi. Hepsi aynı yeri işaret ediyorlardı.
Kişinin kendi içini!
Fakat
kutsalsız da yaşanmıyordu! “Doğanın Diyalektiği”,
“Materyalizm ve Ampriokritisizm”, “Tarihsel ve Diyalektik
Materyalizm”, “Felsefenin Temel İlkeleri” gibi felsefe
“şaheser”leriyle metafizik ve kutsal problemini
“çözümlemiş” bulunan marksist sol, devrimle iktidara
geldiği tüm ülkelerde yeni bir “din” ihdas edecekti!
Kızıl
Bayraklar, Kızıl Kitaplar, meydanlara dikilen muazzam
“büyük önder” heykelleri, hiçbir masraftan kaçınılmadan
gerçekleştirilen geçit resimleri, Olimpos dağının
tanrıları olan politbüro üyeleri, bu ulaşılamaz
ve her söyledikleri birer hikmet olan varlıklar,
yeni dinin temelleriydi. Dünyanın çeşitli yerlerine
dağılmış marksist militanlar arasında bir tartışma
belirdiğinde, bunu çözmenin en kolay yolu, bir “Büyük
Usta”nın kitabından üzerine tartışma sürdürülen
konuyu “aydınlatacak” bir bölüm ya da en azından
bir cümle bulmakta yatıyordu.
“Küçük”
liderler ya bu peygamberlerin havarileri ya da bu
tanrıların peygamberleriydiler ve bunların yazdıkları,
yazdırdıkları, söylediklerinden derlenen her bir
hikmeti ezbere bilmekle yükümlüydüler. “Dinsiz sol”
içinde, dinin bu en amiyane tarzı sürüp gitmekte
ve çok az kişi bu süreçten rahatsız olmaktaydı.
Zaman zaman bu durumun, devrimin “garip” bir şekilde
nisbeten daha geri kalmış ülkelerde gerçekleşmesi
nedeniyle böyle olduğu şeklinde açıklamalar, ciddi
ciddi ileri sürülebiliyor, bunun geçici bir durum
olduğu, rahatsızlık duyan “kadrolara” anlatılıyordu.
Bu da ancak “din”, “tarikat” ya da “mezhep”te belirli
bir düzeye gelmiş, “sırrı” almaya hazır kadrolara
duyulan bir borçtu. Oysa ne Maurice Thorez’in Fransız
Komünist Partisi’nin ve ne de Nazi-Sovyet Saldırmazlık
Paktı imzalandıktan sonra Nazilerle ortak mitingler
düzenleyen Alman Komünistlerinin, “III. Dünya” komünistlerinden
herhangi bir farkı yoktu.
Ellerindeki
muazzam güç ve bin türlü manipülasyon aygıtına rağmen,
bu yeni dinin tanrı ve peygamberleri, yine de “kâğıttan
kaplan” gibiydiler. “Beatles”, “Rolling Stones”
daha sonra “Queen” gibi çağdaş ilahlar ve “bluejean”,
“coca-cola” gibi çağdaş ikonlardan ölesiye korkarlardı.
Korkunun ecele faydası yoktu, önce duvarları ve
sonra da kolossal heykelleri başlarına çöktü.
Devrimci
marksistlerden sadece Che Guevara, bu “devrilen
tanrıların” arasında yer almadı. Çünkü sadece o,
bütün otoriter yönelimlerine rağmen, iktidara yapışmamış,
“durup oturmayı” reddetmişti. Bugün belki de bu
nedenle, İsa tasvirlerine olağanüstü benzeyen vinyetiyle
sokaklarda utanmadan dolaşabilmektedir.
Solcu
tipolojisinden kalkarsak, modern çağ, sanılanın
aksine, yaratıcılığında güçlü bir kopuş gösterememiştir.
Keşiş-derviş, solcular vardır. Che Guevara, Buanevantura
Durruti, gibi. Kilise babaları vardır Marx, Engels,
Proudhon, Kautsky gibi. Peygamberler vardır Lenin,
Mao, Bakunin gibi. Pirler vardır, Tolstoy, Kropotkin,
Gandhi gibi. Engizisyon yargıçları vardır, Stalin,
Dzerjinski, Vişinski, Saint Just gibi. Sonuçta,
insan muhayyilesi, insan sayısı kadar çeşitli değildir.
Ve bu muhayyile, tarihsel dönemleri sanıldığından
daha fazla aşabilmekte, onun tarafından, sanıldığı
kadar belirlenememektedir. Egemen sol, hayatı ıska
geçti demiştik, bu, sonuçta yaratıcılığı ıska geçmeye
dönüşecekti, bu kaynaktan doldurulması gereken profan
nesnelerin düzeni ise, pili bittiğinde yıkılacaktı;
“Hiçbir
normal insan, bilinçli ve aklî faaliyetlerinden
ibaret değildir; çünkü modern insan sürekli düş
görür, sevdalanır, müzik dinler, tiyatroya gider,
film seyreder, kitap okur; kısaca o, tarihsel ve
doğal bir dünyada olduğu kadar varoluşsal, özel
bir dünyada ve hayali bir dünyada yaşar.” (Mircea
Eliade)
Bu
nedenle, 1989’da çöken, “reel sosyalizm”, “sosyalizmin
yanlış bir yorumu” vb değildi sadece. Bu açıklamalar,
artık, pek az insan dışında, hiç kimseyi tatmin
etmemektedir. Çöken, yalnızca, “iktisadi kalkınmaya
indirgenmiş bir sosyalizm” de değildi. Çöken, sosyalizmin
ve daha genelde solun, “partikülaristik” bütün tezleriydi.
Motoru siyasal ya da ekonomik alanlarda “bulunan”
bütün dönüşüm tezleriydi. Şimdi solun sorunu “yeni
hayat” istemini keşfedilecek yeni motorlara yüklemek
değil, bu istemi bütün kültüre yaymaktır. Oysa Paul
Tillich’in dediği gibi…” din, kültürün özüdür ve
kültür ise dinin biçimidir.” (Dinbilim Yazıları-1
içinde s. 120)
“Kutsal”ın
meşruiyetinin sola geri dönüşü, aynı zamanda solun
yıllardır süren “araçlar ile amaçlar” tartışmasına
da köklü bir çözümün yolunu aralayabilir. Sol üzerine
düşünenlerin pek çoğu, yıllardır “araçların amaçlara
uygun olmak zorunda olduğunu” artık kabul etmektedir.
Ama bu kabul ediş, genellikle, bir “sonuçtan test
etme” yöntemi izlemektedir ki, bu, kendi başına
çürük bir temeldir. “Harika amaçlar” için “rezilane
yöntemler” kullanılmadı. Sadece “harika amaçlar”
fazla irdelenmemişti. Bugün artık, o “amaçların”
ya da tasarlanmış herhangi bir gelecek kurmak ve
bunu boş ya da boşaltılmış bir tuvale resmetmek
durumunun harika olmadığını bilecek durumda olduğumuzu
düşünüyorum. “Yeni hayatın” başlayacağı yerin burası,
zamanın da “şimdi” olduğunu bildiğimizi düşünüyorum.
Kutsalın meşruiyetinin geri dönüşü – çok daha fazlası
gerek oysa ki– bize en azından Mircea Eliade’nin
dediği gibi tarihin yanıltmasından kaçınabilme
şansını sağlayacaktır. Tarih, oysa tarih, bütün
araç ve amaçları meşru göstermeye hazırdır.
Peki
kutsalın ötesindeki kutsalı ortaya çıkarmak için
neye ihtiyacımız var? “Saygı duyulan kutsalı” “aşılan
kutsala”, ahlaka ve etikle sınanan, zorlanan ahlakı,
yeni bir ahlaka dönüştürmek için neye ihtiyacımız
var? İhtiyacımız olan şey, belki de “yeni sol”un
anahtar kavramı, kurucu değeridir.
Modern
solun tarihi belki de her şeyden çok, “herkesin
eşit biçimde ezilebileceğini” göstermiştir. Eşitlik
kavramı için ne kötü bir kader! Ama yine modern
sol Fransız Devrimi’nin ünlü üçlüsü olan “Özgürlük,
Eşitlik, Kardeşlik” içinden sadece birincisini binbir
türlü şerhe gerek duymadan sineye çekememiştir.
Bu kavram, ortaya çıktığı her yerde bir dizi kavramsal
işkenceye tabi tutulmuştur. Çünkü diğer iki kavramla
karşılaştırıldığı anda bir yönüyle onlardan köklü
bir biçimde ayrıldığını ortaya koyar, bu özellik
aşkınlığıdır ve içrekliği daha doğrusu, içrek aşkınlığıdır.
“Yeni
Sol” iki ayak üzerinde durmalıdır, bunlardan biri
“Her tür tahakküm ilişkisinin meşruyetini reddetmektir.”
Ama bu negatif bir tutumdur, oysa negatif tutumlar
çok fazla yaratıcı enerji barındırmazlar. Bu ayak
“aşılacak kutsalı” gösterir. “Saygı duyulacak kutsal”,
öteki ayak, yaratıcı enerjinin kaynağı, özgürlüktür.
Türkçenin
belki de en büyük şansı özgürlük gibi bir sözcüğe
sahip olmasıdır. Çünkü Türkçe de özgürlük başka
hiçbir dilde olmadığı gibi aynı anda topluma ve
kişiye işaret eder. Özü-gür olmaya davet eder. Ursula
Le Guin’in dediği gibi “Devrim yapmaya değil, devrim
olmaya” davettir bu.n
*Latin
Amerika’nın İspanyol ve Portekiz fatihleri.