DÜŞÜNCE
REHA ÇAMUROĞLU
 

SOL ve KUTSAL

 
“… kutsal hakkında yapılabilecek ilk tanımlama, onun dindışının zıddı olduğudur.”    Mircea Eliade

Sol ile sağın mücadelesi, yanlış ve aynı ölçüde yaygın olarak, kutsal ile kutsal olmayanın mücadelesi olarak algılanmıştır.

Sağ, kutsal değerlerin bekçisi, sol ise onları yıkmaya çalışan ve yerine hiçbir şey koyamayacak bir kötülük gücü olarak sunulmuştur.

Bu algılama tarzının ortaya çıkışında, sağın, din ve kutsal kavramlarını birbirinin yerine geçirerek kullanması, kutsal ile dini özdeşleştirmesi elbette önemli rol oynamıştır.

Sol ise bu anlayışı derinleştirmek için hemen hemen elinden gelen her şeyi yapmıştır.

Kapitalist bir toplumda “yeni bir hayat”a ilişkin arayışları “kapitalist bir sınıfa”, yani proletaryaya, ihale eden marksizmin, “solun” tarihinindeki en büyük tahribatın kaynağı oluşu buradan kaynaklanmaz. Sola uzun süre egemen olan marksizmin yarattığı en büyük tahribat, solun “kutsalla” ilişkisinde yarattığı yıkımdır.

Eğer solun marksizmden öncesi ve marksizmden ötesi olmasaydı, bugünrahatlıkla, bir dizi yazarın yaptığı gibi, “solun devrini doldurduğunu” kabul edebilirdik.  Ama bereket hem öncesi ve hem de ötesi vardır.

Şimdi bu tahribata ve bunun, aslında, nasıl da, solun “özüne” yönelik bir tahribat olduğuna yakından bakalım.

Okurumu, Lao-Tze’den yaptığım alıntıyı ve buraya kadar yazdıklarımı bir daha hatırlamaya davet ediyorum. Ne demiştik; “Sol” “burada olmayan”ı arar, onun peşindedir. “Varlık olmayan”ın sırlarının peşindedir, varlığın sınırlarını korumanın değil. Tam da bu noktada karşımıza “Kutsal” kavramı çıkar. Yakından bakılınca, görülecektir ki, “kutsal” hiç de sağın sahip çıkıp korumaya, solun da karşı çıkıp yıkmaya çalıştığı bir şey değildir.

Nedir “kutsal”? Burada farklı bazı tanımlarını vereceğim ama öncelikle Georges Bataille’nin bir tanımından yola çıkmak istiyorum.

“Bataille’e göre kutsal, esasen ve bir anlamda, bütün biçimleriyle hayatın şaşılacak derecede coşması, bollaşması, gelişigüzel ve aşırıya kaçacak şekilde her şeyi istila etmesidir. Hayatın her şeyi istila etmesinin, nesneler düzeninin devamı için, belli bir tarzda sınırlanması, önlenmesi gerekir. Profan olan da, aynı şekilde ve kutsalın karşı kutbu olarak tanımlanır. Bu açıdan profan, kutsalın her şeyi istila etmesini engelleyen, bir benttir. Bu bent olmasaydı, insan hayatı, insana özgü bir hayat imkânsız olurdu.” (Din Bilim Yazıları I içinde “Dinbilim Yorumuna Giriş” Guy Menard. Alfa Yayınları İst. Kasım 2001 s. 33 Çeviren: Zeki Özcan)

Burada yeni bir kavram çiftiyle buluşuruz; kutsal ve profan.

“Nesnelerin düzeni profandır; bu profan düzenin temelinde bilinç, akıl, çalışma ve yasaklar vardır. Eğer profan düzen, insan hayatının var oluşuna, insan hayatı olarak izin verirse, kendi tarzında ölümün de taşıyıcısı olur. Daha doğru konuşmak gerekirse profan, insan hayatını mümkün kılan şey ise de hayatın taşıyıcısı ve kaynağı değildir. O daha çok bir bent, bir baraj, bir frendir. Zamanla profan düzen yorulur, eskir, uyuşur, donuklaşır, özünü boşaltır. Bu anlamda profan, yeniden doldurulabilir pil gibidir. O, sürekli olarak, yeniden diriltilmek, yenileştirilmek, gençleştirilmek, hayatın kozmik bolluğu olan tükenmez hazineden, yani sonuç olarak kutsaldan enerji alarak doldurulmak ihtiyacındadır.” (a.g.e. s. 34-35)

“Profan”ın bekçisi kimse, yani nesnelerin varolan düzenini kim bekliyorsa o “sağ”dır. Sağ, bu bekçiliği, elbette kutsalın her türüne sırtını dönerek yapmaz, yapamaz. Bu işlevi daha çok, onu kontrol altında tutarak, basınç arttığında uygun dozlarda serbest bırakarak yerine getirir. Bu, tamamen günlük anlamda kullanılan “din” kavramına tekabül eder. Bu sırada “din”in “varolan”a ilişkin vurguları şüphesiz ön planda ele alınacaktır. “Varolmayan”a yaptığı tüm göndermeler şüphesiz ki “yeni” bir şeyleri tehlikeli biçimde çağırabilecektir.

Oysa yeniyi arayan sol değil miydi? Bu durumda, tuhaf bir şekilde “seküler” olan bir sağ ve yine aynı şekilde “seküler olmayan” bir sol kavramıyla karşılaşmış olmaz mıyız? Tam da burada önerdiğim, solun bütün bu kavramlarla, yani metafizik, din, kutsal gibi kavramlarla bir kez daha cesaretle halleşmesidir. Modern sol, bu kavramlara yaptığı bugüne kadar ki egemen yaklaşımıyla büyük bir şeyi ıskalamaktadır; Hayatı!

Elbette kelimenin günlük anlamıyla solun “dindarlaşmasını” öneriyor değilim. Sol elbette belirli bir dinin kurallarına göre oluşturulan toplumsal yönetimlere karşıdır ve bu anlamda laiktir. Ama bunu önerdiğimin anlaşılabilecek – bir yanlış anlamayla– olması dahi, genelde modern metafiziğin ve özelde solun, dinin anlamını, olağanüstü ölçüde daraltmayı başarabilmiş olmasındandır. Kavramın en geniş anlamıyla din, herhangi bir şeriatın sınırları içine sıkıştırılamayacak kadar zengindir ve aynı oranda çeşitlilik içerir. Belki solun, “atalarından alması gereken yardım” da burada bulunmaktadır.

Rollo May, bu ataları, “ermişler” diye adlandırdığında şunları söylüyordu;  “Ermişler diye kutsallığa getirdikleri yeni kavrayışlara dayanarak Tanrı’nın tükenmiş ve yetersiz biçimlenişine başkaldıranları kastediyoruz. Onları ölüme götüren öğretiler, toplumlarının ahlaksal ve tinsel düzeyini yükseltti. Zeus’un, Olimpos Dağı’nın kıskanç tanrısının yapacağı bir şey kalmadığını anlamışlardı. Bu nedenle, Prometeus sevecenlik dinini temsil eder. Ermişler, binlerce Filistinlinin ölümüyle taçlanan İbranîlerin ilkel kabile tanrısı Yehova’ya karşı başkaldırdılar. Onun yerine Amos’un, İşaya’nın, Yeremya’nın imgeleri geldi. Başkaldırıları dindarlığın anlamına yeni kavrayışlarla dahil edildi, kan verdi. Paul Tillich’in çok güzel belirttiği gibi, onlar Tanrı’ya, Tanrı’nın ötesindeki Tanrı adına başkaldırdılar. Tanrı’nın ötesindeki Tanrı’nın sürekli ortaya çıkması dinsel alandaki yaratıcı cesaretin göstergesidir.”

(“Yaratma Cesareti” Rollo May, Metis Yayınları, çev. Alper Oysal, s. 59)

Bu nedenle, sık sık ileri sürüldüğü gibi, bir dizi yazarın “solun ataları olarak”, birçok dinin alanında türeyen heterodoks akımları, bu arada örneğin Türkiye’de Şeyh Bedreddin vb’lerini saptamaları, anakronik bir yanlış değil, aksine solcunun içindeki “delikanlımızın” ölmediğini gösteren güçlü bir sezgi olduğu vurgulanmalıdır. “Yeni hayat” arayışları, farklı çağlarda, farklı metafiziklerin egemen olduğu çağlarda, farklı “don”larda görünmüşlerdir. Hepsi o kadar! Şimdi ise, modern solun, kutsala karşı takındığı tavırla kaybettiklerimizin muhasebesini yapmamız gerekmektedir.

Oysa modern solun tarihi, kendisiyle “kutsal” arasında böylesi bir “akrabalık” bağı bulunduğunu keşfetmeye müsaitti. Fransız Devrimi sırasında devrimi destekleyen geniş halk kitleleri, kiliselere yönelik hücumlarını kilise kurumuna yöneltiyorlardı, İsa’ya değil! Rus Çarlığı’ndaki pek çok “komünalist” köylü ayaklanması, bayrak olarak ikonaları kullanıyor ve İsa’nın vadettiği özgürlük ve eşitliği talep ediyordu. Latin Amerika’daki “özgürlük teolojisi” akımı, aynı tarihte Avrupa’nın en tutucu düzen bekçileri olan bir tarikatın, Cizvitlerin, conquistador*lara karşı, hıristiyan olan yerli halkların İsa nezdinde eşitliğini savunmalarıyla başlamamış mıydı? Aynı hareket daha sonra Latin Amerika’nın birçok ülkesinde sağcı diktatörlük rejimlerine karşı solu desteklememiş miydi? İspanya gibi 1936’da toplam mülklerin yüzde otuzunun kilise kurumunun elinde bulunduğu bir ülkede anarşist köylüler – hem de anarşist! – üstelik iç savaş gibi olağanüstü koşullarda kiliseleri yakarken, ellerinde İsa ve aziz tasvirleri taşımıyorlar mıydı? Vietnam Savaşı’nda Budist rahipler Amerika’ya karşı solu desteklememiş miydi? Bu örnekler kolaylıkla yaygınlaştırılıp çoğaltılabilir. Unutulmamalıdır ki Marx’la Bakunin arasında I. Enternasyonal sırasında vuku bulan tartışmalardan biri din konusundaydı. Bu tartışmada Marx “Uluslararası İşçi Derneği”nin (Enternasyonal’in o günkü adı) üyelerinin ateist olması gerektiğini savunurken, birçok alanda modern metafiziği “metafizik karşıtı” sanmakta ondan geri kalmayan Bakunin, bu teze şiddetle karşı çıkıyordu. Nihayet, Rus anarşist hareketinin önde gelen isimlerinden Peter Arshinov,

“Varlığının derinliklerine bak. Hakikati orada ara ve kendinin farkına var. Bunu başka hiç bir yerde bulamayacaksın” diyordu. Bu, bin yılların kadim bilgeliğinin, “Tanrı’nın ötesindeki Tanrı’yı” keşfetme çabasının modern çağın bir sol aksiyonerinin ağzından dile gelişinden başka bir şey değildi. Hepsi aynı yeri işaret ediyorlardı. Kişinin kendi içini!

Fakat kutsalsız da yaşanmıyordu!  “Doğanın Diyalektiği”, “Materyalizm ve Ampriokritisizm”, “Tarihsel ve Diyalektik Materyalizm”, “Felsefenin Temel İlkeleri” gibi felsefe “şaheser”leriyle metafizik ve kutsal problemini “çözümlemiş” bulunan marksist sol, devrimle iktidara geldiği tüm ülkelerde yeni bir “din” ihdas edecekti!

Kızıl Bayraklar, Kızıl Kitaplar, meydanlara dikilen muazzam “büyük önder” heykelleri, hiçbir masraftan kaçınılmadan gerçekleştirilen geçit resimleri, Olimpos dağının tanrıları olan politbüro üyeleri, bu ulaşılamaz ve her söyledikleri birer hikmet olan varlıklar, yeni dinin temelleriydi. Dünyanın çeşitli yerlerine dağılmış marksist militanlar arasında bir tartışma belirdiğinde, bunu çözmenin en kolay yolu, bir “Büyük Usta”nın kitabından üzerine tartışma sürdürülen konuyu “aydınlatacak” bir bölüm ya da en azından bir cümle bulmakta yatıyordu.

“Küçük” liderler ya bu peygamberlerin havarileri ya da bu tanrıların peygamberleriydiler ve bunların yazdıkları, yazdırdıkları, söylediklerinden derlenen her bir hikmeti ezbere bilmekle yükümlüydüler. “Dinsiz sol” içinde, dinin bu en amiyane tarzı sürüp gitmekte ve çok az kişi bu süreçten rahatsız olmaktaydı. Zaman zaman bu durumun, devrimin “garip” bir şekilde nisbeten daha geri kalmış ülkelerde gerçekleşmesi nedeniyle böyle olduğu şeklinde açıklamalar, ciddi ciddi ileri sürülebiliyor, bunun geçici bir durum olduğu, rahatsızlık duyan “kadrolara” anlatılıyordu. Bu da ancak “din”, “tarikat” ya da “mezhep”te belirli bir düzeye gelmiş, “sırrı” almaya hazır kadrolara duyulan bir borçtu. Oysa ne Maurice Thorez’in Fransız Komünist Partisi’nin ve ne de Nazi-Sovyet Saldırmazlık Paktı imzalandıktan sonra Nazilerle ortak mitingler düzenleyen Alman Komünistlerinin, “III. Dünya” komünistlerinden herhangi bir farkı yoktu.

Ellerindeki muazzam güç ve bin türlü manipülasyon aygıtına rağmen, bu yeni dinin tanrı ve peygamberleri, yine de “kâğıttan kaplan” gibiydiler. “Beatles”, “Rolling Stones” daha sonra “Queen” gibi çağdaş ilahlar ve “bluejean”, “coca-cola” gibi çağdaş ikonlardan ölesiye korkarlardı. Korkunun ecele faydası yoktu, önce duvarları ve sonra da kolossal heykelleri başlarına çöktü.

Devrimci marksistlerden sadece Che Guevara, bu “devrilen tanrıların” arasında yer almadı. Çünkü sadece o, bütün otoriter yönelimlerine rağmen, iktidara yapışmamış, “durup oturmayı” reddetmişti. Bugün belki de bu nedenle, İsa tasvirlerine olağanüstü benzeyen vinyetiyle sokaklarda utanmadan dolaşabilmektedir.

Solcu tipolojisinden kalkarsak, modern çağ, sanılanın aksine, yaratıcılığında güçlü bir kopuş gösterememiştir. Keşiş-derviş, solcular vardır. Che Guevara, Buanevantura Durruti, gibi. Kilise babaları vardır Marx, Engels, Proudhon, Kautsky gibi. Peygamberler vardır Lenin, Mao, Bakunin gibi. Pirler vardır, Tolstoy, Kropotkin, Gandhi gibi. Engizisyon yargıçları vardır, Stalin, Dzerjinski, Vişinski, Saint Just gibi. Sonuçta, insan muhayyilesi, insan sayısı kadar çeşitli değildir. Ve bu muhayyile, tarihsel dönemleri sanıldığından daha fazla aşabilmekte, onun tarafından, sanıldığı kadar belirlenememektedir. Egemen sol, hayatı ıska geçti demiştik, bu, sonuçta yaratıcılığı ıska geçmeye dönüşecekti, bu kaynaktan doldurulması gereken profan nesnelerin düzeni ise, pili bittiğinde yıkılacaktı;

“Hiçbir normal insan, bilinçli ve aklî faaliyetlerinden ibaret değildir; çünkü modern insan sürekli düş görür, sevdalanır, müzik dinler, tiyatroya gider, film seyreder, kitap okur; kısaca o, tarihsel ve doğal bir dünyada olduğu kadar varoluşsal, özel bir dünyada ve hayali bir dünyada yaşar.” (Mircea Eliade)

Bu nedenle, 1989’da çöken, “reel sosyalizm”, “sosyalizmin yanlış bir yorumu” vb değildi sadece. Bu açıklamalar, artık, pek az insan dışında, hiç kimseyi tatmin etmemektedir. Çöken, yalnızca, “iktisadi kalkınmaya indirgenmiş bir sosyalizm” de değildi. Çöken, sosyalizmin ve daha genelde solun, “partikülaristik” bütün tezleriydi. Motoru siyasal ya da ekonomik alanlarda “bulunan” bütün dönüşüm tezleriydi. Şimdi solun sorunu “yeni hayat” istemini keşfedilecek yeni motorlara yüklemek değil, bu istemi bütün kültüre yaymaktır. Oysa Paul Tillich’in dediği gibi…” din, kültürün özüdür ve kültür ise dinin biçimidir.” (Dinbilim Yazıları-1 içinde s. 120)

“Kutsal”ın meşruiyetinin sola geri dönüşü, aynı zamanda solun yıllardır süren “araçlar ile amaçlar” tartışmasına da köklü bir çözümün yolunu aralayabilir. Sol üzerine düşünenlerin pek çoğu, yıllardır “araçların amaçlara uygun olmak zorunda olduğunu” artık kabul etmektedir. Ama bu kabul ediş, genellikle, bir “sonuçtan test etme” yöntemi izlemektedir ki, bu, kendi başına çürük bir temeldir. “Harika amaçlar” için “rezilane yöntemler” kullanılmadı. Sadece “harika amaçlar” fazla irdelenmemişti. Bugün artık, o “amaçların” ya da tasarlanmış herhangi bir gelecek kurmak ve bunu boş ya da boşaltılmış bir tuvale resmetmek durumunun harika olmadığını bilecek durumda olduğumuzu düşünüyorum. “Yeni hayatın” başlayacağı yerin burası, zamanın da “şimdi” olduğunu bildiğimizi düşünüyorum. Kutsalın meşruiyetinin geri dönüşü – çok daha fazlası gerek oysa ki– bize en azından Mircea Eliade’nin dediği gibi tarihin yanıltmasından  kaçınabilme şansını sağlayacaktır. Tarih, oysa tarih, bütün araç ve amaçları meşru göstermeye hazırdır.

Peki kutsalın ötesindeki kutsalı ortaya çıkarmak için neye ihtiyacımız var? “Saygı duyulan kutsalı” “aşılan kutsala”, ahlaka ve etikle sınanan, zorlanan ahlakı, yeni bir ahlaka dönüştürmek için neye ihtiyacımız var? İhtiyacımız olan şey, belki de “yeni sol”un anahtar kavramı, kurucu değeridir.

Modern solun tarihi belki de her şeyden çok, “herkesin eşit biçimde ezilebileceğini” göstermiştir. Eşitlik kavramı için ne kötü bir kader! Ama yine modern sol Fransız Devrimi’nin ünlü üçlüsü olan “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik” içinden sadece birincisini binbir türlü şerhe gerek duymadan sineye çekememiştir. Bu kavram, ortaya çıktığı her yerde bir dizi kavramsal işkenceye tabi tutulmuştur. Çünkü diğer iki kavramla karşılaştırıldığı anda bir yönüyle onlardan köklü bir biçimde ayrıldığını ortaya koyar, bu özellik aşkınlığıdır ve içrekliği daha doğrusu, içrek aşkınlığıdır.

“Yeni Sol” iki ayak üzerinde durmalıdır, bunlardan biri “Her tür tahakküm ilişkisinin meşruyetini reddetmektir.” Ama bu negatif bir tutumdur, oysa negatif tutumlar çok fazla yaratıcı enerji barındırmazlar. Bu ayak “aşılacak kutsalı” gösterir. “Saygı duyulacak kutsal”, öteki ayak, yaratıcı enerjinin kaynağı, özgürlüktür.

Türkçenin belki de en büyük şansı özgürlük gibi bir sözcüğe sahip olmasıdır. Çünkü Türkçe de özgürlük başka hiçbir dilde olmadığı gibi aynı anda topluma ve kişiye işaret eder. Özü-gür olmaya davet eder. Ursula Le Guin’in dediği gibi “Devrim yapmaya değil, devrim olmaya” davettir bu.n

*Latin Amerika’nın İspanyol ve Portekiz fatihleri.

yazikonusu-Düşünce
 
BU YAZIYA GÖRÜŞ BİLDİR


   


Yarın imzalı yazılar dergiyi diğer yazılar yazarlarını bağlar.
Kaynak gösterilmeden alıntı yapılamaz. Dergimiz basın ahlak ilkelerine uymayı taahüt eder. Yarın 2002 ©