İnsanoğlunun
serüveninin kendisiyle ilişkisinde, maddeyle ilişkisinin
aksine, doğrusal bir çizgi izlemediğinin kanıtlarıyla
doludur tarih. Bu bakımdan günümüzde insanlığın tabiatla
ilişkisindeki doğrusal çizginin üzerine inşa edilen
iletişim teknolojisinin ulaştığı seviyenin, insan
ilişkilerine dairesel yansımasının tezahürü olarak
elektronik ortamda doğrudan demokrasi tartışmalarını
gündeme getirmesi, teknolojik alandaki ilerlemeler
ile insanlığın değerleri arasında esasa ilişkin doğrusal
bir korelasyon olmadığını gösterir bize.
Nitekim
dünyanın bu günkü durumu bize öğretildiği şekliyle
eski Yunan sitelerine çok benzemektedir. Vatandaşları
zenginler olan bu dünya sitesinde fakirlerin kölelerden
daha fazla hakka sahip olduğu söylenebilir mi? Uluslar
arası ve uluslar üstü kuruluşlarda kararların, vatandaşların
yanizenginlerin işlettiği süreçlerde ve hakim oldukları
mekanizmalarda, her ulus eşittir ancak ;zengin
olanlar daha fazla eşittir anlayışıyla alınmadığı
iddia edilebilir mi? Burada suçlu sandalyesine zenginleri
oturtmadığımızı peşinen belirtelim. Fakirlerin gelişmemiş,
azgelişmiş ve gelişmekte olan uluslar olarak mı
yoksa gelişmeleri engellenmiş ülkeler olarak mı
tanımlanmaları gerektiği hususu gerçekten ayrıca
incelemeğe değer bir mevzudur.
Söz
konusu bu küresel uygulamaları ve demokrasinin tarihsel
serüvenini şimdilik bir kenara bırakıp, çağımızdaki
demokrasi anlayışlarını devlet yönetimleri ekseninde
irdelemeğe çalışacağız.
LİBERAL
DEMOKRASİLER:
Gelişmiş
dünya olarak tanımlanan ülkelerde demokrasinin standardını
ve kalitesini, bireyin ve dolayısıyla sivil toplumun
özgürlük alanının genişliği ve bu alanın ne kadar
garanti altına alındığı belirlemektedir. Çoğunluğun
iradesi; erk kullananlara, kişinin vazgeçilemez
ve devredilemez temel hak ve özgürlüklerine müdahale
etme yetkisini vermez ve böyle bir müdahalenin meşruiyet
zemini olarak algılanamaz.. Başka bir anlatımla
bir zamanlar mutlak meşruiyetin kaynağı ve de kudretin
tartışılmaz enstrümanı olan referandumlar veya
seçimle iş başına geliniyor olması, artık liberal
demokrasiler için kişi hak ve hürriyetlerine müdahalenin
referansı olma özelliğini kaybetmiştir. Seçimler,
çoğunluk iradesine dayalı iktidarların birey ve
sivil toplum aleyhine istediklerini yapabilme veya
kayıtsız yetki kullanabilme imkan ve iradesini vermemektedir
artık. Aksine, genel ve adil olmaması söz konusu
dahi olamayan seçimler, birey ve sivil toplumun
hak ve alanlarına müdahalelerin önlenmesinin garantilerinden
biri olarak algılanmaktadır.
Hatta
seçimlerin olmayışı yani erk kullanan yetke sahiplerinin
seçimle iş başına gelmemeleri, eğer temel hak ve
hürriyetler tam anlamıyla uygulanıyorsa ve de müdahale
edilemez biçimde garanti altına alınmışsa, demokrasi
açısından her hangi bir eksiklik olarak değerlendirilmemektedir.
Yönetimin seçimle iktidara gelmediği ancak bireylerin
temel hak ve hürriyetlerini özgürce ve en geniş
sınırlarda kullandıkları HongKong da demokrasinin
olmadığını ya da eksik uygulandığını kim iddia edebilir?
Günümüzde İngiltere’den İspanya’ya, Hollanda’dan
Belçika’ya kadar gelişmiş demokrasilerin çoğu Krallıktır.
Bu ülkelerde asıl kamu gücünü kullanan organların
merkezi ve yerel parlamentoların olduğu ve bunların
üyelerinin de seçimle işbaşına geldikleri, kralların
ve yetkilerinin sembolik olduğu doğrudur. Ancak
bir karşılaştırma yapıldığı zaman liberal demokrasilerdeki
kralların teorik yetkilerinin, illiberal demokrasilerdeki
seçilmiş parlamentoların pratikte kullanabildikleri
yetkilerinden daha az olmadığı görülecektir.
Bu
rejimlerde, temel hak ve hürriyetler garanti altına
alındığından ve iktidarın asıl işlevi bu özgürlükleri
korumak olduğundan ve de bu alanlar, açık toplum,
sivil örgütlenmeler ve adem-i merkeziyet gibi araçlarla
iktidar gücünü merkezden kullananlarca geri döndürülemez
biçimde tahkim edildikleri için, seçimlere katılım
oranları da düşüktür. Zaman zaman seçmenlerin yarıdan
fazlası oy kullanmaya gitmezler. Bu müthiş bir güvendir.
İş başına kim gelirse gelsin birey kendi alanına
müdahale edilemeyeceğinden emindir.
İLLİBERAL
DEMOKRASİLER:
Seçimlerin
liberal demokrasilerdeki standartlarda ve son derece
adil yapıldıkları batılı gözlemcilerce de kayıt
altına alınan parlamentoların bulunduğu İran gibi
illiberal demokrasilerde, özellikle hakim kültürün
dışındaki kişi ve gruplar, yani ötekiler açısından
temel haklar ve özgürlüklerden söz edilebilir mi?
Gerçekten bu tür ülkelerde, halkın çoğunluğunun
batı standartlarında adil ve özgür seçim ortamlarında
seçip iş başına getirdikleri parlamentolar, yine
çoğunlukla karar alarak uygulamaya koymaktadırlar.
Ancak birey bakımından, tek kişinin istibdadının
yerini çoğunluğun baskıcı rejiminin almış olmasından
öteye bir anlam ifade etmemektedir. Daha da önemlisi
sistem ile çoğunluk dayanışma halinde olduğundan
öteki olanların ve farklı hayat tarzlarının nefes
alabilecekleri bir iklim söz konusu değildir. Özgürlük
tartışmaları sadece sisteme değil aynı zamanda toplumsal
düzene de tehdit olarak algılanmaktadır.
Diğer
taraftan bir çok ülkede de devlet başkanları ve
meclis üyeleri yüzde yüze varan oranlarla, ve fakat
bazen silahların gölgesinde, bazen açık oy gizli
tasnif, bazen gizliymiş gibi şeffaf oy kullandırılarak,
bazen de tek aday gösterilerek komik ama yinede
bir şekilde halkın rızasına baş vurulduğunu gösteren
seçimlerle işbaşında durmaktadırlar. Çoğunun da
adı demokratik ve/veya cumhuriyettir. Temel hak
ve hürriyetlerin misafir olarak dahi uğramadığı
Suriye de, Mısır da, ya da aynı uygulamaların yapıldığı
benzer rejimlerde seçimlere katılım ve seçilme
oranlarının yüksek olması seçim ve demokrasi ilişkisini
anlamlı kılabilir mi?
Bu
tür rejimlerde bu kez çoğunluk üzerinde azınlığın
istibdadı hüküm sürmektedir. Gücü elinde tutan azınlığın
çoğunluk aleyhine erk kullanmaları bir yana bir
de bunu sözüm ona çoğunluğun rızasıyla yapıyorlarmış
görüntüsünü vermek için yukarıda değinilen yöntemler
kullanılarak halkın rızası bile gasbedilmektedir.
Burada da sistemle çoğunluk arasında bir uyuşmazlık
söz konusudur, fakat çoğunluk tepkilerini birleştirebilecek
ya da sisteme aktarabilecek kanallardan mahrum olduğundan
halk bir bezginlik içerisindedir. Özgürlükler sorun
olarak bile yoktur ve tartışma konusu değildir.
Bir
başka illiberal demokrasi tarzı da; genel seçimlerle
işbaşına gelen merkezi ve yerel parlamento ve yöneticilerin
bulunduğu ancak bunların hareket alanlarının statükonun
güçleri tarafından son derece sınırlandırılmış olduğu
sistemlerdir.Örneğin, Pakistan gibi çeyrek ya da
yarı demokrasiler. Bunlar da kişi hakları ve özgürlükler
açısından bakıldığında otoriter ve zaman zaman diktatöryel,
statükonun yetkileri açısından değerlendirildiklerin
de ise çeyrek ya da yarı demokrasiler olarak tanımlanabilirler.
Bu
tür sistemlerde, seçimden seçime periyodik olarak
halkın tercih edilmişler arasından seçim yapmasına
izin verilmektedir. Bununla birlikte siyasal mekanizmalar,
bir sonraki seçimlere kadar geçecek zaman aralığında
halkla irtibatlarını sürdürebilecekleri ara formlardan
ve mekanizmalardan yoksundurlar. Dolayısıyla temsilciler
seçildiklerinin ertesinde halktan kopar ve tabularla,
iri kelimelerle, sloganlarla ve korkularla çevrelenmiş
bir alana hapsolurlar. Bu alanda pozitif yetkilerden
çok negatif yetkiye sahiptirler ve halkın, sistemin
ürettiği olumsuzluklara tepkilerinin adresi olarak
görevlerini yerine getirirler.
Bu
sistemlerde, siyasal aktörler, çözüm yerine makul
gerekçeler üreterek halkın isteklerini yerine getiriyormuş
gibi yapıp ama aslında neden yerine getiremediklerini,
statükoyu adres göstermeden, anlatabildikleri ve
durumu idare edebildikleri müddetçe, en azından
kendi varlıklarını belli bir süre devam ettirebilme
şansına sahiptirler. Fakat bu durum tabiatı gereği
uzun müddet sürdürülemez olduğundan, bu kez seçim
aralığından biraz daha uzun dönemlerde ama yine
periyodik olarak dengeler siyasetçiler aleyhine
bozulur ve dengeler, aynı süreç yeniden tekrarlanmak
üzere, siyaset dışı güçler tarafından yeniden kurulur.
Özgürlüklerin alanı, o anda işbaşında olan siyasetçilerin
statükoya karşı manevra kabiliyetlerine bağlı olarak
nispeten genişler veya daralır. Bu tür sistemlerde
farklılıklar toplum için değil ama sistem için tehdit
olarak algılanırlar.
İlliberal
demokrasilerin tek partilileri çok, çok partilileri
nispeten daha az katı olmakla birlikte özünde benzer
paradigma üzerine kurulmuşlardır. İlkinde aynı ideoloji
benimsendiği sürece tek partiye çok vatandaşın
üye olması herhangi bir sakınca teşkil etmez hatta
arzu edilen bir durumdur. İkinci kategoride olanlarda
da yine aynı ideoloji ve aynı program benimsendiği
sürece çok parti kurulmasında her hangi bir beis
söz konusu değildir. Tek sesli olduğu sürece çok
enstrümanlı olmasının sakıncası yoktur.
Otoriter
iktidar sahiplerinin, demokrasinin dinamiklerinden
sadece, çoğu kez istedikleri biçime soktukları,
seçimleri kullanarak kendilerini bir şekilde halka
dayandırmak istemelerinin nedenini, iktidarı halkın
kendisine verdiği ve sürekli denetleyip paylaştığı
bir görev olarak görmeyen her iktidar sahibinin,
bu gücün heybeti karşısında bir insan olarak bu
güce sahip olamayacağına ilişkin şuur altı baskı
ve korkusunun sonucu olarak bu iktidar gücünün kaynağını
kendi dışındaki bir varlığa dayandırma ihtiyacında
aramak gerekir. Bu ihtiyacı tek kişinin mutlak yönetiminde
Tanrı, çok kişinin despotizminde ise halk karşılamaktadır.
Halkın açık memnuniyetsizliği bir şekilde açığa
çıktığı zaman da tabular ve mitler imdada yetişir.
Sonuç
olarak bir ülkede genel, adil ve periyodik olsa
dahi, ki çoğu kez bunlardan en az biri yoktur, seçimlerin
yapılıyor olması, eğer temel hak ve özgürlükler
garanti altına alınmamış hatta geliştirilmelerinin
önündeki bütün engeller kaldırılmamış ise, o ülkede
demokrasinin olduğu anlamına gelmez. Gerçekleştirilmesi
son derece zor olmakla birlikte seçimlerin olmadığı
ancak özgürlüklerin tam anlamıyla var olduğu ve
de serbestçe gelişebildiği ülkelerde de demokrasinin
olmadığı anlamına gelmez. Demokrasiyi otokrasinin
karşısında anlamlı kılan öz; temel hak ve özgürlüklerin
tartışılmaz biçimde varlığının, müdahale edilemezliğinin
ve geliştirilmesinin, sadece devlete karşı değil
ama aynı zamanda topluma karşı da, açık toplumun
araçlarıyla garanti altına alınmış olmasıdır.