Allah’ın
insanlık tarihi boyunca peygamberleri vasıtası ile
insanlara hatırlattığı ve korumaya çalıştığı ed-Din
(el-İslâm), Kur’ân’da sık sık “Allah’ın Yolu (Sebillulah)”
ve “Doğru Yol (Sırat-ı Mustakim)” metaforları ile
ifade edilir: “De ki: Rabbim beni doğru bir yola,
dosdoğru dine, İbrahim’in doğruluk dinine iletmiştir...”(6/En’am-161).
“Doğru yol (sırat-ı mustakim)” ifadesi Kur’ân’da
45 kez tekrar edilir. “Allah’ın Yolu (Sebilullah)”
ise yüzden fazla tekerrür eder.
Yol,
bir yerden bir başka yere gitmek için üzerinden,
içinden yürünen yer demektir. Yola eklenen “doğru”
sıfatı, iki yer arasındaki mesafeyi en kısa yerden,
en kısa zamanda ve zahmetsizce gitmeyi temin etme
anlamına gelir. Dinin “doğru yol” olmasına gelince,
doğum ile ölüm arasında dünyada yaşayan reşid insanların
yaşamın nihai anlamının neliği (tevhid-mead) ve
nasıl yaşayacağına (adalet, salih amel, ahlâk) ilişkin
sorularına verilmiş değişmez, doğru cevaplar olmasından
dolayıdır. ed-Din’in veya ‘Dinullah’ın “Allah’ın
Yolu” olarak ifade edilmesi ise, bu yolun Allah
tarafından insanlara peygamberleri aracılığı ile
defaatle gösterilmesi ve Onun tarafındankorunmuş
olması ve değiştirilmeden devam ettirilmesinden
dolayıdır.
Türkçe’deki
“yol” kavramının taşıdığı mecazi anlamlar “din”
için de geçerlidir. Türkçe sözlükte bazı anlamlar
şöyledir: Gidiş çabukluğu, araç, çare, düzen, gereken
durum,nizam, oluş, yapılış, gidiş, minval, uyulan
sistem, usul, erek, uğur, maksat. Yol ile ilgili
deyim ve atasözleri de aynı olumlu içeriğe sahiptir.
Örneğin: “Yol bilen kervana katılmaz.” “Yolcu yolunda
gerek.” “Yoldan giden yorulmaz.” Yola gelmek, çıkış
yolu bulmak, yol göstermek, yol tutmak gerekir.
Binaenaleyh,
dinsizlik “yolsuzluk”tur; dinden çıkmak “yoldan
çıkmak”tır, yoldan sapmaktır, yolunu kaybetmektir.
Dine inanmak, doğru yolu bulmaktır (hidayet); küfür
ise yolunu kaybetmektir (dalâlet). Bu bağlamda sekülerizm
bir yoldan çıkma, yoldan sapma, yolunu kaybetmedir.
Modernitenin kültürel ve metafizik boyutu olarak
sekülerizm, bir Alman atasözünde ifade edildiği
gibi, çocuğunu yıkadığı leğendeki kirli suyu atarken
çocuğu da suyla birlikte atmaktır. Gaflettir, inattır
ve nihayet “haddini” bilmemektir ve haddi aşmaktır.
“Hududullah” Fazlur Rahman’ın gösterdiği gibi, Allah’ın
yolunun imanî ve ahlaki sınırlarıdır. Yoksa fıkıhta
indirgendiği gibi şekli belli cezalar(hadler) değildir.
Aklı
başında her reşid insan doğru yolu bulmak, orada
kalmak ve ondan çıkmamakla mükelleftir. Tanrının
her vahyi (kitabı) yani sözü yolunun tarihsel- toplumsal
bir restorasyonudur. Bir toplumun yola çağrılışı
ve yolda yürümesinin eğitimi ve öğretimidir. Şeriat
(Vahiy-Kur’ân-söz) bir toplumun yola getirilişidir.
Şeriat, ana yola giden tali (tarihi) yoldur (suya
giden yol). Ana yol geniştir ve çiğnenmiştir: “Nuh’a
öğütlediğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim’e Musa’ya
ve İsa’ya öğütlediğimiz yolu Allah size din kıldı.
Bu şudur: Dini yerleştirin ve onda ayrılığa düşmeyin”(42/Şura-13).
Hz. Muhammed’in yolu, kaybolmuş ana/doğru yolun
onun özel yürüyüşü ile bulunmasıdır: “Sonra seni
de din hususunda (özel) bir şeriat sahibi kıldık”
(45/Casiye-18). Sözün muhataplarının “sözden çıkma”
hakları yoktur. Çünkü söz devam ediyor. Söz söyleme
(vahiy) devam ederken sözü değiştirme yetkisi Tanrıya
aittir: “Biz bir ayeti (sözü) neshedersek veya onu
unutturursak daha iyisini veya benzerini getiririz”
(2/Bakara-106). Mu’tezilî usulcülerin dediği gibi,
sözün muhatapları sözle mükelleftirler, söze muhatap
olmayanlar ise akıl ile mükelleftirler.
Yoldan
çıkmak dinden çıkmaktır. İmandan çıkmaktır. Ahlâktan
çıkmaktır. İbadeti terk etmektir. Sözden çıkmak
ise, Tanrının ilk muhataplarına söylediği o topluma
has siyaset, hukuk, ekonomi, adab-ı muaşaret vs.
ile ilgili pozitif (somut) çözümlerden halin gereği
olarak –Hz. Ömer’in yaptığı gibi– gerektiğinde çıkmaktır.
Kutsal
sözden çıkma cesaretini gösteremeyen Sünnilik, peygamberin
sözlerinden de çıkamadı (hadis). Peygamberin yaşayan
sünnetini takip etme yerine, sözünden çıkamayınca
Sahabenin sözünden de çıkamadı (icma). Son olarak
da alimlerin sözünden (kıyas) çıkamadı. İçtihad
kapısının kapanması (3.asır), bu otoriteler altında
Müslüman bireyin boğazının sıkılması, azıcık çıkan
sesinin kısılması ve söz söylemesinin yasaklanmasıdır.
Tanrının sözünün bir kere ve bütün zamanlar için
olduğu inancı giderek Tanrının her hakikati söylediği
inancını doğurdu.
Hz.
Muhammed’in ölümünden sonra gerek Arap, gerekse
diğer ırklardan İslâm’ı seçmiş olan müminlere düşen
evrensel ve nihai sorumluluk, insanlara yeniden
gösterilen bu ana yoldan çıkmamaktır. Yoksa “sözden
çıkmamak” değil. Çünkü “sözden çıkmamak” reşid olmayan
çocukların yapması gerekendir. Zira, çocuk sözün
“niçin”ini bilemez. Hz. Ömer reşid ve râşid olduğu
için söz bittikten sonra yoldan çıkmamak için içtihatlarında
sözden çıktı. İçtihad(yorum) Tanrının yol göstermesinden
(Kur’ân-söz) ilham almış reşid müminlerin Tanrı
konuşmazken yolu doğru bir şekilde kendilerinin
yürüme faaliyetidir. Oysa Sünni ortodoksinin kurduğu
içtihad usulü (yorum metodolojisi) –ki bunun hiyerarşik
sıralaması Kitap-Sünnet, İcma-Kıyas şeklindedir-
Tanrının sözünden çıkmamayı dogmatik teolojik bir
kural haline getirdi (Mevrid-i nasda ictihâda mesâğ
yokdur). Ebu Hanife’nin “sözden çıkma” teşebbüsü
(istihsan) Şâfi’î tarafından “telezzûz” ve “şarilik
taslama” olarak yaftalandı ve boğuldu. Şafii sözden
çıkmayı yoldan çıkma olarak lanse ederek yolu yürüme
yerine yerinde saymayı ve sözü “tutmayı” yerleştirdi.
Biz tarih boyunca hep söz “tuttuk” (Kale’llh...
Kâle Resûlullâh..... Kâle....) dolayısıyla kendimiz
gerektiği zaman sözümüzü gerektiği gibi söyleyemedik.
Allah’ın sözü ve Hz. Muhammed’in sözü insanlara
balık tutmayı öğretmeyi amaçlamıştı ve Hz. Ömer
iyi balık tutuyordu. İmam Malik ve Ebu Hanife, Hz.
Ömer kadar olmasa da balık tutmayı öğrenmişlerdir.
Şafii gelerek balık tutmayı yasakladı ve Allah’ın
ve Resulünün insanlara balık tutmayı öğretmek için
attığı ilk ağlarda (Kur’an ve Sünnet) kalmış balıkları
aramalarını (kıyas, istinbat, istihraç, istismaru’l-elfaz)
öğütledi. Şafii şöyle demişti: Hakikat Allah’ın
ve Resulünün dediğidir. Bundan geriye kalanlar Şeytanın
vesveseleridir. Hz. Ömer ve Ebu Hanife ‘Müslüman’
idiler. Şafii ve Eş’ari ise “İslâmcı” idiler. Bu
iki kavramdan birincisi “Şuur”a vurgu yaparken;
ikincisi, “söz”e vurgu yapar.
Böylece
Sünni ortodoksi, yaygın bir eğilimle olayları “tevil”
edeceği yerde (aslına irca etme); sürekli nassları
“tefsir etti (tefsir, fıkıh). Sorunları kendi çözeceği
yerde, Kur’ân’a, Sünnete, icmaya ve kıyasa (Kur’an
ve sünnetin mevhum derinine) çözdürmeye çalışıldı.
Bu, Cabiri’nin dediği gibi aslın, nassın, ve lafzın
sultasıdır (manevi otoritesi değil). Sözden çıkmamadır
(lafızcılık, literalizm). Böylece İslâm medeniyeti
“kitap medeniyeti” oldu. “Olgu medeniyeti” değil.
Vicdanda yerini bulma kitapta yerini bulma ile yer
değiştirdi.
Sözden
çıkılmayan yerde, yorumun yaratıcı ileri atılımı
olmadığı yerde sözün külli kavramları (sabit imgeleri)
bilinçte ve davranışta tekerrür eder (inanç, akide,
ittiba, alışkanlık, örf, adet, gelenek). Oysa, orada
(dışarıda) dinsel mekan ve sembollerin dışında dinsel
bir “şey” yoktur. Dışarıda toplum ve tabiat vardır.
Dinsel hakikat, her defasında insanın ahlâki-kognitif
kabiliyetiyle, kalbi ve aklıyla yaratacağı hakikat
idrakleri ve tecrübeleridir(iman ve amel). Bu, hafızadaki
tümel değerlerin (iman, adalet)her tekil ilişkide
tekil gerçekleştirimidir. Sözden çıkmak, toplumsal
ve siyasal yeni sorunları görüp bunlara yeni çözümler
üretmek iken; söz tutmak, dogmanın güvenli ortamını
ve onun yarattığı düşünsel rehaveti tercih etmektir.
Önemli
olan Hz. Ömer gibi sözden çıkmaya cesaret etmektir.
Sözden çıkma, içgüdüler tarafından motive edilmiş
bir “haddi aşma” (istiğna, istikbar) değildir; tam
tersine, bir “yol bakımı”dır. Sözden çıkmayı yoldan
çıkmanın bahanesi yapanlar, iç güdüleri kışkırtılmış
ve Şeytana uymuş azgınlardır. Sözden çıkmaya cesaret
edenler ancak sözlerin maksatlarını anlayanlardır.
Ancak onlar aynı sözü söyler veya yeni söz söyleyebilirler.
Gerektiğinde sözden çıkmaya ancak yerin ve dağların
üstlenmekten çekindikleri ‘emaneti (sorumluluğu)’
(33/Ahzab-72) üstlenen kişiler kalkışabilir. Nitekim,
Fırat’ın üzerindeki köprüden geçerken ayağı köprüye
sıkışan keçi yavrusunun sorumluluğunu duyabilen
Ömer cesaret edebildi sözden çıkmaya, sözden çıkma
adam işidir. Çocuk ruhlular, akîl bâliğ olmayanlar
“hile-i şeriyye” yoluyla sözden çıkmak zorunda kalanlardır.
Sözü dinleyenler, söze kulak verenler sözü anlayanların
sözden çıkma hak ve sorumlulukları vardır. Sözü
ezberleyenler ve söze taklitle inananlar sözden
çıkamazlar, öyle bir yetki ve sorumlulukları da
yoktur.
İnsanların
çoğunun yoldan çıktığı (sekülerizm) bir tarihsel
kesitte Müslümanları sözden çıkmaya davet etmek
riskli sayılabilir. Ancak ben sözün buharlaştığı
böylesine çorak bir ortamda sözün hayat verici nefhasını
yeniden “dinlemeye”, onu anlamaya ve kendi sözümüzü
söylemeye çağırıyorum. Sözden çıkmamakla yolda kalamadık.
Filistin direniş şairlerinden Mahmut Derviş’in dediği
gibi: “İhtemme ebûke binnusus. Fe dehale’l-lusus:
”Baban naslara ihtimam gösterince (sarılınca) hırsız
içeriye girdi” Hulasa, sözü dinlemek, maksadını
anlamak ve bu maksadı gerçekleştirmek için gerektiğinde
sözden çıkma cesareti göstermek gerekir. İlk sözün
ruhuna uygun kendi sorunlarımız hakkında kendi sözümüzü
söylemenin ön şartı sözden çıkma cesaretini göstermektir.