Yaratıcı
tekamülü savunan Müslüman düşünürlerden esinlenerek
geliştirilecek antropolojik kuramın temel çizgileri
şöyle olabilir; “Yaratılış ve Evrim teorilerinden
birisini tutarak diğerini inkar edenlerin ikisi
de yanılmaktadır. Tabiatta evrim veya yaratılıştan
sadece birisi değil her ikisi birden vardır. Yaratıcı
tekamül, sadece biyoloji alanında değil jeoloji,
astronomi, fizik ve kimya gibi tabiatın tüm oluşum
aşamalarında süreklilik halindedir. Evren, tüm
bu alanları içine alacak şekilde ekolojik zaman
sıçramaları halinde tekamül ederek yenilenemektedir.
Her bir ekolojik zamanda bizzat tabiatın bünyesinden
canlı ve cansız yeni türler çıkmaktadır. Son jeo-ekolojik
zaman bundan yaklaşık 10-12 bin yıl kadar önce
yaşanmıştır. Son buzul çağı olarak bilenen bu
dönemde yeryüzünü kaplayan buzul dağları (eriyerek)
kuzeye doğru çekilmiştir. Oluşan insan yaşamına
elverişle yeni jeo-kimyasal ortam yaratıcı tekamülün
son hamlesi olarak insanı ortaya çıkartmıştır.
İbni Haldun’un tabiriyle sular kuzeye çekilince,
Bergson’un benzetmesiyle bir havai fişekten binbir
türlü yeni renklerin fışkırıp çıktığı gibi, İbni
Tufeyl ve İbni Nefis’in Hay bin Yakzan (Adem)
sembolizminde olduğu gibi, insan türü de, tabiatın
çocuğu olarak, anasız-babasız, kendiliğinden (spontane)
topraktan doğmuştur. Din diliyle çamura can verilmiş,
Ademe ruh üflenmiştir. Allah yeryüzüne sahip çıkacak
(halife) insan soyunu böyle yaratmayı irade buyurmuştur.
Bu, yaratıcı ekamülün yeni bir varoluş hamlesidir.
İbni
Tufeyl ve İbni Nefis’in Hay bin Yakzan adlı romanlarında
geçtiği gibi insanlığın ilk ailesi, sular kuzeye
çekilince, orta kuşak ekvatoral bir iklimde,ağaç,
yeşillik ve meyve bakımından zengin bir yeryüzü
toprağında, anasız-babasız dünyaya gelmiştir.
Adem ile Havva’nın anne ve babası tabiri caizse
topraktır. Bu olay, yeni-Eflatuncu-Hristiyan
geleneğinde ve bunlardan etkilenerek oluşan Müslüman
avam muhayyilesinde, cennetten kovulma sonucu
öbür dünyadan bir düşme değil, bu dünyada topraktan
yaratılmadır.
İbni
Tufeyl’in anlattığı gibi toprağın su ve hava ile
iyice karışımıyla meydana gelen çamur, uzun zaman
içinde güneşin ve ışığın tesiriyle mayalandı.
Mayalanmış çamur halden hale geçerek, nihayet
güzel bir şekil alınca, Allah’ın hayy adı bu şekilde
tecelli etti.(1) İlk insan çiftini oluşturan embriyoya
toprak rahimlik etti. Toprağın rahminde kimyevi
bir tepkimeye giren canlılığı sağlayıcı karbondioksit
(CO2), amonyak (NH2) ve su (H2H) maddeleri cinsiyeti
henüz belli olmayan insan embriyosunu (nefsi vahide)
meydana getirdi. Daha sonra yumurta ikizi bölünmesiyle
toprağın rahminden bir çift insan doğdu. Erkeğine
Adem, dişisine Havva denildi. Olayda ilahi irade
dışarıdan değil içeriden bir kuvvetle inkışaf
etti.. İlahi irade canlılığı sağlayan kimyasal
kuvvet olarak varoluş sahnesinde göründü. Hayy
sıfatı maddenin potansiyel kuvvesinde tecelli
etti. Canlılarda bu hayat haline dönüştü. Çünkü
bütün varlığa yayılan Allah’ın Hayy sıfatı maddeyi
hareketlendiren iç kuvvetti. Kimyevi tepkime hayy
sıfatının tezahüründen başka bir şey değildi...
İbni
Haldun’un yukarıda bahsettiği “Sular kuzeye çekilince
ortaya çıkan ikinci iklim bölgesi civarındaki
kara parçası” neresidir? İbni Nefis’in ve İbni
Tufeyl’in “Orta kuşak, ekvatora yakın, ağaç, yeşillik
ve meyve bakımından zengin bir yer” dediği bölge
nereye tekabül etmektedir? Buzulları eriten, ardından
çatırdatarak kutuplara doğru kaydıran, böylece
alttan toprağın görünmesini sağlayan, sonra da
buraları çölleştiren güneş ışınları, en yakın
dünyanın neresine vurmaktadır acaba? Taberi’nin
“Adem ile Havva’nın buluşup tanıştığı yerin adına
Arafat(2) denilmiştir, birbirlerini sevdikleri,
ülfet ettikleri yere de Müzdelife(3) denilmiştir”(4)
rivayeti buranın neresi olduğu hakkında son koordinatları
vermiş oluyor; kuvvetle muhtemel Mekke; Kabe...
Bugünkü
tüm ilmi veriler insanlığın Ortadoğudan (Mekke-Filistin-Mezopotamya)
yayıldığını gösteriyor.(5) İlk insan yerleşkeleri
Şeria, Dicle-Fırat ve Nil nehirleri civarında
kurulmuştur. İlk insanın çıktığı yer olarak üç
antropolojik görüş bulunmaktadır; 1- Hindistan’daki
Serendip adası; burada Adem’e ait olduğu iddia
edilen bir ayak izi ziyarete açıktır. 2- Tanzanya
veya Habeşistan; materyalist evrimciler bu bölgelerde
fosil bulduklarını iddia etmektedirler. 3- Mekke
veya Cidde; Taberi gibi kaynaklar Adem’in Hind’e,
Havva’nın da Mekke veya Cidde’ye düştüğünü söylemektedir.(6)
Demek
ki yaratılış/düşme, evrim/mutasyon veya yaratıcı/tekamül
ile ortaya çıktığına inanılan insanın (veya insanların)(7)
ilk nerelerde görüldükleri aşağı yukarı bellidir.
Çünkü her üç görüşteki yerler de aynı ekvetoral
bölgededir. Burası bugün Ortadoğu dediğimiz ikinci
iklim bölgesi kuşağıdır...
“Beyani”
(vahiy, hadis, rivayet, semavi kitaplar, tarih),
“bürhani” (akıl yürütme, düşünme, deney, gözlem)
ve irfani (sezgi, his, içe doğuş) bilgilerinin
vektörel bileşkesi insan soyunun, yaratıcı tekamülün
yeni bir varoluş hamlesi olarak Mekke şehri civarında,
hatta Kabe’de(8) başladığını kabul etmemizi gerektiriyor.
Kuvvetle muhtemel insanlık buradan başlamış, daha
sonra çoğalarak yeryüzüne dağılmıştır.(9) Ali
Şeriati’nin dediği gibi yeryüzündeki 27 büyük
uygarlığın tamamı göç hareketleri sonucu kurulmuştur(10).
Bu uygarlıkların göç yollarını takip ettiğimizde
yolumuz yine bu bölgeye çıkmaktadır. Bu uygarlıkların
oluşumunda Baraudel’in dediği gibi coğrafya, mekan,
ortak zihin ve süreklilik(11), İbni Haldun’un
dediği gibi de asabiyet en etkin faktör olmuştur(12).
Konuyla ilgili tüm kaynaklardan gelen bilgiler
böylesi bir antropolojiyi doğrular mahiyettedir.
Bu
açıdan bakıldığında Mekke şehrinde bulunan Kabe’nin
aynı anda dört büyük sembolik anlamı bulunduğunu
söyleyebiliriz;
1-
Antropooljik anlamı; Kabe insan soyunun ilk ortaya
çıktığı yerdir. İlk çekirdek aile Kabe’de ortaya
çıkmıştır. Oradan çoğalarak yeryüzüne dağılmışlardır.
Bu nedenle her yıl insanlık Hacc mevsiminde ilk
çıktıkları antropolojik köke dönmeye, haccetmeye
çağırılırlar.
2-
Sosyolojik anlamı; Her yıl hacc mevsiminde insanlar
ataları Adem ve Havva’nın toprağa can verilerek
varoluş sahnesine çıktıkları yerde toplanırlar.
Aralarında sonradan oluşmuş her tür statü, ırk,
cinsiyet, dil, sahte din ayrılıklarını bir kenara
bırakarak beyaz kefenlere bürünürler. İlk doğal
hallerine dönerler. Tam bir eşitlik içinde insanlık
gösterisi yaparlar.
3-
Kozmolojik anlamı; Evrende maddi bir merkez bulunmamaktadır.
Kainat Allah’ın yed-i kudreti (kozmik gücü) ile
ayakta durmaktadır. Allah’ın kozmik gücü evrenin
potansiyelliğine sinmiştir. Bu anlamda Allah yerlerin
ve göklerin nurudur (enerjisi, ruhu, canlılığıdır).
Bütün evren Allah’ın sınırsız ve boyutsuz gücü
etrafında dönmektedir. Kabe etrafında dönme (tavaf)
işte bu kozmolojik döngüye sosyolojik katılımdır.
Evrenin sahibi değil mensubu olduğumuzun ilanıdır.
Burada tavaf sembolizmi ile Tevhidi Dünya Görüşü’nün
mesajı verilmektedir.
4-
Teolojik anlamı; Kabe, Kur’an’da geçtiği gibi
aynı zamanda Allah’ın sembolik evidir (Beytullah).
İnsanlar için yapılmış en eski evdir (Evvelu’l-Beyt,
Beytu’l-Atik).(13) İnsanların ilk çıktığı, etrafında
toplaştığı, döndüğü yere Allah’ın evi denmesi,
Allah ile insanın ontolojik buluşmasını sembolize
eder. Allah’ın bütün varlığa yayılan rahmetini,
kendi vicdanımızda bulup yakaladığımız an (vecd,
vicdan) Allah ile buluşmuş oluruz. Buradan Allah
ile kozmik bir yolculuk halinde olduğumuzu anlarız.
İşte Kabe bu buluşmanın sembolik olarak gerçekleştiği
yerdir. Kabe, aşağıdan yukarıya doğru (antropoloji)
Adem’in, yukarıdan aşağıya doğru (Teoloji) Allah’ın
evidir...
Mekke’deki
Kabe’nin (Hacc) bu şekilde özellikle antropolojik
anlamda yorumlanmasına şaşılmamalıdır. Orası gerçekten
büyük insanlık dersinin çıkarılacağı bir yerdir.
İnsanlığın türediği, yayıldığı ve tekrar takrar
etrafında toplanıp dağıldığı yer olarak Kabe,
insanlığın kökenine ve bu dünyada neden var olduğumuza
dair çok önemli mesajlar vermektedir.
Adem
ve Havva’dan sonra insan soyunun çoğalarak merkezden
(Kabe) çevreye doğru yayılması, büyük göç yollarının
oluşumu, tersine göçlerin başlaması, ırkların,
dillerin, dinlerin, sınıfların ortaya çıkışı,
yeryüzünün farklı bölgelerindeki coğrafi/genetik
yoğunlaşma sonucu ırkların/uygarlıkların oluşması,
tarih boyunca birbirleriyle mücadeleleri, devletlerin,
imparatorlukların kurulup yıkılması, bu doğal
akış içerisinde Adem’in çoçuklarının hikayesi
olup dünyanın siyasi, sosyal, ekonomik tarihi
birikimini meydana getirmiştir...
HAYY-HAYAT
Yeni-Eflatuncu
Hrıstıyan teolojisi ruhun ölümsüzlüğünü bedenin
ise gelip geçiciliğini vulgarize eder. Metaryalist
evrimciler ise ruhu bedenin arazı olarak görürler.
Birisi beden ruhtan sonradır derken diğeri ruh
bedenden sonradır der. Birisine göre her şey aslında
“yukarıda” olup bitmektedir. Diğerine göre ise
bütün her şey “aşağıda” cerayan etmektedir. Yeni-Eflatuncu
felsefeye göre insan yaşamı aslında bir düşme
olayıdır. Ruh bedene girmiş, beden denilen bu
kasvetli hapishanade can sıkıcı bir esaret yaşamaktadır.
Bir an önce bedenden kurtulup geldiği yere gitmek
istemektedir. Metaryalistlere göre ise her şey
diyalektik metaryalizmin ve evrimleşmenin sonucu
meydana gelmekte, vucudun oluşum kimyası canlılık
anlamına gelen ruhu yaratmaktadır. Ölüm yeni-Eflatunculuğa
göre ruhun bedenden çıkıp yaşamaya devam etmesi,
Metaryalistlere göre de beden kimyasının çözülüp
dağılmasıdır.
İslam
düşünce tarihinde beyani sistem sahiplerinin yeni-Eflatuncu
Hırıstıyan teolojisine, İrfani sistem sahiplerinin
yine yeni-Eflutuncu Hind muhayyilesine, burhani
sistem sahiplerinin de rasyonalist-Materyalist
anlayışa yatkın durduklarını görmekteyiz. Bu bilgi
sistemlerinde üretilen ruh-beden veya madde-form
çiftleri süreklilik-yenilik alanının ne olduğunu
anlatmaya çalışır; “Ruh ezelidir, beden değişir
veya madde ezelidir form değişir vb.”
İbni
Rüşd, ruh ve bedeni tek bir cevher olarak düşünmüştür.
İbni Rüşd’e göre bu tek cevher maddenin sürekli
dönüşümü yoluyla hiç yok olmaz; cesed çözülüp
toprağa dönüşür, sonra toprak bereketlenir, yeşerir
ve ekilerek meyvalarını verir. Bu meyvaları başka
bir insan yer. Sonra o insan da yaşar ve ölür,
onun cesedi de çürüyerek toprağa dönüşür. Sonra
toprak verim ve hayvan artıklarıyla tekrar yeşerir
ve bu böylece sonsuza dek sürer. İnsanın cesedi
tabiat aracılığıyla ve maddenin değişik şekiller
almasıyla baki kalır. İnsan da aklıyla sonsuzlaşır.
İnsan düşünce ve fikir üreterek kollektif akla
katılır. Bir insanda üretilen başka bir insana,
bir medeniyette üretilen baka bir medeniyete aktarılarak,
insanlığın külli aklına katılır. Bu böylece devam
eder. Ruh akli katkılarıyla insanlığa katılırken,
cesed maddenin dönüşümüyle tabiata karışır. Bu
ikisi bu alemde ve bu dünyaya hastır. Bu alemdeki
süreklilik akletmeyen canlılar için söz konusu
değildir.
İbni
Rüşd’ün bu görüşleri ortaçağ Avrupasını derinden
sarsmıştır. Bu düşüncenin etkisiyle dünyevi ilimler,
biyoloji, fizyoloji vs. patlama yapmıştır. Fakat
İslâm kültürü İbni Rüşd’ün bu yaklaşımından ziyade
yeni-Eflatuncu görüşü tercih etmiştir. Buna göre
de ruh ile beden iki ayrı cevher olup, beden çürüyecek
ruh da ölüm anında bedenden çıkıp bilinmeyen bir
yerde ceza ve mükafat gününü bekleyecektir. Bu
tasavvur haliyle aşağı ve sufli olarak görülen
beden ve bu dünyanın kötü görülmesine ve ihmal
edilmesine sebep olmuştur. Böylece İbni Rüşd,
insandaki ruh-beden ikilemini ortadan kaldırarak
her ikisini de tek bir cevher olarak anlıyor.
Bu klasik anlamda Aristo’nun madde-form teorisinin
Müslüman bir zihinde aldığı yeni şekildir.
Muhammed
İkbal’e göre insan doğru olmayan bir ruh-beden
ilişkisi anlayışıyla yorumlanmıştır. Doğu (Hunduizm,
Budizm) ve Batı dinleri (Yunan, Hrıstıyanlık)
sağlıklı bir ruh-beden anlayışına ulaşamamışlardır.
İslam düşünürlerinin çoğu da bunların etkisinde
kalarak yanlış ruh-beden telakkileri geliştirmişlerdir.
İkbal’e göre beden ve ruhtan iki ayrı varlıkmış
gibi söz etmek yanlıştır. Kainatın sırrı ruhta
gizlidir; fakat beden de ruhun hayatını dile getiren
varoluş tarzlarından biridir.(14)
İkbal’e
göre, İslam yanlış insan telakkilerini düzeltmekle
insanlığa en büyük hizmeti yapmıştır. İslam, bir
çok idealist felsefe anlayışlarından farklı olarak,
“bu dünyayı” ve orada olup bitenleri gerçeğin
parçası olarak görür. Bu durumda hiç bir Müslüman
Kur’an’da sünnetullah olarak vasıflandırılan ve
ilahi kudretin işaretleri mesabesinde olan hadiseleri
hayal ürünü sayamaz. Dünya gerçek olduğu kadar
beden de gerçektir. Kur’an kötülüğün varlığını
görmemezlikten gelemez. İnsan hayatında görülen
günah, acı çekme, endişe, korku vs. yaşanan tecrübenin
ayrılmaz parçası durumundadır. Kur’an’ın sık sık
bunlardan bahsetmesi bunun en büyük delilidir.
Kur’an kötülüğün her çeşidi ile mücadele etmek
için benliği yıkmayı, ondan kurtulmaya çalışmayı
değil, tam tersi benliği alabildiğine güçlendirmeyi
emreder. Allah’ın yeryüzündeki “halifesi” ve kendisine
“emanet” verilmiş olan insanın, günah ve kötülük
karşısında eli kolu bağlı kalamaz. Onun faaliyeti
bir çok şeyi değiştirecek güçtedir. Allah’ın yaratıcı
sıfatı daha çok insanın faaliyeti kanalıyla tecelli
etmektedir.(15)
İkbal’e
göre “Ruh mu öncedir beden mi” tartışmasına değişik
cevaplar verilmiştir ama hiç birisi de gerçeği
tam anlamıyla açıklayacak güçte değildir. Keza
“Ruh mu bedenden çıkar beden mi ruhtan?” tartışması
böyledir. İkbal, ruh ile bedeni temelde bir görmektedir.
Bunlar birbirinden ayrı şeyler değildir. Fakat
öncelik hangisindedir? İkbal’e göre ruhu ve bedeni
aynı anda harekete geçiren harekettir. İnsanın
bir hareketi veya fiilinde hangisinin hareketi
başlattığını belirlemeye çalışmak boşuna bir uğraş
olacaktır. Çünkü diyor İkbal, “ Ben, masamdan
bir kitap alınca, bu hareketim tek ve bölünmezdir.
Benim bu hareketimde bedenim ve ruhumun payları
arasında bir çizgi çizmek imkansızdır. Bu paylar
şu veya bu şekilde aynı sisteme bağlıdır” Dolayısıyla
ruh ve beden hareket ve fiil olarak kendisini
gösterir. Nitekim İkbal’e göre “varolmak” demek
“kendini göstermek” demektir. Kendini göstermek
fiil ve hareketle olur. Ruh ve beden bu kendini
gösterme fiilinde ortaklaşa etkiye sahiptirler.(16)
Bu anlamda İkbal’e göre hayat hareketi maddeden
sonra değil madde hareketi hayat hareketinden
sonradır.
İbni
Rüşd ve İkbal’in bu görüşlerini geliştirmeye çalıştığımız
süreklilik-yenilik üst kurucu kavramı ışığından
yeniden yorumlamak mümkündür. Böylece “insan”
denilen varlığın gerçekliğine dair sürekli ve
yeni olan tarafının ne olduğuna dair kavram çerçevesini
belirlemiş olacağız.
Gerek
ruh-beden gerekse madde-form çiftleriyle ifade
edilen insandaki süreklilik-yenilik alanını başka
bir üst kurucu kavramla yeniden ifade etmek mümkündür.
Bu Hayy-Hayat çiftleriyle ifade edilen kavram
çerçevesidir. Şöyle ki; Allah’ın Hayy sıfatı onunla
birlikte süreklidir, bu, alemde Hayat şeklinde
tezahür eder. Hayy kulli sürekliliği, Hayat ise
cüzi yenilikleri ifade eder. İnsan öldüğünde ruhu
ve bedeni ile birlikte, madde ve formu ile birlikte
çözülür ölür. Sürekli ve ezeli olan ne ruh ne
beden, ne madde ne formdur. Sürekli yaratma eylemi
halinde olan Allah ve onun Hayy sıfatıdır. Bu
sıfat alemde ruh-beden, madde-form şeklinde tecelli
eder. Ontolojik olarak sürekliliği sağlayan Allah,
yeniliğin alanı Alem ile birlikte kozmik bir yolculuk
halindedir. Yeniliğin alanı olan alemde ise her
şey değişir; ruh, beden, madde, form her şey...
Eski Yunan’da Ksonofanes ve Parmanides’in değişmeyen
bütünü aslında Allah’tır. Heraklitos’un sürekli
akan ve değişeni ise Alem’dir. Her ikisi de birlikte
ve bir aradadır. İkbal’in dediği gibi her bir
ruh-beden, madde-form çifti ayrı “ben”dir. Bir
ben yok ulunca başka bir ben yaratıcı tekamülün
yeni bir hamlesi olarak doğar. Benler ferdiyet
ve bütünlük içindedirler. Alem bu şekilde benlerle
doludur, Allah ise Mutlak Ben’dir. Bütün benler
dinamik bir birliktelik içerisindedirler. Birbirlerine
Leibniz’in monadları gibi kapalı değillerdir,
etkileşim halindedirler. Bu anlamda nübüvvet peygamberin
cüzi beninin, yani ruh-beden ve madde-form halindeki
bütüncül, kendine ait tek Ben’inin, Mutlak Ben
ile buluşmasıdır. Çünkü bütün benler aşağıdan
yukarıya, yukarıdan aşağıya etkileşim ve dinamik
birliktelik halindedirler...
Böylece
süreklilik ve yenilik alanlarıyla “varlığın birlikteliği”
insanda “yaratılış-evrim” ve “hayy-hayat” şeklinde
tezahür etmiş oluyor. Bu çiftlerden birinciler
sürekliliğin ikinciler yeniliğin alanını ifade
ediyorlar. Böylece Tevrat, İncil ve yeni-Eflatunculuğa
dayalı mutlak yaratılışçılığın ruh-beden, idea-madde,
materyalist evrimcilerin biyoloji-evrim, Aristocu
rasyonalizmin madde-form ikilemlerine gerek kalmıyor.
Bunlar tarihi misyonlarını tamamlamış yarı-hakikatlerdir.
Daha ileri düşünceler için Müslüman aklın devinimi
durmaksızın sürmelidir... Sıra ahlak felsefesinin
“fıtrat-mizaç” çiftine geldi. Bunu tarih felsefesinin
“asabiyet-hadaret”, din felsefesinin “din-şeriat”,
siyaset felsefesinin “değer-model” çiftleri takip
edecek. Bütün bu alanlarda birinciler sürekliliğin
ikinciler yeniliğin ifade alanlarıdır...n
(1)İbni
Tufeyl; Hay bin Yakzan, a.g.e., s. 75-82
(2)Arafat;
tanımak, tanışmak kökünden gelen bir kelimedir.
(3)Müzdelife;
ülfet etme, sevgiyle buluşma yeri demektir.
(4)Taberi;
Tarih, a.g.e., c.I, s. 154
(5)Oral
Sander; Siyasi Tarih, İmge, I-1989, s. 8, Ahmet
Musaoğlu; Uygarlığın Tarihi, Vural, İst., 1999,
s. 178
(6)
“Adem Hind’e, Havva Cidde’ye indirildi. Adem onu
arayarak Arabistan’a geldi, birbirleriyle buluştular.
Havva ona orada yaklaşmış olduğu için buluştukları
yere Müzdelife adı verildi. Buluşup tanıştıkları
yere Arafat, bir arada toplandıkları yere Cemi
denildi. Adem cennetten Hind toprağındaki Buz
dağına indirilmişti...” (Taberi, Tarih, c. S.
154)
(7)Allah’ın
yerden bitki bitirir gibi yarattığı Adem’in “tek”
veya “çift” kişi mi olduğu yoksa “yüzlerce, binlerce
Adem”in mi topraktan çıkarıldığı tartışılmaktadır.
İslam düşünce tarihinde İbni Babevehy el-Kummi,
Fahruddin Razi, İbni Arabi ve Muhammed Abduh’un
bazı kitaplarında “binlerce Adem” meselesi tartışılmıştır.
İbni Arabi Futuhat’ında daha önce kırk bin Ademin
gelip geçtiğine inanır görünmektedir. Yaratıcı
tekamülün yerden ot bitirir gibi binlerce Adem
ve Havva çıkarttığını kabul ettiğimizde, Kur’an’da
adı geçen ve tek bir nefisten yaratıldığı söylenen
Adem (ve Havva) bu binlerce Adem ve Havva’dan
çevre şartlarına uyum sağlayıp, ayakta kalmayı
başararak soyunu sürdürebilen çift olur. Bu durumda
ilk ev Kabe’yi inşa eden, insanlığa Allah’ın vahyine
bildiren, peygamber olan insanın da bu Adem olması
gerekir. Kanaatimce yerden bitki bitirir gibi
çıkan binlerce “binlerce tür” vardır. Bugün bir
milyondan fazla olduğu bilinen canlı türleri uygun
çevre koşulları oluştukca tabiatın bağrından
bir havai fişekten binbir rengin çıkması veya
peynirin içinden yüzlerce kurtçuğun üremesi gibi
varlık sahnesine çıkmışlardır. Bunlardan bazıları
mutasyona uğrayarak dönüşmüş de olabilir. Bütün
bunlar Müslüman evrimci düşünürler tarafından
tartışılmıştır. Burada kabul etmedikleri tek husus
“Allah”ın devde dışı bırakılmasıdır. Onlar Allah’ın
gücünü eşyanın potansiyelliği içindeki devinimde
görüyorlardı. Bundan dolayı görüşleri ilk bakışta
sanki naturalist/ materyalist gibi görünmekteydi.
(8)İlk
olarak Kabe’yi Hz. Adem’in inşa ettiğine dair
rivayetler için bkz; Taberi, Tarih, c. I, s. 158-159,
Kur’an; Hacc, 26)
(9)
“Sizin aslınız olan Adem’i topraktan yarattı.
Sonra’da siz bir insan olunca çoğalıp yayılıyorsunuz”
(Rum; 20)
(10)Ali
Şeriati; Ne Yapmalı, s.39 vd.
(11)Fernand
Braudel; Uygarlıkların Grameri (çev. Mehmet Ali
Kılıçbay), İmge, İst., I-1996, II-2001, s. 39-70
(12)İbni
Haldun; Mukaddime (çev. Süleyman Uludağ), c.I,
s. 447 vd.
(13)Al-i
İmran; 96, Maide; 6, Hacc; 33, 96, Bakara; 125
(14)Aydın;
a.g.e., s. 126
(15)Aydın;
a.g.e., s. 126-127
(16)Yeniden
Doğuş; s. 145-146