Batılı
kavramlar açısından incelendiğinde “pre-modern
bir toplum”(!) diye sunulan Osmanlı devleti gerek
siyasal; gerekse kültürel bazda, kendine özgü/yerli
kültürünü evrensel/küresel bir şekilde okumayı
gerçekleştirdi ve altı yüz yıla yakın dünya tarihinin
belirleyici gücü oldu. Çünkü Osmanlı, modernite
öncesinde küreselliği tecrübe etmiş biricik medeniyet
olan İslamiyet’i merkeze alarak, farklı düşünce
geleneklerini içselleştiren bir küresellik anlayışı
kurdu. Bu hususu en iyi bilenler de, hiç şüphesiz,
Cumhuriyetin de kurucusu olan Osmanlı bürokratlarıydı.
Yaşanan
sosyo-politik meselelerimiz karşısında, acaba,
“Ortak bir geçmişten, ortak bir gelecek ülküsünü
pratiğe aktarmayı, dil, din, mezhep ve ırk ayırımı
yapmadan tüm vatandaşları haklar ve ödevler açısından
eşit duruma getirerek “Yeni bir Osmanlı Devlet
milliyetçiliği veya vatanseverliği” yaratmayı
hedefleyen Osmanlılık deneyimini tarihsel süreklilik
ve kültürlerarası etkileşim çerçevesinde yeni
bir okumaya tabii tutarak “Milli Bir Kimlik” oluşturabilir
miyiz? “
Osmanlı’nın
Yeni Kimlik Arayışları olarak uygulamaya koyduğu
Üç Tarz-ı Siyaset’ten Osmanlılık kavramını Türkiyelilik
şeklinde milli bir üst kimlik sunmak tarzında
geliştirebilirsek, hem farklılıkları inkar ederek
bir bütün içinde; yani tek bir model çerçevesinde
tanımlanarak eritilmeye çalışan Batı merkezli
mutlak bir evrenselcilik determinizmine düşmeyebiliriz
ve hem de kültürlerin yerelliğini ve çeşitliliğine
imkan tanıyabiliriz.
‘Kültürün
Yerelliği’ Anlayışının Tarihsel Temeli:
Osmanlı Millet Sistemi
Türkiye
Cumhuriyeti, özellikle Tek Parti döneminde Ulus
Devlet projesi çerçevesinde yeni bir Türk milleti
ırk ve yeni bir evrensel [Batılı (!)] kültür yaratmayı
denedi ama başarılı olamadı. Burada cevabı aranan
soru “Türkler kimdir?” şeklinde değil de, “Türkler
kim olmalıdır?” türünde ortaya konduğu için devlet
seçkinlerinin Osmanlı’nın Batılılaşma sürecine
girmesiyle başlayan toplum mühendisliği misyonu
gereği inşa edilmeye çalışılmıştır.
Burada
ideolojik bir tutum söz konusudur, zira Devlet,
belirli bir hayat tarzınıve değerler örgüsünü
desteklemekle kalmamış, iyi vatandaş olmanın mihenk
taşı haline getirmiştir. Halbuki mirasını önemli
ölçüde devraldığı, yedi yüzüncü kuruluş yıldönümü
kutlanan Osmanlı da, buyruğu altındaki bir çok
dil, din, ırk ve kültür tanınmış ve uzun yıllar
beraberce yaşanmıştı. Üstelik Osmanlı Devleti,
son dönemlerinde farklı ulusal grupların bir araya
gelebilecek güncel terimlerle ifade etmenin sakıncalarının
idrakinde olarak söyleyecek olursak, seküler bir
liberal demokratik özyönetim modeli geliştirmeye
bile çalışmıştır.
Eğer
kültürel unsurlarda günümüzde yapıldığı gibi,
homojenliği dayatmaya kalksaydı, Osmanlı’nın bir
“dünya devleti” olması mümkün olmadığı gibi,
kültürlerin heterojen dünyasında iktidarını tesis
etmesi bile imkansız olurdu.” Osmanlı her kadim
imparatorluk gibi politik temsili, aktüel kültürel
unsurlara doğru kendi içinde özerkleşerek ve bağımsızlaşarak
tesis etti.”
İşte
bu noktada, “Din” kavramını belirleyici olarak
kullanılmıştır. Aynı dine sahip olan farklı dil
ve kültürleri bir “millet” (Hıristiyan ve Musevi
milleti gibi) olarak tanımlamıştır. Dikkat edilirse
burada bireyin toplumdaki konumunu belirleyen
temel unsur dindir. Toplum, inandığı dine göre
muhtelif “millet”lere ayrılmıştı. Bu milletler,
Osmanlı’nın siyasi-idari yapısının bir parçası
olup sistemin dahili bir unsurudur. İ.Ortaylı,
bunun bir tür dine dayalı adem-i merkeziyetcilik
ve çeşitlilik olduğunu belirtiyor.
Osmanlı
Türkleri 14 ve 15.yy Ortadoğu, Kuzey Afrika ve
Yunanistan ile Doğu Avrupa’nın çoğunu fethetmiş,
burada yaşayanlar çeşitli teolojik ve stratejik
nedenlerden dolayı “öz yönetimli/özerk milletler
modeli” geliştirmiştir. İnsanlar ve kendi hukuklarına
göre yaşama imkanları vardı. Neredeyse yarım yüzyıl,
çok etnikli ve çok dinli bir Osmanlı toplum modeli
oluşturuldu. Burada Hıristiyanlar ve Yahudiler
kendi kültürlerini zenginleştirerek yan yana ibadet
ettiler ve çalıştılar. Fakat bu birlikteliğin
siyasi-hukuki eşitliğe dayanan bir vatandaşlık
anlamına gelmediği de unutulmamalıdır. Bu eksikliğin
hissedilmesinden olsa gerek, dini anlayış temelli
millet sisteminden siyasi bir kimlik olarak Osmanlılık’a
geçiş Tanzimat ve Islahat fermanlarıyla olmuştur.
Devlete
Üç Farklı Bağlılık ve Milli Kimlik Olarak Geliştirilen
“Üç Tarz-ı Siyaset”
Milli
bir kültür oluşturularak, yeni bir ulusal kimlik
yaratmak, Batı’da Fransız devrimi ve Aydınlanma
Çağının bir ürünüdür. Biz de, özelde Tanzimat’a;
genelde ise salt askeri teşkilatın adı olmaktan
öte çok yönlü bir ıslahat hareketin genel adı
olan Nizam-ı Cedid arayışlarına kadar giden bir
boyutu olup dünya konjonktüründe yaşanan yeni
durumlara karşı hukuki yapıyı ıslah ederek güncel
olan kanuni düzenlemeler (reorganizasyon) yaparak
yeni bir kimlik oluşturma çabalarıdır.
Batılılaşma
yönünde azımsanmayacak bir başarı olarak telakki
edilen Tanzimat, özünde “devletin nasıl kurtulacağı”na
dair bir operasyondur. Bu manada, Tanzimat’a devletin
modernleşmesi ve toplumun siyasal ve kültürel
gelişmesinin bir nevi “manifestosu” da diyebiliriz.
Yeniliklerin kabulü bu önermenin doğrulanması
için gerekli görülmüştür.
Bunun
için Tanzimat’ın nasıl bir düşünce ürünü olduğunun
özellikle tahlili gerekir. Zira Tanzimat- Hayriye
Fermanını hazırlayanların gayeleri, birikimleri
ve son tahlilde mevcut devlet idaresine getirdikleri
değişiklikler ve bunun günümüze yansımasını incelemek,
tarihsel açıdan kimlik bunalımının geçirdiği süreci
bilmek demektir.
Eğer
Tanzimat’ı hazırlamada etkilenen (örneğin Pozitivizmin
etkisi) fikirlere dikkat edilmezse, Tanzimat’ın
laikleşme, sivilleşme ve hukuk alanında yapılan
yenilikleri gözden kaçar. Dini verileri de dikkate
alarak bilmek, zorunlu olarak bireysel hayattaki
kimlik bunalımını tahlil etmek demektir, zira
bu ikisi birbirleriyle yakından ilişkilidir.Tanzimat
hakkındaki değerlendirmeler yazının konusu dışındadır,
ama bu süreci, daha başlangıcında, bazıları siyasi
boyut gözden kaçırıldığı için Tanzimatçıların
sömürü olayını anlamadıkları gibi tıpkı Batı’da
bir Aydın despotizmi olan “Kameralizm”in Osmanlı’da
bir üst tabaka oluşturduğunu söylemeden geçmemek
gerekir. Nitekim Ziya Gökalp bile, Tanzimat’ın
laik ve dini olan ikileminden kurtulamadığını,
Türk toplumuna yabancı olduğu değerleri üsten
bir zorlama ile benimsetmeye çalıştığını, dolayısıyla
da yerlileştiremediğini belirtir.
Bununla
birlikte. İ.Ortaylı’nın da belirttiği gibi, “Tanzimat
dönemi, iktisadi, toplumsal ve kültürel yönden
araştırıldıkça ve değerlendirmeler Türkiye ve
dünya tarihinin şartları içinde yapıldıkça, daha
soğukkanlı yorumlar ortaya konacağından şüphe
yoktur. Bu açıdan Tanzimatın Türkiye idaresini
modernleştirmek/merkezileştirmek yolunda önemli
ilerlemeler sağladığını söylemek mümkündür. Bu
hususu uzatmadan şimdi Osmanlılık kimliği oluşturulma
süreci ve niçin başarısız kalındığı hususu üzerinde
duralım:
2.1.
Osmanlılık
1856
yılında (Paris ve Londra’da hazırlanan ama) Sultan
Abdülmecid tarafından kabul edilen Islahat fermanı
ile tam olarak yürürlüğe konan Osmanlılık kimliği,
daha önce tanınan din, dil ve mezhep farklarının
üzerine çıkarak bir siyasal birliktelik yaratmaya
çalıştı. Bu açıdan Osmanlılık (İttihad-ı Osmani)
Tanzimat döneminin hakim siyasi akımı, hatta “resmi
ideolojisi” konumundaydı. Kozmopolit bir imparatorlukta
o dönem için oldukça gerçekçi bir uygulama olarak
görülen bu çözüm önerisinde, herkes, din, dil,
cins, sosyal sınıf farkı olmaksızın eşit vatandaşlar
olarak görülüyor ve “Osmanlı” olarak kabul ediliyordu.
Osmanlılık,
Meşrutiyet yönetimi ile gündeme gelmiştir. Mithat
Paşa’nın 23 aralık 1876 yılında yürürlüğe koymayı
başardığı Kanun-i Esasi’nin temel ilkesi Osmanlılıktı.
Amacı, din, mezhep ve ırk farkı gözetmeksizin
bütün halkı devlet yönetimine iştirak ettirmek,
idarede mümkün olduğu ölçüde halk denetimini tesis
etmek ve böylece devletten ayrılma eğilimi içinde
bulunan tebaayı menfaat bağlarıyla bağlayıp
imparatorluğun mukadderatına ortak etmektir.
İkinci
Viyana kuşatmasıyla birlikte ortaya somut olarak
çıkmaya başlayan ve Fransız ihtilaliyle ivme kazanan
Ulusçuluk/Milliyetçilik hareketine karşı bir hayat
tarzı ve toplum düzeni olarak Osmanlılık vardı.
Tanzimat ile birlikte Osmanlılık, Ulusçuluğa karşı
geliştirilen kimlik tasarımına dair ilk ideoloji
şekline dönüşmüştür. Zira Osmanlı hükümetine tabi
çeşitli halkları temsil eden bir Osmanlı milleti
oluşturma projesi, Batı kaynaklı ırk anlayışı
üzerine kurulu ulus devlet projesinin gelişmesi
karşısında çözüm olmadı. Gayr-i müslim unsurlar,
Batılı ülkeler ile temasa geçerek özerklik için
isyan hareketlerine girişince, Osmanlı Devletinde
iki farklı kimlik projesi daha kademeli olarak
gündeme gelmiştir. İslamcılık ve Türkçülük.
2.2.
İslamlık
II
Abdülhamit, Hilafeti kullanarak bütün Müslümanları
bu hükümetin yönetiminde politik olarak birleştirerek
devletin birliği ve bütünlüğünü korumaya çalıştı.
İlk bakışta devlet tarafından verilmeye çalışılan
ve kökeninde, III. Selim ve II. Mahmut döneminin
Osmanlı Devleti’nin yeni tip modern devletler
katılması için merkeziyetçi devletin geliştirilmesi
için Osmanlılık kimliği, köklü değişmelere ve
yeni gelişmelere neden olacaktı. Fakat bunu, bir
tür asimilasyon tuzağı olarak gören gayri Müslimler
üzerinde fazla başarılı olamadı.
Islahat
fermanı, Hıristiyanlara eşit haklar tanımayı hedeflerken,
aslında onları Avrupa devletlerinin himayesine
sokmakla, iç ayaklanmaların zeminini hazırlamıştı.
Bu tehlikeyi gördüğü için olsa gerek, Abdülhamit
Müslümanlar için Osmanlılık anlayışını psikolojik
ve kültürel açıdan destekler mahiyette İslamcılık
ideolojisini kullanmıştır. Daha doğrusu kendi
devrinden önce şekillenmeye başlayan “Osmanlı
İslam Milleti” kavramı, devletin gerekleri ile
çakışmadığı için ona bir takım ilave misyonlar
yüklendi.
Bu
hareketi, bütün Müslümanları birleştirmeye çalışmaktan
ziyade hem iç hem de dış politikada kullanmıştır.
İç politikada kullanması, halkı özellikle çevrede
kalmış bazı uyrukları “İslami devlet” kavramı
etrafında birleştirmeye çalışması şeklinde olmuştur.
Burada merkez kendi kişiliğidir. Bu devlete bağlılık,
aslında bir ön ulusalcılık olarak da zikredilebilir.
2.2.
Türk(çü)lük:
Osmanlılık
projesi soruna çözüm üretemedi, İslamlığın ise
insanlar üzerinde duygularına hakim olmakla birlikte,
onun siyasal yansıması olan İslamcılığın sınırlı
bir başarı sağlaması, Batılı eğitim görmüş aydınları
yeni bir arayışa itti. Bir toprak ve devlete
sahip olmayı baki kalabilmek için yeterli görmeyen
aydınlar, “ırk esasına dayanan Türk milliyetçiliği”
şeklinde bir yapılanmanın gerekliliği üzerinde
durmaya başladılar. Diğer bir ifadeyle, politik
Türkçülük, yani siyasal bir kimlik oluşturmada
Türklüğe vurgu, ciddi anlamda ilk defa, Yusuf
Akçura ve arkadaşları tarafından yapılmıştır.
Akçura’nın
Türklük projesinde bir saf Türk bir de Türkleştirilmiş
kavimlerin uyumu hedeflenmektedir. Belki bu bağlamda
Osmanlılık; yani Türk olmadıkları halde İslam
bağı ile devlete bağlı olanların Türkleştirilmesi
(Müslüman=Türk) söz konusudur. Bir de Türklüğü
hiç benimsememiş, yani ulusal vicdandan yoksun
olanların türkleştirilmesi/bilinçlendirilmesi
düşünülmektedir.
“Osmanlılık”
Kavramının Yeniden Okunması Olarak “Türkiyelilik”
Osmanlılık
siyasi kimliği için merkeziyetçilik, vatandaşlık
siyasetinin modern manada bir milletin meydana
getirilmesi için hukuki, siyasi ve idari çerçeve
hazırlanmasına rağmen niçin başarılı olamadı?
Bunu tespit edebilirsek, yeni bir okumanın imkanını
da hazırlamış oluruz.
Osmanlılık
kavramı ise; bir milletin ortaya çıkması için
kişileri birbirine bağlayacak temel kimliklere
ve değerlere, yani milliyetin öznel yönlerine
hitap etmediği için tam anlamıyla bir birlik ve
beraberlik oluşturulamadı. Çünkü 19.yüzyılın tarihsel
ve kültürel unsurları kullanılarak mevcut yapıya
yöneltilen tenkitler, Osmanlılık politikası vasıtasıyla,
siyasal yapıya “teba”yı almak suretiyle karşılanmak
isteniyordu. Bu başarılı olamadı, çünkü Tanzimat’ın
“milleti iradi” anlayışı ile “milleti vaki” kavrayışını
uzlaştırma çabası, 19.asrın politik modellerini
iyi bilen Yusuf Akçura’’nın da belirttiği üzere,
boş bir gayrettir.
Bu
çerçevede millet terimi gayr-i müslim azınlığa
verilen bir isim olmaktan çıkmış ayrı bir dile
ve özel bir kültüre sahip olmasına rağmen aynı
dine/tarihe sahip olanlar, yani Müslümanlar için
kullanılmaya başlanmıştır. Özellikle Anadolu,
Balkanlar ve Kafkaslarda yaşayanlar Osmanlılığı
bir tür Müslüman siyasi kimlik olarak kabul etmiştir.
K.
Karpat’ın ifadesiyle, “19.yüzyılda Anadolu’da
İslam gelenekleri, Osmanlı tarihi ve Türk dili
üzerine inşa edilmiş ve Osmanlı devletinde yaşamış
tüm Müslüman soylarından oluşan, yani Türk, Arnavut,
Kürt, Arap, Abaza, Tatar, Karaçay vs. ister Türk
soyundan olsun isterse Türk boyundan olmasın “Yeni
Anlamı ile Türk Olmayı” kendi istekleri ile benimsemiş
olanlar için kullanılmaya başlamıştır. Bunun sonucunda,
yaşayış, duygu ve amaç birliği içinde birbirine
kaynaşarak yeni bir millet ortaya çıkmaya başlamıştır.”
İşte,
siyasi olmamakla birlikte kültürel ve tarihsel
olarak Osmanlı’nın devamı olan Türkiye Cumhuriyeti’nde
“Yeni tipte Osmanlı-Türk milleti”nin karşımıza
çıkmasının nedeni budur. Hangi ırktan olursa olsun
Müslümanların azınlık olarak kabul edilmemesinin
gerekçesi de budur.
Sonuç
Önemli
olan millet-devlet bütünleşmesi, milli birlik
ve beraberlik ise, gerek Müslüman gerekse başka
dinlere mensup vatandaşların bağlılığını tam olarak
ideolojik bir söylem olarak Türkçü ve İslamcı
bir kalıpla ifade etmesi mümkün değildir. Türklüğe
radikal bir şekilde vurgu, diğer unsurların milliyetçilik
hareketlerini hızlandırma riski doğurmaktır. İslam’a
daha doğrusu bunun tek bir yorumuna vurgu ise
ideolojik ve dinsel ayırımları hızlandırır, insanların
manupüle edilme sürecini kolaylaştırır.
O
halde bu grupların her birinin ifadesi dil, din,
ırkına bakılmaksızın Türkiye merkezli bir okuma,
Türkiyelilik şeklinde olabilir. Burada hem Türk
hem de dinen Müslüman (ya da az sayıda olsa Müslüman
olmayan Türk), ırken Türk değil ama dinen Müslüman,
hem de ne ırk olarak Türk ne de dinen Müslüman
olmayanların bu ülkeyi ve devleti kendilerinden
hissetmeleri, dolayısıyla benimsemeleri sağlanabilir.
Bu tarihsel ve kültürel bir çözüm önerisinin yeni
şartlar karşısında yeniden okunması denemesidir.
Türkiye’de
yaşayan bütün insanları içeren bir üst kimlik
olarak “Türkiyelilik” kavramının yurt içi ile
ilgili boyutu, A. Turan Alkan’ın ifadeleriyle
söyleyecek olursak, şudur:
Burada
“Türk halkı tabirinden kast olunan Türkiye Devleti
sınırlarında yaşayan Türkiyelilerdir. Türk tabiri,
milletlerarası camiada bizim halkımızın “kod adı”dır.
Bu sıfatın etnik tahlili gerekirse, Afyonlu Arnavut’tan
Cizreli Kürd’e, Kayserili Türk’den Mardinli Arab’a,
Bursa’da yaşayan Boşnak’dan Uzunyaylalı Çerkes’e,
Borçkalı Gürcü’den Balatlı Yahudi’ye, Trakyalı
Çingene’den Fenerli Rum’a kadar bütün Türkiye
Cumhuriyeti vatandaşları aynı kod içinde mütalaa
edilmelidir. Bu teknik zaruret, tek tek içimizdeki
Kürtlerin, Boşnakların, Çeçenlerin, Arnavutların
etnik orijinini ve kültürel farklılıklarını yok
saymak anlamına gelmiyor.”
Türkiye’deki
bütün aksaklıklarına rağmen mevcut durumu en iyi
ifade eden yukarıdaki ifadeler olduğu kanaatindeyiz.
Sorun bu aksaklıkları gidermeye çalışmaktır. “Birbirinden
ayıklanması mümkün olmayan unsurların biraraya
gelmesiyle oluşan Türkiye toplumu tam bir hürriyet
içinde birarada yaşayabilir, çünkü geçmişi bunun
gerçekleştiğinin en güzel örneğidir. Akl-ı selim
bunu söylemektedir.* n
*Ayrıntılı
bilgi için bkz. M. Uyanık, “Türkiye’nin Uluslaşma/Yeni
Kimliğini Oluşturma Sürecinde Osmanlı Kültürü’nün
Yeri “Dini Araştırmalar Dergisi” Osmanlı Düşüncesi
Özel Sayısı c.2, sayı.5, 1999