Türkiye’nin
geleceği geçmişiyle tanımlanmaktadır. Yani ülke
hakkında düşünenler, yeni hiçbir model ileri sürmeden,
geçmişin ihyası veya korunması peşindeler. Bazıları
Cumhuriyetin kuruluş yıllarına atıf yaparak, bu
çerçeveden her sapmanın ülkeyi yok edeceğini savunmakta,
daha ileri giderek farklı olan her şeyi ihanet
telakki etmektedir. İslamcı kesim, somut projeler
yerine, İslam’a dönüşün gerekli ve yeterli olacağı
iddiasındalar.
Herkes,
aralarındaki büyük zaman farkına rağmen, geçmişin
korunması gerektiğinde hemfikir.
Asıl
motifi ideolojik olan bu hedeflerin somut sonuçları
birbirinden çok farklı. Atatürkçüler “Yurtta sulh
cihanda sulh “özdeyişinde ifadesini bulduğu gibi,
1923 de kurulan dengenin sürmesinden yanalar.
Bundan sapmaya kimsenin izin vermeyeceği ve bunun
devamının da kimseyi rahatsız etmeyeceği kanısındalar.
Bazıları Türklüğü ortak bir payda olarak alıp
bunun etrafında kümelenmenin mümkün ve isabetli
olacağı iddiasını taşıyorlar. İslamcılar ise kendi
İslam anlayışlarının etrafında, dünya ölçeğinde
anlam taşıyacak bir bütünleşmenin peşindeler.
Bunlardan
herhangi birinin gerçekleşmesi mümkün görünmüyor.
1923 de kurulan denge o günün şartlarını yansıtmaktadır
ve bugün hiçbir anlamı kalmamıştır. Birinci Dünya
Savaşının galibi olan İngiltere’nin biçimlendirdiği
yapı İkinci Dünya Savaşından sonra, Avrupa’da
değişti. Bölgemizde egemenlerde bazı değişiklikler
olmasına rağmen sınırlar eskisi gibi kaldı. Dünyanın
yeni büyük gücü olan ABD’nin , kendi çıkarlarına
uygun bir yapılanmaya gitmek istediği apaçık.
Türklüğü
ortak payda olarak alıp büyük bir güç olma hevesindekilerin
hesaplarının tutması ihtimali hiç yok. Orta Asya,
Rusya’nın kontrolünde ve onu bölgedeki egemenliğine
karşı başta Çin olmak üzere, dünyanın diğer bütün
güçleri rekabet halinde. Onların arasında sadece
bir kültür benzerliğine dayanarak yer bulmak çok
romantik görünüyor.
Müslüman
ülkeler nüfuslarının dışında bir gücü temsil etmiyor.
Sahip oldukları doğal kaynakları, yani petrolü,
çıkaran, pazarlayan ve kullananlar hasım sayılan
güçler. Batı olmadan bunları bir değer saymak
mümkün değil. Bunun dışında müslüman ülkeler ekonomik
açıdan, zengin sayılanlar da dahil, Batı’nın kontrolünde.
Bu
yüzden hem Türkçülük hem de İslamcılık kendi
dışlarındaki egemenlik mücadelesinde bir araç
olarak kullanılıyor. Daha açık bir ifadeyle bu
iki ideoloji egemen güçlerin bir silahı olarak
kullanılıyor. Kaldı
ki, bu ideolojilerden herhangi biri üzerinde toplumsal
bir mutabakat da yok. Hatta biri diğerini hasım
sayan bu akımlar, birliğin değil ayrışmanın sebebi
konumunda.
Bir
ülkenin geleceğe yönelik projesinde ideoloji unsurlardan
sadece biridir. Ekonomik yapı, bu projeyi destekleyen
en önemli faktörlerden biridir. Ekonomisi dışa
bağımlı ve kolayca çökertilebilen bir ekonomik
yapıyla büyük hedeflere varmak mümkün değildir.
Böyle bir durumda ancak ortak projeler yürütülebilir
ve ekonomik gücü elinde tutan gerçek belirleyici
konumunda olur. Ekonomimiz geri teknoloji kullanan
ve tüketim malları üreten bir yapıya sahiptir.
Diğer önemli bir özelliği de girdiler açısından
dışa bağımlı oluşudur. Dış dünyayla bağlantısı
kesilen bir Türkiye’nin üretimi nerdeyse sıfıra
kadar düşer. Böyle bir durumda bağımsız bir proje
üretmek ve bunu uygulamak mümkün değildir. Kaldı
ki egemen güçler bizi istedikleri zaman yönlendirme
gücüne sahiptir. 1999 dan beri ülkemizde uygulanan
ekonomik politikalar böyle bir yönlendirmenin
ürünüdür ve Türkiye her isteneni yapmağa mecbur
kalmaktadır. Yani bir ülkenin geleceğini belirlemesi
bugün verilecek bir kararla mümkün olmaz. Bu yıllar
süren bir hazırlık dönemine bağlıdır.
Buradan
şu sonuç çıkar: İlk yapılacak iş siyasal bir hedef
belirlemek ve bunu gerçekleştirmeye çalışmak değildir.
Birinci aşama ülkenin bir projeyi uygulayabilecek
kapasiteye kavuşturulmasıdır ve bu safhada somut
hedefler uzak bir hülyadan ibaret kalmaya mahkumdur.
Önce herhangi bir politikayı uygulayabilecek siyasal
yapılanmanın gerçekleştirilmesi gerekir. Bu yapı
dış etkilere kapalı bir bürokrasi oluşturmalıdır.
Bu sözlerimiz ülkemizdeki siyasi yapının bir proje
uygulamaya müsait olmadığını ve bürokrasimizin
dış tesirlere açık, hatta çok açık olduğunu, zımnen
ifade etmektedir.
Siyasi
yapımızdaki en büyük eksikliğin tam anlamıyla
demokrat olan bir yapıya sahip olmayışımız olarak
gösteriliyor. Yani demokrasi bütün kurallarıyla
işlese hiçbir sorunumuzun kalmayacağı iddia ediliyor.
Bunun temelindeki düşünce halkın ürettiği çözümlerin
en iyi olduğu varsayımıdır. Bu iddiayı ileri
sürenlere göre Batı, gelişmesini ve gücünü demokrasiye
borçludur. Burada şu sorunun cevabı açık olarak
verilmelidir: Batıda halk mı karar vermektedir
yoksa seçkin bir elit mi halkın düşüncelerini
biçimlendirmektedir?
Böyle
bir sorunun bizi sıkıntıya sokacağını biliyorum
ve hemen Türkiye’de kamuoyunun zaten belli güç
odaklarınca oluşturulduğunun söyleneceğinin farkındayım.
Türkiye ile büyük güçlerin arasındaki fark kamuoyunu
oluşturanların amaçlarının benzeşmemesidir. Batıdaki
güç odakları dünya ölçeğinde hesaplar yaparken
ülkemizdekilerin ihtirasları parasal çıkarlarının
sınırlarını aşmamaktadır.
Bu
şartlar altında Türkiye’nin geleceği ne olabilir?
Dünyadaki güç dengelerindeki değişme yeni bir
şekillenmenin olacağını göstermektedir. Bugün
dünyanın en büyük gücü sayılan ABD’nin egemenliğini
sürdürebilmesi Amerika dışında, özellikle Orta
doğudaki etkinliğinin sürmesine bağlıdır. Bu sadece
petrol ihtiyaçlarını sorunsuz karşılamak için
değil, rakiplerinin ekonomilerini yönlendirmek
ve kontrol altında tutmak için de gereklidir.
Türkiye, tek başına bu büyük güçlerle kıyaslanabilecek
bir etkiye sahip olmamakla birlikte, ittifak edeceği
tarafa ciddi avantajlar sağlayacak bir konumdadır.
Yani terazinin hangi kefesinde yer alırsa o taraf
ağır basacaktır.
Bu
yüzden Avrupa Birliği ile bütünleşmesi, görünüşte
ABD’nin desteklemekte olmasına rağmen, bu güç
tarafından engellenecektir. ABD’nin Türkiye’ye
yönelik stratejisi öncelikli olarak ekonomik açıdan
kontrol altına almak olarak şekillenmektedir.
Bu kontrol sonuç olarak siyasi belirleyiciliği
getirecektir. 1999’dan beri İMF kanalıyla yürütülen
operasyonların amacı bu sonuca ulaşmaktır.
Bu
alanda Türkiye, İsrail’in rekabetiyle karşılaşmaktadır.
Bölgede ABD egemenliğini sürdürmek için en iyi
seçenek Türkiye olmakla birlikte, bu olmazsa ABD’nin
ikinci seçeneği İsrail’dir. İsrail ön plana çıkmak
için Türkiye seçeneğini bertaraf etmek istemektedir.
Türkiye’deki Yahudi lobisinin ABD yandaşı bir
tavır sergilemediği apaçık görülmektedir. Ayrıca
ideolojik çatışmaların şiddetlenmesinde bu lobinin
etkileri göz ardı edilmemelidir.
Siyasi
partiler arasındaki faklılık sadece ortak bir
amaca ulaşmak için önerilen metotların farklılığı
değildir. Her siyasi grubun ülke için öngördüğü
gelecek birbirine benzememektedir. Bu yüzden her
proje sadece bir azınlık tarafından desteklenmekte,
ülkenin kaderinin belirlendiği bir ortamda güçlü
bir destek oluşamamaktadır.
Daha
açık bir ifadeyle Türkiye oyunun bir aktörü konumunda
değildir. Her büyük gücün temsilcileri gibi davranan
gruplar söz konusudur.
Bu
kadar çok olumsuzluğun varlığı biraz da problemin
niteliğinden kaynaklanmaktadır. Güç dengelerinin
yeniden belirlendiği bir çağda, bulunduğu tarafın
çok kazançlı olacağı bir Türkiye’nin başı boş
bırakılması zaten beklenmemelidir. Buradaki eksiklik
ülke içinde bir uzlaşmanın sağlanamaması ve bu
yapılanmada aktif bir rol oynanamamasıdır. Yani
oyun üzerimizde oynanmakta ve biz kazanan tarafta
yer almayı kabul etme durumundayız. Oysa eğer
geleceğe yönelik bir proje üzerinde iç uzlaşma
sağlanabilse ülkemiz geleceğin belirlenen ülkesi
değil belirleyen bir aktörü konumuna rahatlıkla
gelebilir.