|
Yeni
cumhuriyete yeni bir kök arama işini
hümanistler üstlenir.. Önerdikleri
çok basitti: biz, yani bu topraklarda
binyıllardır yaşayanlar zaten Batılıyız
ve madem ki artık tüm dünyada insan
olmak , Batılı olmak demek, bizim
bu uğurda özel bir gayrete girmemiz
gerekmiyor. Çünkü Anadolu topraklarında
gelişen kültür, Batı kültürünün
özünü oluşturmakta. Yapmamız gereken
de, Ege’nin mavi sularında gömülü
bu öze dönmek.
|
|
|
Dilerseniz
ilkin kavramdan başlayalım: Hümanizm nedir? Genel anlamıyla
hümanizm, insana iman etmek demek. Kökenini ta Eski
Yunan düşünürü Protagoras’ta bulabileceğimiz “İnsan
her şeyin ölçüsüdür” kabulünün zaman içinde bir inanç
bütünlüğüne erdirilmesi ve değer ölçütü olarak ‘insan’ın
merkeze oturtulması; hümanizm bu. Peki “Merkeze oturtulacak
ve ölçüt olarak kabullenilecek ‘insan’ kimdir?” diye
sorulduğundaysa hümanizmin terim anlamına ulaşılmış
olur: insan Eski Yunanlıdır ve insan olmak demek, bu
kültürün canlandırılmasıyla ulaşılacak erginliğe kavuşmuş
olmak demek. İyi de, niçin Eski Yunan?
İşte bu soru, bizi düpedüz
Batı Medeniyeti’nin temel paradigmalarına götürür: temel
direk niteliğindeki Eski Yunan düşüncesi, onun örgüleştirilmesi
ve gündelik yaşama uyarlanması niteliğindeki Latin kültürü
ve bu iki öğeyi kendinde birleştiren, giderek eriten,
kaynaştıran, ardından da başka bir şeye dönüştüren Hristiyanlık
inancı. Batı’ya
göre Eski Yunan, her türlü verimi yüksek insana kazandıran,
yüksek insanı her şeyin temeli haline getiren; yüksek
insandan, her şeyi yoğurup biçimlendirdikten sonra apaçık
bir gerçeklik haline getiren ve her şeyin arasında bir
ahenk örüntüsü kuran anlayış. İnsanlık tarihinde ilk
kez Eski Yunan’da kendisi ve doğa arasındaki ilgi ve
ilişkiyi bir düzeneğe kavuşturan kaynak.
Bilim alanında Ortaçağ,
Batı için karanlık dönem olduğu halde düşünce alanında
tam bir aydınlık hazırlığı evresi olduğu için, ne denli
Eski Yunan ve Latin ürünü varsa tümünün üzerinde sıkı
bir çalışmayla günyüzüne çıkarıldığını görürüz bu dönemde.
Batılı ancak böylelikle biricik güç niteliğindeki kilisenin
baskısını çatırdatabilmiş, ardından da en yetkin örneğini
Erasmus’ta gördüğümüz insan merkezli yeni düşünce anlayışını
örgüleyebilmiş.
YENİ HÜMANİZM’E DOĞRU
John Locke, Spinoza, Leibniz,
Rousseau, Voltaire, Diderot, Lessing, Schiller, Fichte,
Kant, Hegel, Feuerbach.... Tümü de bir biçimiyle hümanizmden
beslenen, kazanımlarını dolaylı ya da dolaysız bu mecraya
akıtan düşünürler... Eski Yunan kaynaklarına dönüş niteliğindeki
Yeniden Doğuş’un ardından XIX. yy’ın başlarında Herder,
Winckelmann, Humboldt ve Goethe’nin elinde insanlık
ideali yeniden tanımlanmış, böylelikle Eski Yunan’daki
naifliğinden iyice arındırılmış, naifliğin bıraktığı
boşluğa da temel bilimlerin açtığı yeni bilgi değerleri
yerleştirilmiş, sonuçta da Yeni Hümanizm kurulmuş.
Bir de Üçüncü Hümanizm
var. Bu da Birinci Dünya Savaşı’nın ardından, Werner
Jaeger öncülüğünde kurulan ve Antikçağ’daki insan edimlerini
yeniden canlandırmaya ve yeni zamanlara uyarlamaya yönelik
bir anlayış.
Peki bizimkiler nasıl
anlamış ve anlatmışlar hümanizmi?
Buna geçmeden önce isimleri
bir hatırlayalım: adı hümanizmle özdeşleşen Cevat Şakir
Kabaağaçlı ya da nam-ı diger Halikarnas Balıkçısı, adı
Montaigne’nın ‘Denemeler’iyle özdeşleşmiş Sabahattin
Eyüboğlu ve Yunan klasiklerinin ‘amansız’ çevirmeni
Azra Erhat. Öbür takipçilerinden ayrı olarak bu üçü,
aynı zamanda Cumhuriyet döneminin ilk aydın kuşağından.
Yani o güne değin bu ülkede nelere inanılıyorsa tümünü
bir tarafa atmış, buna karşın yeni inandıklarına, kendilerinden
önceki insanların inançları denli sıkı sıkıya bağlı,
tavizsiz ve pazarlıksız idealist kuşaktan. Yeni kurulan
devlete sımsıkı bağlı ama ona bir düşünce yüklemeye
and içmiş, bu uğurda ömrünü fedaya hazır, yeni bir aydın
tipi üretmeye ‘yeminli’ kişiler.
KÖY ENSTİTÜSÜ İDEALİ
1940’larda ürünlerini
vermeye başlamış ve o günlerin adlandırmasıyla ‘hümanizma’
görüşünün izleyicileri Orhan Burian, Vedat Günyol, dinozorluğunu
övünç kaynağı sayan Mina Urgan, Sabahattin Eyüboğlu’nun
kardeşi Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Adalet Cimcoz. Bütün
bu isimler, kimileyin özgün metinler koydular ortaya,
kimileyin Yunan klasikleri ağırlıklı çevirilerle ya
da hümanist eğilimli düşünür ve yazarların metinleriyle
Türk düşüncesini yönlendirmeye çalıştılar.
Birçok idealistin tersine,
Türk Hümanistleri devletle sıkı fıkı ilişkilerinin katkısıyla
en büyük ideallerinden birini gerçekleştirme şansı bulurlar:
köy enstitüleri. Bu okulları kendilerine golf sahası
seçen bu Yunanperestler, Homeros’tan Montaigne’a, Robespierre’den
Yunus Emre’ye, Shakeaspeare’den Thomas More’a birçok
isim ve anlayış arasında bağ kurmayı denediler. Gerçekten
de zaman zaman özgün görüşler ileri sürdüler, zaman
zaman da görüşleri doğrultusunda özgün metinleri çeviri
kılığında ‘yeniden yazdılar’.
Aralarındaki işbölümü
de dikkat çekiciydi. Sonradan Balıkçı diye anılacak
olan Cevat Şakir işin fikir babasıydı, grubun sözcüsü
ve görüşlerin yaygınlaştırıcısı ise Eyüboğlu. Harekete
akademik boyut katma görevi Azra Erhat’ın üzerindeyken,
bu yüce görüşleri Türk kamuoyuna kazandırma manivelası
niteliğindeki yayın etkinliklerini de Vedat Günyol göğüslemişti.
RUHUNU VER, BEDENİNİ
AL
Gerçekte neydi Türk hümanistlerinin
amaçları?
O güne değin, yenildiğinde
bile masaya düşmanıyla denk koşullar içinde oturmayı
becerebilmiş Türk, Kurtuluş Savaşı arifesinde, “Vatan
mı istiyorsun; olur ama karşılığında ne vereceksin?”
pazarlığında karşı tarafa “İyi de sen ne istiyorsun?”
sorusunu sormak durumunda bırakılan Türk, “Ruhunu ver,
karşılığında bedenini kurtar” dayatmasıyla karşılaşmıştır.
Gerçekten de verilen ruh karşılığında beden elden gitmemiş
ve ‘kurtarılan’ vatanda yeni bir düzen yeşertilmeye
başlanmıştır. Ne ki bir süre sonra eldeki bedene bir
ruh giydirilmesinin zorunluluğu anlaşılmış ve yeni düzene
uygun yeni bir ruhun, demir ağlarla örülen yurdun her
yöresinde örgüleştirilmesine başlanmıştır.
Nasıl olacaktı bu ruh?
Hangi öğelere sırt çevireceği belliydi ama hangi yöne
döneceği pek de seçik değildi. Bir kere bu yeni ruh
yakın geçmişe sırtını yaslayamazdı çünkü zaten varlık
nedenini inkâr ve pazarlığı iptal anlamına gelirdi bu.
Peki ama uzak geçmişe niçin gidilmesindi? Hazır, zaten
koca bir coğrafyadan geriye bir tek Anadolu toprakları
kalmamış mıydı? Öyleyse niçin Anadolu’nun, yani Asia
Minor’un derinliklerine inilmesindi?
İşte resmi dünya görüşünün,
Ziya Gökalp’in ilkokul fişi düzeyine indirgenerek alınan
‘Türk, Müslüman ve Batılı’ üçlemesinin ‘eksiği’ tam
da burada ortaya çıkar. Gerçi uygulamasının kolaycılığı
ve her yana çekilebilirliği, resmi dünya görüşüne geniş
bir hareket alanı kazandırmıştı ama bu üçlemenin sınırlarının
genişletilebileceği alan da yeterli değildi. Hem birileri
bu bedene dışarıdan, ta Rus steplerinden bir ruh taşımaya
başlamıştı bile. Öyleyse daha işlevsel bir kimlik bulunmalıydı.
YENİ KÖK ARAYIŞI
Gerçekten de bu zor işi
üstlenenler hümanistler olur. Önerdikleri aslında çok
açık ve basitti: biz, yani bu topraklarda binyıllardır
yaşayanlar zaten Batılıyız ve madem ki artık tüm dünyada
insan olmak demek, Batılı olmak demek, bizim bu uğurda
özel bir çaba içine girmemiz, yırtınmamız, çırpınmamız
gerekmiyor. Çünkü zaten Anadolu topraklarında gelişen
kültür, Batı kültürünün özünü oluşturmakta. Bizim yapmamız
gereken de, Ege’nin mavi sularında gömülü bu öze dönmek.
Kısa bir süre sonra Mavi
Anadolucu diye adlandırılacak bu hareket, hızlı bir
yayın etkinliğiyle klasik Yunan kültürünün iki ayağından
birini küllerinden diriltmeye yeltenir. Niçin bir ayağını?
Çünkü Balıkçı’ya göre klasik Yunan’da iki ana yöneliş
vardır: idealist düşünce ve hümanist düşünce. Başını
Sokrates, Platon ve Aristoteles’in çektiği Atina merkezli
idealist düşünce, tarih içinde baskıcı düzenlere dönüşmüş;
İyonya merkezli Thales ve Demokritus gibi düşünürlerce
biçimlendirilmiş hümanist düşünce ise hep insanca değerlerden
yana olmuş. Öyleyse Atina’nın değil, İyonya’nın, yani
Anadolu’nun izinden gitmek gerek.
Mavi Anadolucular’ın tümünün
de ortak paydası, toplumun üst katmanlarına mensup olmak,
en az bir Batı dilini çok iyi bilmek, iyi bir eğitimden
geçmiş olmak. Kendilerini anlatmak için seçtikleri yol
da, bir aydın hareketinden beklenebilecek akademik disiplini
en iyi yansıtacak makale türü değil de, hasbi düşünceye
olanak verdiği ve biraz da savrukluğa şans tanıdığı
için olsa gerek, deneme türü. Örneğin, milliyetçilik
ve devletçilik gibi anlayışların tam karşısında oldukları
halde, sıklıkla resmi dünya görüşüne yeni bir tarih
ve kültür anlayışı aşılama görevini üstlendikleri için
resmi makamlarla pek başları belâya girmemiş. Bunun
biri bilinen, biri pek bilinmedik iki istisnası var.
İlki 12 Mart dönemine rastgelmekte. Sonuçta ‘solcu’
oldukları ve kimi etkinlikleri yüzünden Sabahattin Eyüboğlu
ve Vedat Günyol yargılanırlar. Balıkçı da sürgün gerekçesiyle
gönderildiği Bodrum’da hareketin ilhamlarını Eski Yunan
‘musa’larından alacaktır.
İkincisi çok daha ilginç.
Yazılarında insan sevgisiyle dolu hareketin fikir babası
Balıkçı, aslında bir baba katilidir. Ne ki yakın ve
etkin çevresi tarafından korunduğu için bu gerçek ancak
ölümüyle günyüzüne çıkarılacaktır.
TARİH ANLAYIŞLARI
Mavi Anadolucular’ın en
dikkat çekici yönleri, ‘halk’ anlayışları ve bu anlayışı
dayandırdıkları tarih kabulü. Bir simyager titizliğiyle
birbirinden çok değişik anlayışlardan ve farklı kaynaklardan
derledikleri Anadolu konulu bilgileri bir büyücü maharetiyle
öylesine tuhaf biçimde bir araya getirirler ki, sonuçta
ortaya çıkan öze kendileri de şaşsalar gerek. Yeni cumhuriyete
bir ‘kök’ arama gayretleri onları öylesine tuhaf ve
çarpık bir mecraya sürüklemiş, görevleri gözlerine öylesine
kalın bir perde indirmiş ki, örneğin edindikleri tarih
anlayışına göre Anadolu’da yaşamış ne kadar halk varsa
ve bütün bu halkların ne türden inançları varsa, bunların
tümü Anadolu halklarına aittir ve en az Müslümanlık
kadar önemsenmeli ve benimsenmelidir. Çünkü Anadolu’nun
‘öz’ü değişmemiş ve değişmemeli de.
Açıkçası bu tarih anlayışında,
tarihin sistemli bir incelenmesi sonrasında edinilmiş
nesnel bulguların mantıklı bir biçimde değerlendirilmesi
ve kimi çıkarsamalarda bulunulmuş olması durumuyla karşılaşmayız.
Çünkü Mavi Anadolucular’ın bir kutsal ereği vardı ve
bu erek adına tarihin herhangi bir diliminden herhangi
bir veriyi almak ve dilediği gibi kullanmak caizdi.
Çünkü onlar yeni kök arayışını dayandıracakları malzemelere
gereksinmekteydiler ve bunu da Eski Yunan efsanelerinden
ve inançlarından başka hangi kültür verileri daha pekişik
bir biçimde gerçekleştirebilirdi ki.
Sonuçta bu tarih anlayışıyla
edindikleri bakış açısı, onları öylesine garip mecralara
sürükler ki, örneğin bir Anadolu köylüsünün başındaki
başlık ile Hititliler’in taktıkları arasında bağ kurabilirler
ama daha yakın tarihli bir kültürü, o kızın o başlığı
asıl takmasının etmenini görmezden gelebilmekteler.
Aynı biçimde, horon ile Diyonisos ayinleri arasında
bir bağ kurmaya çalışırlar ve sonuçta bunu dillendirdikleri
bir ortamda köylünün birinden, “Biz horonu atalarımızdan
kaldığı için oynuyoruz. Senin dediğin gibi horon gâvur
icadı olsaydı, biz Trabzon’da hiç kimseye horon teptirir
miydik?” karşılığını alırlar.
Bu tarih anlayışına Mavi
Anadolucular’ı sürükleyen bir başka etmen de, dönemin
kültürel konumuydu. Homeros’un kitabında tatlı tatlı
anlattığı ve Yunan efsaneleriyle karışık bir masal düzeyine
taşıdığı kimi tarih bilgileri, Troya kalıntılarının
keşfiyle masal olmaktan kurtulmuş, dahası bütün Avrupalı
bilim adamlarının gözünü Anadolu’ya çevirmişti. Böylelikle
Birinci Dünya Savaşı sırasında Anadolu cephelerinde
yalnızca tam donanımlı askerler değil, onların başucunda
tam donanımlı tarihçiler, arkeologlar ve antropologlar
da mevzi almıştı. En az eli silâhlı askerlerinki kadar
kutsal bir görevleri vardı bu bilim askerlerinin de:
Anadolu’da yaşayan Müslümanların bu topraklarda yaşamaya
hakkı yoktur. Çünkü bu topraklar başkalarına aittir.
‘CUMHURİYET İMAMLIĞI’
O yüzden de 1918 tarihli
Paris Konferansı’nda Yunan heyeti Asia Minor üzerindeki
tarihi haklarını savunmak için arkeolojik buluntulara
başvurur. Aynı isteği aynı tonda İtalyanlar da Roma
kalıntılarına dayanarak dillendirirler. Fransızlar ise
Papa II. Urbanus’un XIX. yy’dan kalma bir fetvasına
dayanarak Güney Anadolu’nun kendilerine ait olması gerektiğini
savunmaktan geri durmadılar.
İşte bu şartlar altında
kurulan cumhuriyet, hızla bir dil ve bir de tarih kurumunu
hayata geçirirken, bu tezlere karşı çıkmayı hedefliyordu.
Onun için de yabancı arkeologların ‘bu topraklar’da
bulduğu her ne varsa sahiplenmek ve “Biz onlardanız,
onlar da bizden” demek kolaylaşıyordu. O yüzden de,
ilkece her türlü despotizme karşı olan Türk Hümanistleri,
sırtlarını tek parti iktidarının ağababalarına dayayarak
bir dönem devletin örtük resmi felsefesini kotarmış,
bu arada ‘halk’ kavramını altı okun içine yerleştirebilmiş;
öbür yandan, “Hayır!* O iddia ettiğiniz tüm değerler
sizin değil bizim değerlerimiz.” dedikleri için, bu
topraklar üzerinde hak iddia eden Avrupalılar’a karşı
kalkan görevi üstlenmişlerdir. Bu kalkanı güçlendiren
bir başka nitelik durumundaki laikliğin tanımlanması
ve uygulanmasında da Mavi Anadolucular’ın payı sanıldığından
yüksektir.
O yüzden de bu tarih anlayışında,
hümanizmin ilkelerine milliyetçilik uymadığı için yeterince
Türk teması yoktur ve aynı gerekçeyle resmi dünya görüşünün
bir süre sonra, açıkçası gereksinildikleri yerlerdeki
tehlikeler savuşturulduktan sonra Mavi Anadolucular’ı
üvey evlat düzeyine indirgediğini görürüz. Ne ki bütünüyle
de değil. Örneğin Köy Enstitüleri bu hareketin ürettiği
ve bu harekete uygun insan üretmek üzere kurulduğu da
başka bir gerçek. Sabahattin Eyüboğlu bu konuda görüşlerini
hiç de saklamaz: “Köy Enstitüleri öğretmenin eğitmen
olmasını, bir çeşit inkılâp misyonerliği, Cumhuriyet
imamlığı yapmasını” açıkça dillendirir.
Bu imamlığın öbür okullarda
da oturabilmesi için, tarih derslerinde en az Osmanlı
Tarihi kadar eski Anadolu uygarlıklarının, Sümer, Hitit,
Frig, Lidya, İyon, Akad ve Bizans tarihlerinin okutulmasını
sağlarlar. Türk kültürüne bir başka katkıları da Demokrat
Parti döneminde kaldırılan klasik filoloji dersleri.
İslam medeniyetiyle ve Osmanlı kültürüyle bir bağı kalmayan
yeni Türk gençlerinin ‘kendi gerçek köklerini’ bulabilmelerine
yardımcı olacak bu dersler üzerinden, aynı zamanda bütün
Batı medeniyeti verimlerine de ulaşılacaktır.
Bir süre sonra aralarında
da kimi düşünce ayrılıkları çıkmamış değil. Örneğin
Sabahattin Eyüboğlu hümanizmi Batı düşüncesinin ulaştığı
en üstün aşama olarak kaydederken, Balıkçı tersini savunur
ve tarihin gördüğü her olumlu gelişme gibi hümanizmin
de Anadolu topraklarında ortaya çıktığını belirtir.
Balıkçı’ya göre Anadolu’daki İslamiyet öncesi kültürler,
düşünce özgürlüğünün gelişebildiği demokratik bir ortamı
kurabilmiş ve bireysel yaratıcılığın önündeki bütün
engelleri kaldırabilmişlerdir. Öyleyse yapılması gereken,
İslam’ın ufuk tıkayıcı bağnazlığına saplanmaktansa eski
Anadolu’nun engin ufuklarında at koşturmak.
Bu anlayışla Balıkçı Türk
kültürünün köklerini Sümerler’e dayandırır.
YUNUS EMRE PAGAN MI?
Şimdi tam burada, bu tarih
ve halk anlayışının insanı nerelere götürdüğünü görelim.
Neredeyse herkesin kim olduğunu ve nerede durduğunu
bildiği bir Türk şairini, İslam velisini nasıl gördüklerine
bakalım: “İşte böylesine bir dervişlikle şairliği, yani
söyleme sanatını, özü söze çevirme gücünü, düşünceyi
elle tutulur gibi, gözle görülür gibi, kulakla duyulur
gibi somutlaştırma, duyulara sunma yeteneğini bir araya
getirmiş bir insanoğlu ve Türkmen kocası, bir Anadolu
köylüsüdür Yunus Emre ve bu topraklarda, bizim topraklarımızda
yaşamış bütün insanların, Hitit, Pagan, Hristiyan, Müslüman
bütün yurttaşlarımızın sözcüsüdür. (Sabahattin Eyüboğlu,
Yunus Emre, Cem Yayınları, 1971, s. 55)
Siz hiç Yunus Emre’yi
pagan kültürünün sözcüsü olarak gözünüzde canlandırabiliyor
musunuz? Ya Hititler’i yurttaşımız sayıyor musunuz?
Öyleyse siz canım Anadolu’nun güzelim değerlerini hiçe
sayıyorsunuz demek ki.
Son olarak da Türk Hümanistleri’nin
bu ‘ilginç’ tarih anlayışını nasıl kotardıklarını süzebileceğimiz
Balıkçı’nın kaleminden çıkma Türkiye’nin Dionisyak Tarihi
başlıklı yazısının giriş bölümündeki şu satırlara göz
atalım: “Hani ya radyoda parazitli bir müzik dinlerken
insan santrifüj kuvvetle parazitleri atar, ve onlara
sağır kalarak musikinin çizgisine yapışıp onunla beraber
gider. Tarihte dionisyak olmayan ne varsa hepsini defedip,
can kurtaran kaloması gibi dionisizme yapışakalmalı.
Türk tarihi diye okutulan zırvalar hep harpler, zaferler,
şanlar, methiyelerden ibaret, hani ya zafer alayı günleri,
kırmızı beyaz kâğıtlardan işporta malı tâklar yaparız
a, tarih diye laftan ve havacıvadan zafer tâkları!”n
HALİKARNAS BALIKÇISI
Türk kimdir?
Anadolu eski taş devrinden
beri akla gelen bir uygarlıklar çağlayanı, birbiri ardına
gelen bir uygarlıklar sentezidir. Bunlar Hititler’den
çok daha önce akmaya koyulan ve şimdi tarih ve arkeolojide
Hitit, Frig, Lidya, İyon, Pers, Bizans, Selçuk ve Osmanlı
diye adlandırılan ve birbirlerine katılıp birbirleriyle
kaynaşan uygarlıklardır. Uzayıp gelen bu zincirin halkalarının
her biri, önceki halkaların ya da kuşakların kanından
gelmiş ve daha önceki uygarlığın –iyi kötü- bir sonucu,
semeresi olmuştur. Kişinin bu gerçeği inkâr etmesi Türkiyeli
bir Türk değilim demesine gelir. Böyle bir Türk yurttaşı
kan ve uygarlık bakımından kendisinden önceki varisi
ve hatta yurdunun yurttaşı saymaması demektir.
Anadolu’da
dindarlık barınamaz
Anadolu halkı ırkçı olmadığı
gibi koyu Müslüman da değildir. Bu softalıklara ne tarihi
elverişlidir ne de coğrafyası. (...) Anadolu’nun tarihini
biraz bilenler, burada derin, sürekli bir dindarlığın
barınamayacağını kestirebilirler. Nice tanrıların, nice
kültürlerin bir araya sıkıştığı, giderek bir tek insanın
yüreğinde bile çelişmeler yarattığı bir yerdir burası.
Mis gibi şarap kokan
cami olabilir mi?
Bu memleket bizim olduğu
için bizim, fethettiğimiz için değil. Aramızda dışarıdan
gelmeler çoğunluk olsa bile –ki değil elbette- kaynaşmış,
halleşmiş hepsi. Fetheden de biziz artık fethedilen
de. Eriten de biziz, eriyen de. Biz bu toprakları yoğurmuşuz,
bu topraklar da bizi. Onun için en eskiden en yeniye
ne varsa yurdumuzda, öz malımız bizim. Halkımızın tarihi,
Anadolunun tarihidir. Paganmışız bir zaman, sonra Hristiyan
olmuşuz, sonra Müslüman. Tapınakları kuran da bu halkmış,
kiliseleri de, camileri de. Bembeyaz tiyatroları da
dolduran bizmişiz, karanlık kervansarayları da. Kâh
bozkıra çalmışız, kâh mavi denize.
(Sabahattin Eyüboğlu,
Mavi ve Kara, Ataç Yayınları, 1961, s. 9)
Mimar Sinan, Osmanlı mimarisinde
dionisyak hamle ve atılıştır besbelli. Bunu iyice anlamak
için Konya, Karaman, Sivas, Erzurum, Bursa ve son olarak
İstanbul mimarisini ele almalı. Bana kalırsa asıl prototip
Efes’teki İsabey camii. Bütün mimari kitapları (yani
Batınınkiler) onu, mimarinin en devrimci eseri diye
ele alıyorlar. Dünyanın birinci asimetrik eseri o idi.
Malum, tam bir simetri tam bir akademizm demektir. (...)
Yirmi küsur kısmın herhangi ikisi birbirinin aynı değildir.
Al sana akademizme ve apollonyen sanata tekme çalan
dionisyak bir anarşizm. (...) Bu isabey camii dionisyak
olduğu için mis gibi şarap kokar.
(Halikarnas Balıkçısı,
Düşün Yazıları, Bilgi Yayınevi, İstanbul 1993, S.15)
|