|
Hepimiz
netameli ideolojilerden geliyoruz.
Birbirimize fazlasıyla eğlenip dalga
geçtik. Hızla ideoloji dışını güçlendirelim.
O’cu Bu’cu değiliz; bizi sakatlayan
şey, bizim güvenimizi sarsmaktı. Yüzelli
yıllık Batı’cılık macerasından hepimiz
büyük sakatlıklarla çıktık. Ülkemizin
üstünde devasa büyüklükte bir siyasî,
ekonomik travma duruyor. Acilen toprağımıza,
kendimize, bölüşümümüze ve kardeşliğimize
itimadı yeniden sağlamalıyız…
|
|
|
Nihat
GENÇ, 1956 Trabzon doğumlu... Ofli Hoca, Şeriatta Ayıp
Yoktur(Hikaye), Bu Çağın Soylusu, Dün Korkusu, Dar Alanda
Tufan, Soğuk Sabun(Roman), Komik Hikayeler, One Man
Show, Köpekleşmenin Tarihi, Modern Çağın Canileri(Deneme),
isimli kitapları ve Leman Dergisi’ndeki yazılarıyla
tek başına bir ekol, bir ordu...Yüreği ve kalemi dışında
hiçbir şeyi yok. Sert ve soylu bir kavga veriyor. Selam
diyoruz Nihat Genç’e, sadece selam..
YARIN-En
sonda sorulacak soruyu, en baştan soralım. Dergimizi
nasıl buldunuz?
NİHAT
GENÇ- Genel görünümünü Nazi mimarisine benzettim. Eğlencesi
eksik. Her çıkış, her iddiayı uzun süre takip ederim.
Kimdir bunlar, ne yapmak istiyorlar. İşte birazcık umutlandım.
Görevlerimden biri bu, kim ne yapıyor. İnanılmaz, kalleşçe
bir medya işgaline karşı bu dergilere normalden daha
fazla güveniyor, vaha olarak görüyorum. Umut olarak
görüyorum.YARIN-
En kısa şekliyle Nihat GENÇ kimdir?
NİHAT
GENÇ- Yazdım, çizdim, Nihat diye göründüm.Hala eski
bir daktiloyla yazıyorum. Romantik. Nostaljik olduğundan
değil. Bir bilgisayar parasını daha denk getiremediğimden.
Her ay kırk-elli sayfa kitap yazısı. Gazete yazısı değil,
kitap yazısı. Hatta edebiyat yazısı. Edebi metin, dramatik
bir yapı. Çatışma. Hikaye örgüsü.
YARIN-
Bir hafta gibi kısa sürede haftalarca sekmeden peş peşe
hikayeler yazıyorsunuz?
NİHAT
GENÇ- Ben çocukken sahilde yunuslar kovalar, hamsiler
karaya vururdu. Zibil gibi hamsi. Zibil gibi denirdi.
Eline sepet, çamaşır leğeni alan sahile koşar, doldururdu.
Sert siyâsi rüzgarlar esiyor; her taraf hikaye kaynıyor,
yunuslar hâla kovalıyor. Hangi birine uzansam elim gözüm
acıyor. Ancak, teknik tarafı daha önemli.Gençken Kemal
Tahir’in karısı Fatma İrfan’a mektuplarını okumuştum.
İlk eseri Göl İnsanları’nı 27 kez temize çektim, diyor.
Korktum. Herhalde ben yazar olamam, dedim. İlk kitaplarımda
öyle yerler var ki, otuz kırk kez temize çekildi. Vaktim
olsa temize çeke çeke en âlasını yaparım. Vaktim yok;
hikaye bitmiyor, bobinler dönüyor. Ekmek parası, göndermek
zorundayım. Nereye kadar gidecek… Bildiğim çok yorgunum.
YARIN-
Bu kadar kitabınız çıktı, peş peşe baskılar yaptı. Hâlâ
param yok mu diyorsunuz, karnınız doymuyor mu?
NİHAT
GENÇ- Karnımı doyuruyorum, kiramı veriyorum. Allah’a
şükür edebiyatla karnını doyuran birkaç kişiden biriyim.
Ama param hiç yok. İletişim’den dokuz, Leman’dan bir
kitap. Hepsi beş baskıyı devirdi. Yedi –sekiz baskıya
gelenler... Telif paralarını dört eşit takside bölüp,
yüzelli-ikiyüz milyon gibi parçalar halinde alıyorum.
Daha bir milyar gibi bir parayla bütün bütün tanışmadım.
Medyada hiç ismim geçmediği halde dört kitabım korsanda.
Korsanlar hayat hikayemi bilse bana acır, satmazlar.
Onların da derdi ekmek parası. Bana yazık oluyor. Ben
ideolojik destek almadım, medya desteği almadım. Bunu
edebiyatın, kelimelerin onuru ve soyluluğu için yapmak
zorundaydım. Kelimelerden başka kimseye güvenmedim
ve sonunda tek başına bir yazar olarak kaldım. Bu çok
mutluluk verici bir şey. Devletten tek istediğim kitaplarımı
sebilleştirmesin. Ben öldükten sonra, değil Türkiye’de,
dünyada zaten sebilleşecek, ama şimdilik ölü değilim.
Kahvaltıya, kiraya para lâzım.
YARIN-
Bu kadar okunmayı nasıl başardınız? Gerçekten; edebiyat
dergileri uzun yıllar ambargo koydu. Medya adınızdan
hiç söz etmedi ama üniversitelerde, Anadolu’da çok okunuyorsunuz.
NİHAT
GENÇ- Türkiye son yirmi yılda lâik –şeriat ve Kürt sorununa
kilitlendi. Gına geldi. Aynı yılışık isimler ekranda.
Aynı üslupsuz, seviyesizler aynı şeyleri yazıyor. Bir
dallama cenneti medya. Ben bir kenara çekilip, bulaşmadım.
Otu, böceği, kavak ağacını, ormanları, ırmakları yazmaya
başladım. Bu tartışmalar başlarken yeni doğmuş çocuklar
artık üniversiteye gelmişti ve herkes ülkesini merak
ediyordu. Yaşadıkları toprağı öğrenmek. Bu toprağın
maddi, manevi kaynaklarını süsleyerek; coşarak, koşarak
anlattım. Tarihçi değilim ama maganizel tarihçilik yapabilirdim,
yaptım. Tarihi sevdirmeye çalıştım. Ziraatçı, botanikçi
değilim ama; akasya, çınar, selvi ağaçları tepemizdeydi,
merak edip anlattım. Küçük küçük de olsa taşla, böcekle,
ağaçla kültürümüz ve ruhumuz arasında ilişkiler kurmaya
çalıştım. İlmihal tartışmaları ya da teorik tartışmalar
çok şeyi kotarır, kavramlaştırır. Çok ihtiyacımız vardır
ama anlamlandırmak için güçlü ve sert, coşkun bir edebiyat
olmazsa olmazdır. Ben edebiyatı ve kelimelerin gücünü
gösterdim. Kelimelerin büyüsü nerelere kadar uzanıyor.
Uzandıkları yere kadar gittim. Okuyucuyu da peşimden
sürükledim.
YARIN-
Nerelere kadar uzanıyor?
NİHAT
GENÇ- Mahkemelere, ağır cezalara da ulaşıyor. Ancak
Yunus gibi yerlere de… Whitman gibi, Vergilius gibi,
kırlara, bayırlara. Dosto gibi çatışma halinde kaynaşan,
çağlaşan insan ruhlarına. Şunu söylemek istiyorum; değişen
ülke, sokak değil.Teknik değişimler kolaydır. İşte Japonlar
fabrikalarını gelir açar. Yüz kanal izlersin. İnsan
ruhundaki, değerlerindeki sarsıntıların maliyeti ise;
hem yüzlerce yıl sürer, hem de yazarın görevi önce budur.
Sert değişimler karşısında bir tarih, bir kültür tamamen
kökünden değişiyor. Milyon çağlardır alet yapmaya, düşünmeye
çalışan insanoğlunun en temel güdüleri değişmekte. İnsanoğlunun
en sert mutasyonu son iki yüzyıldadır. Son iki yüzyıl.
sanki başka bir tür insan indi gezegenimize. Hayal kurması,
çalışması, korkuları, şehir âdetleri her şey kökünden
değişiyor. Artık bambaşka bir gelenekten, bambaşka bir
tarihten söz etmeye başladık. Akşam değişti, ikindi
değişti. Tanrı tasavvuru değişti. Gece değişti.
YARIN-
Bu büyük değişim nereye kadar sürecek?
NİHAT
GENÇ- İşte anti depresyon hapları, prozaclar. İnsanı
her an dinlenmiş, rahat ve güler yüzlü yapan haplar
veriyor. Yani; beynin ahlâkla, siyâsetle, vicdan azabıyla,
doğru söylemek, doğru yaşamakla derdi ortadan kalkıyor.
Diyelim Cavit Çağlar gibi yüzlerce insan. Hiç sıkılmıyor
çünkü hap kullanıyor, mutlu oluyorlar. Tarih boyu hırsızların,
yalancıların nedamet getireceği, kan tutacağını bekledik,
durduk. Artık haplar kurtardı onları. Başka tür insanla
karşı karşıyayız. Kimse hayattan özür dilemek, insanlardan
sorumlu olmak, kimse tabiattan hatta kendinden sorumlu
olmak istemiyor. Her şey beyin dünyasının hapla düzenlenmesi
şeklinde gelişiyor. Artık kendi yok, Tanrı yok, ahlâk
yok Tanrı’ya ihtiyacı yok. Tanrı’nın cennet-cehennemine,
ateist olduğu için değil; Tanrı’yla hiç yüzleşecek durumu
olmadığı için inanmıyor. Ya da inanıyor ama öyle haplaşmış
beyinle; yeni bir dünya başlıyor, yeni bir tarih.
YARIN-
Daha yakın, daha reel sorunlara inelim. Kendinizi siyâsi
olarak; sağda mı, solda mı görüyorsunuz? Ya da hâla
bu kavramların bir önemi kaldı mı?
NİHAT
GENÇ- Büyük değişim her şeyi sil baştan yapıyor. Ya
da yok ediyor. Karşısına geçip “dur bir saniye” diyorsunuz.
“Kardeşim, beni bir dinler misiniz?”diyorsunuz. Sürüklenen,
almış başını giden, sele kapılmış hayatlara panikle
ancak bu kadarını yapabiliyoruz. “Bir saniye, dur be
kardeşim, bir dinle…” İşte bu bir saniyeyi, eleştirel
kullanmak istiyorsun. Bu aslında hayata hazırlanmış
bir istek değil. Bu sadece kendi şaşkınlığınızı aşma
çabası. Şaşırdığım için can havliyle, “dur yahu, bir
saniye”… Ve olup bitene eleştirel, dünden bugünden geldik.
Nereye gidiyoruz?...dan sorular yöneltiyorum. Eleştirel
sorular. Tabii eleştirel olmak solcu olmak anlamına
gelmez. Ama solcu olmanın spekülatif rahatlığı vardır.
Ona buna laf yetiştirmekte daha özgür kılar seni. Hızla
alt-üst olan bir toplumda bir tarafa geçmek zaten şaşkınlığın
ifadesidir. Her şeye acil karar veriyorsun. Bilinçle,
düşünceden geçmiş kararlar değil. Ama bakıyorsunuz ki;
altta kalanların canı çıkıyor. İşkenceye uğruyor, sahipleri
hiç yok, avukatları hiç yok, tamamen kimsesizler. Üstlerinden
vahşi kapitalistler dozerlerle geçiyor. Hemen atılıyor,
“yapmayın kardeşim! Bir saniye, acıyın bu insanlara;
hayat böyle olmamalı” diye bağırıyorsun. Bu ani “bir
saniyeler” solculuk mu? Son iki yüzyılda öğrendiğimiz
solculuk değil. Çünkü; teoriden, sınıftan, emperyalizm
teorilerinden süzülmüş bir tepki değil. Etten kemikten
bir insan olarak dayanamayıp verdiğimiz duygusal bir
tepki. Ben sol düşünce tekniğinden gelmiş biri değilim.
Etten kemikten bir insan olarak kendi duygularımla şu
“bir saniyelerle” bir yere düştüm. Bu bir saniyelerimle
bir yığın düşünce birikti. Belki; konvansiyonel solcularla
aynı kapıya çıkar sonuçta, diyeceksiniz. Aynı kapıya
çıkıyor “evet” ama aynı partilere çıkmıyor. Bu yüzden,
sol partilerin tarihten, gelenekten değil şimdi ki tepkilerden
yeniden kurulması lâzım. Zangır zangır acılardan yeni
partiler…
YARIN-
Gelenekten gelen partilerle derin bir derdiniz mi var?
NİHAT
GENÇ- Evet… Taşları yerine koyamıyorlar. ‘Artık değer’
kadar hatta ondan da sert anti-depresyon, prozac toplumun
içine düştük. Evet; ortak yanımız altta kalanın yanındayız.
Ama; biz neden yan yana gelemiyoruz? Yan yana gelemeyişimizin
sebebi, kişisel ve partisel dedikodulardır. Bu kadar
kişiselleşmiş partilerle gençlik bu karmaşıklığı çözümleyemez.
Aksine; dünyadan uzaklaştırıp, bir düşünce tembelliği,
bir kavanoz içi dünya rahatlığı veriyor onlara.
YARIN-
Türkiye neden kendini tüketen ve giderek kendisi de
tüketilen bir ülke haline geldi? Bunun ideolojik hareketlerin
geri çekilmesiyle bir ilgisi var mı?
NİHAT
GENÇ- İnsan terbiyesiyle ilgili. İdeolojik hareketler
kendi görüşleriyle ilgili bir âhlak ilan etti. Bu âhlak;
insanı, tabiatı, Tanrı’yı kuşatan âhlaktı. Çok değerli,
vazgeçilmezdi. Ama nihayetinde ideolojik bir zarf içindeydi.
İdeoloji iktidar hevesi yüzünden kendi âhlakını tartışmaya
açmadı. Hiç açmıyor. Meselâ; sağ ideolojiler. Özellikle
İslâmcılar holdingleşen Enver Örenler’e tek laf etmedi.
Sonunda koca Türkiye rezaletiyle başlarına düştü; hepsi
kepaze oldu. Acilen sınıfsız, yurtsuz âhlakı bulmak
zorundayız, ideoloji dışı. Bağımsız ve eleştiren; sorumlu,
toprağı seven, öğrenmek isteyen, âhlaklı insanlara ihtiyacımız
var. İdeolojilerin âhlakı çok yara aldı. Almanya yenilince
Osmanlı’nın da yenilmesi gibi. Bizim âhlakımız yenilmiş
gibi davranmaya başladı. Liberaller, vahşi kapitalistler.
Bu komik. İnsan, tabiat, evren, tanrı hepsi burada.
Hâla iç içe yaşıyoruz. Hepsine karşı ruhlarımıza çeki
düzen vermeliyiz.
YARIN-
Anadolu topraklarında, ilahlar neden hep kurban istiyor?
Bu topraklarda ölüm arzusunun yaşam arzusuna galebe
çalmasını nasıl anlamalıyız?
NİHAT
GENÇ- Anadolu toprakları üzerine konuşmak çok zor. Diyelim
9., 10. ve 11. asırlarda çok coşkulu insan kültürü vardı.
At üstünde durmaksızın koşan, esrar içen, dua eden,
dans ederek zikir eden kendinden geçmiş insanlar. Şehirleri
koruyup haraç alan bu insanlar üç kıtaya saldırdı. 14.,
15. ve 16. asırlarda yani Osmanlı-İstanbul iktidarını
kurunca, Anadolu’da isyan kültürü hakim oldu. Önce Alevi
Baba İshak İsyanları, peşinden Celaliler. 17. yüzyıldan
sonra Anadolu’ya hakim insan tarzı; bastırılmış, sessiz,
yoksul, açlıktan ve sefaletten ölen çaresiz insanlar.
Oysa; 17. yüzyıldan sonra İstanbul’a bir yönüyle dingin,
sâkin, mutlu, refah ve âsude insanlar hâkim oldu. Diğer
yönüyle; bu sefil Anadolu’dan, alttan gelenlerin karıştırdıkları
kazanlar. Bence; Anadolu yüzyıllardır İstanbul’dan iktidar
istiyor. Bugün İstanbul iktidarı dört-beş holdingdir.
Yüzyıllardır bu sistem değişmedi. İç savaştan çıkardığı
dersleriyle en azından modernizmin TV görüntüsüyle,
Anadolu artık kolay kolay bir kan kardeş kavgasına giremez.
Yakın tarihteki kan davalarının sebebi; kapalı kasabaların
ve kapalı cemaatlerin gençliği hızla tedrisata ve etki
altına alabilme başarılarıydı. Ve gençliği ikna edecek
tarihsel bir çarpıklık ortadaydı… Bu tarihsel geri kalmışlık
giderilmese de 16, 17 ve 18 yaşındaki çocukları kandırmak
güçleşiyor.
YARIN-
Türkiye’nin soğuk savaşında kurbanların karabudun olmasının
diyalektiği nedir? Ak budun yaşam arzusu, kara budun
ise düğüne gider gibi ölüme gitmek mi?
NİHAT
GENÇ- Karabudun; diyelim asırlar boyu isyan etti, ayaklandı.
Ya da Osmanlı iktidarına asker verdi. Karabudun kalabalıktı,
gençti, öfkeliydi, atları ve okları vardı. Ama son iki
yüzyıldır; atların ve okların yerine yazarları matbuat
geçmeliydi, olmadı. Karabudun bir nevi intikam alır
gibi çakallaştı. Ağanın, beyin köpeği, mafyanın tetikçisi
oldu. İktidarların bekçisi oldu. İdeolojik hareketlerin
kitlesi oldu. Karabudun yüzyıllardır sahipsizliğe dayanamadı.
Bu halkın bozulması demek. Artık kaynaşan, kıvıllaşan,
can havliyle ona buna saldıran kalabalıktan söz edebiliriz.
Haklı demek çok zor. Sağ iktidar elli yıldır karabudunla
ayakta; onu cahil tutarak. Artık karabudun demiyoruz,
“çakal kültürü” diyelim. Yine fedakar, sadık ama hepsi
geçimini sağlamak için artık ağanın, beyin eşkıyalığını
yapıyor. Hatta en acı şey karabudunun kendi yetiştirdiği
evlâtları, yazarları; ağaya, paşaya kapıkulu olmuş durumda.
YARIN-
Türkiye hangi koşullarda barışa ve esenliğe ulaşabilir?
NİHAT
GENÇ- Etrafı ve içimizdekileri çok uzun süre daha düşman,
hain ilân etmeye devam edeceğiz. Nerdeyse her ideolojinin
kendine has bir “Sevr” haritası oluştu. Bir konferansa
giderken, “özür dilerim, kendi Sevr haritamı göstermeyi
unuttum.” deyip, espri yaptım. Sevr haritası göstermeden
hiç kimse konuşamıyor. Türkiye Sevr haritası göstererek
ayakta duruyor. Ama, mutluluk diye bir şey hâla var.
Bunun yolu askerî ikna etmek. Askerîn yüzyıllık hastalıklarını
ve saplantılarını tedavi etmek. Meselâ; asker cumhuriyete
ve Anadolu’nun bütünlüğüne zeval gelmeyeceğini, bizleri
açık yüreklilikle tanıyıp inanabilmeli. Askere; onlardan
daha sert bir özlemle bu toprağın bekçisi bizler olduğunu
anlatabilmeliyiz. Biz anlatamayınca, TÜSİAD anlatıyor
ve her darbe sonrası Türkiye pastalarını TÜSİAD yiyor.
O
halde? Biz ne istiyoruz; gelir dağılımı, sosyal sigortalar,
bireyin gelişimi… Bunlara inandıralım askerî. Cumhuriyete
zeval gelmeyecek. Bize güvenin. Elimizden iktidarı her
sefer asker alıyor. Yine gidip sağ iktidarlara, TÜSİAD’a
teslim ediyor. Asker bizden öyle korkuyor ki; gidiyor
milyar dolarları dünyanın en büyük silahlarına yatırıyor.
Bizim kuşak askere düşman büyüdü. Askerle aramızda bitmeyen
bir nefret, bitmeyen bir sürtüşme var. TÜSİAD bunun
farkında… İçimizde askere nefret beslemeyen kalmadı.
Bu nefreti hızla dargınlık ve küslük düzeyine çıkarmalıyız.
Bizim kuşak ancak; düşmanlık ve nefreti dargınlığa dönüştürme
gayretiyle, önümüzdeki kuşakları askerle konuşabilir
bir seviyeye getirebilir. TÜSİAD’ın korkusu bu, medyanın
korkusu bu; bizim kuşak askerle konuşup, halkın yanına
askeri alabilir mi? Bu yüzden TÜSİAD yalakalıkla askerîn,
Türkiye’nin değirmenini döndürdü. Bizim acil sıkıntımız,
politika yapamayışımız yani; yalakalık yapamayız. Onur
gibi, gurur gibi hastalıklarımız var. Ülke sevgimizi,
halk sevgimizi; onurla, gururla ve hiç yalan söylemeden
anlatarak îkna edebilmeliyiz.
YARIN-
Türk edebiyatı neden özgünlükten yoksun kaldı? Evrensel
eserler yaratamamanın edebi bir anlamı da var mı?
NİHAT
GENÇ- Evrensel eserler evrende de yaratılamıyor. Edebi
bir anlamı var şüphesiz. Medya dili, konuşma dili, çeviri
dili eserlere hâkim olmaya başladı. Oysa; güçlü eserler
ortaya koyabilmek için kültürün içinde gizlenmiş derin
dil yapılarına uzanmamız gerekiyor. Böyle olduğunda
da çeviri imkânsızlaşıyor. Sadece çok satmak, çevrilmek
isteyen uyanıklar yazarlık yapıyor. Şöyle de söyleyebiliriz;
artık dünyada, dünya çapında eserler evrenselleşmeyecek.
Çünkü; o kültürün orijinal eseri olacak. O kültür dilinin
özel şahikâsı. Sorunuzun ilk bölümüne gelince. Türk
edebiyatından söz etmek gittikçe imkânsızlaşıyor. Holding
edebiyatı başladı bile.
Holdingler
kendi yazar sözlüğünü, kendi edebiyat tarihini çoktan
yazmaya başladı. Özgünlük kelimesini sevmem, kullanmam
ama şöyle diyebiliriz. Bağımsız yazar yetiştirme kapasitemiz
ölmüş durumda. Bu edebiyat zaten çok zor bir zanaat.
Şimdi ölüyor. Sebebi: bağımsız, dik kafalı yazara kimse
tahammül edemiyor. Edilmeyince edebiyat kurulmaz. Dandik;
çevre, feminizm, eşcinsellik. Beyoğlu’nu kurtaralım
mevzularının suyunun suyundan binlerce işe yaramaz tartışma,
roman, edebiyat çıkmaz buradan.
YARIN-
Nihat GENÇ neden karamsar? Bu karamsarlık bu ülkede
umudun tükenmesi mi? Bugün bir yazınızda anlattığınız
Medine Müdafaası koşullarından daha beter bir durumda
mıyız? Eğer değilse hâla bir yol var mı?
NİHAT
GENÇ- Hâlâ sabah oluyorsa, umut var demektir. Nihat
GENÇ hiç karamsar değil.Yanlış okunuyor olmalıyım. Eleştirel
kültürü karamsar diye okumak hatadır. Üstelik ben; naracı
bir edebiyat yapıyorum, eyvallahı olmayan bir edebiyata
çalışıyorum. Demek ki; kelimelerime ve kendime güveniyorum.
Bu umutsuzluk değil;aksine coşkuyla kılıç sallama, nal
seslerinin coşkusudur. Meselâ; derginiz bir umuttur.Burada
onlarca zeki genç adam tanıdım. Her biri çok değerli
bir yol haritası koymuş önüne. Ben kendime güvenimi
inşa için yazar olmadım. Başkalarına güvenimi tazelemek
için, başkalarına güveni inşa için; başkalarının filozofisini
yapmaya çalışıyorum. Çünkü hepimiz netameli ideolojilerden
geliyoruz. Birbirimize fazlasıyla eğlenip dalga geçtik.
Hızla ideoloji dışını güçlendirelim. O’cu Bu’cu değiliz;
bizi sakatlayan şey, bizim güvenimizi sarsmaktı. Yüzelli
yıllık Batı’cılık macerasından hepimiz büyük sakatlıklarla
çıktık. Ülkemizin üstünde devasa büyüklükte bir siyasî,
ekonomik travma duruyor. Acilen toprağımıza, kendimize,
bölüşümümüze ve kardeşliğimize itimadı yeniden sağlamalıyız…
|